Burjuva devrimleriyle birlikte, monarşiye karşı, burjuvazinin haklarını ve kapitalizmin işleyişini sağlamak üzere -anayasal düzeni içeren- hukuk devleti anlayışı benimsenmiştir. Hukuk devleti, devlet erkinin yurttaşlara karşı sorumluluğunu düzenleyerek, siyasi iktidarın mutlak egemenliğini sınırlandırmayı amaçlar. Ancak hukukun yasama organı tarafından oluşturulduğu parlamenter sistem, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda ve kapitalizmin sürekliliğini teminat altına almayı garanti altına alacak biçimde şekillendirilmiştir. Dolayısıyla burjuva devletinde siyasi iktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak yasalar, egemenin çıkarlarını (girişimcilik özgürlüğü ve mülkiyet hakkını) toplumun genel çıkarlarının üzerinde tutar. Burjuva demokrasisi içinde insan hakları ve toplumsal çıkarın geliştirilmesi ise büyük ölçüde işçi sınıfı ve diğer toplum kesimlerinin yürüttüğü mücadelelere bağlıdır.
Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839’dan bu yana Türkiye’de burjuva demokrasisinin yansıması olan bir hukuk düzeni vardır. Ancak gerek Osmanlı gerekse cumhuriyet döneminde hukuk devleti olmanın gereği yerine getirilmemiş; kimi zaman asker kimi zaman da siviller eliyle burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket eden totaliter bir rejim süregelmiştir. Sermaye birikiminin emek ve doğa sömürüsüne daha fazla gereksinim duyduğu, başka bir deyişle sınıflar arası çelişkilerin arttığı dönemlerde devletin toplum üzerindeki baskısı daha da yoğunlaşmıştır. Bu baskılar, kimi zaman askerin darbe yaparak anayasal düzeni tamamen ortadan kaldırmasıyla, kimi zaman da sivil iktidarların polisiye yetkileri hukukun üzerinde tutmasıyla gerçekleşmiştir.
AKP’nin iktidarda bulunduğu 12 yıl, cumhuriyet tarihinde emekçiler başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerinin kazanılmış haklarına yönelik saldırıların en yoğun olduğu dönemdir. Toplumun hızla yoksullaşıp, yoksunlaştığı bu dönemde AKP, 12 Eylül darbe yasalarından da destek alarak burjuva hukukunun kendisine tanıdığı tüm olanakları kullanmış ve Türkiye’yi ucuz emek, ucuz enerji, ucuz hammadde ve yeni rant alanlarıyla sermaye için çekici bir ülke haline getirmeye çalışmıştır. Böylece bir taraftan emekçiler iş güvencesini, sosyal güvencesini kaybederek son derece kötü koşullarda çalışmak zorunda kalırken; diğer taraftan da parklar, bahçeler, ağaçlar, dereler hızla talan edilmiştir. Öte yandan ırk, din, mezhep ve cinsiyet temelli ayrımcılık, hükümetin kullandığı dil ve uyguladığı baskılarla daha da artmış; bir de bunun üzerine hükümete yönelik yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkmıştır.
Emek ve doğa sömürüsünün, ayrımcılığın, yolsuzluk iddialarının hat safhaya çıkmasıyla birlikte -doğal olarak- toplumsal tepki de artmıştır. İşçiler, köylüler, kamu emekçileri, Kürtler, Aleviler, gayrimüslim halklar, kadınlar, LGBTİ bireyler ve diğer birçok toplum kesimi hükümetin politikalarının kendilerine dokunan yerleri üzerinden tepkilerini sokaklarda ortaya koymaya başlamıştır. Gezi direnişiyle doruk noktaya ulaşan, daha sonra azalarak da olsa devam eden ve Kobanê’ye destek eylemleriyle tekrar yükselen tepkiler karşısında hükümet, zaten doğru dürüst işlemeyen hukuk sisteminden tamamen uzaklaşmaya başlamış ve polis devleti uygulamalarını gündeme getirmiştir.
Polis devleti düzenlemeleri için Kobanê’ye destek eylemlerinin gerekçe gösterilmesi, bunun sadece Kürtlere yönelik olacağı yanılsaması yaratmamalıdır. Polis devleti, sadece kültürel ve siyasal hakları için mücadele eden Kürtlerin değil, ağacına, suyuna, emeğine sahip çıkmaya çalışan, ayrımcılığı reddeden, hırsızlığa, yoksulluğa tepki gösteren tüm kesimlerin de sesini kesmeye yöneliktir.
Polis devletini tesis etmeye yönelik düzenlemeler, mücadelelerin ortaklaşması için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Eğer bu süreçte de emeğin, doğanın sömürüsüne karşı çıkanlar, ezilenler, varlığı inkar edilen halklar ortak bir mücadele geliştiremezse polis devleti, kalıcı olacak ve “Yeni Türkiye”nin yönetim biçimi haline gelecektir.
Evrensel Gazetesi