Son Bir Kez, Neden Demirtaş? – Tuncay Şur

Odysseus, Homeros’ta karşısındaki kalabalığa şöyle seslenir “Göremem hiçbir iyilik birçok efendinin olmasından. Yalnız bir tek kişinin efendi, tek bir kişinin kral olmasıdır gereken”

Odysseus, ordunun ayaklanması bastırabilmek için bu cümleleri kullanmıştı. Ama gelin görün ki aradan geçen binlerce yıl “tek kişinin efendi olması” düşüncesini ortadan kaldırmamıştır maalesef. Sene 2014 ve Yunanistan’a sınır komşusu olan ülkemizde, muhtemelen Odysseus’u hiç tanımayan (tanısa da “gavur” olduğundan ötürü sevmeyecek) bir adam benzer şeyler söylüyor. Üstelik söylediklerinde bir bilgelik ya da bir kurnazlık da yok, ağzından köpükler saçarak, tehditler savurarak anlatıyor zihnindekileri. Tek adam olacağım diyor, nerede oturulması gereken bir kolduk varsa ben oturmalıyım o koltuğa diyor. Bunları arzulayan ve söyleyen kişinin kim olduğunu söylememe gerek yok herhalde, nereye baksanız görürsünüz zaten, ondan kurtuluş yok!

Yarın Cumhurbaşkanlığı seçimleri var, malumunuz TC’de ilk defa cumhur kendi başkanını seçecek ve tabiatıyla cumhurun karşısına aday olarak çıkanlar, seçilebilmek için farklı biçim ve içeriklerde kampanyalar yaptılar. Yarın seçimlerde üç aday yarışacak, adaylardan biri aynı zamanda TC Başbakanı olan (ve aynı anda her şey olmak isteyen) R.T.Erdoğan.

Erdoğan nasıl bir seçim kampanyası yaptı diye çok kısaca bakacak olursak; devletin tüm olanak ve imkânları Erdoğan’a tahsis edildi. Televizyonlar, gazeteler, billboardlar, kamu binaları ve hatta bir türlü hızlanamayan hızlı tren bile. Dahası, kampanyaya adanmışlığını hiç gizlemeyen TRT Genel Müdürü, ulusal kamu yayıncılığını yaptıklarını unutarak, bir diğer aday olan Demirtaş’ın konuşmalarını kendisini rahatsız ettiği gerekçesiyle yayımlamayacağını bile söyledi. Peki, Erdoğan’ın kampanyasının içeriğinde ne vardı; demokrasi, özgürlük, insan hakları, hukuk üstünlüğü gibi kavramları çıkaracak olursak onlarca şey bulmamız mümkün. Erdoğan, diğer seçim süreçlerinde olduğu gibi, 12 yıllık iktidarlarının beton ve demir ağırlıklı gerçekleştirdiği icraatları (ki bu bir yürüyen merdiven de olabilir) bolca dillendirdi.

Erdoğan’ın siyasal varoluş ve kendini yeniden üretişinin bir aracı haline gelen “mağduriyet” söylemi, bu seçim kampanyası boyunca başörtüsü ve şiir okuma retoriklerinin ötesine geçerek “paralel yapı ve darbe girişimleri” gibi çok daha verim alabileceği bir yeni boyuta büründü ve tüm kampanya boyunca da bunu başarılı bir biçimde kullandı. Sorulabilir, Erdoğan’ın seçim kampanyasında demokrasi adına bir şey hiç mi yoktu? Birkaç şey sıralayalım eğer demokrasi mefhumu içine girebilecek olan varsa birlikte karar verelim.

Sondan başlayacak olursak, gazetecileri meydanlarda yuhalatma (gerçi çok alışkın olmadığımız bir pratiği değil zatı âlilerinin ama). Gazeteci Amberin Zaman için “haddini bil, edepsiz kadın” diye yuhalatarak kendisini dinleyenlere, olası bir Cumhurbaşkanı seçilme durumunda basına bakış açısını göstermiş oldu bize.

Sondan bir öncekine gelelim, emir ve talimatları ile yayın yapan iki TV kuruluşunun ve karşısındaki sandalye boş kalmasın diye oturtulan gazeteci iddialı bir adamın karşısında duymak istediği soruları cevaplarken, soykırım ve katliamlardan geçirildikten sonra sayıları birkaç bin kalan bu toprakların en kadım halkı olan Ermeniler için “afedersiniz çok daha çirkin bir biçimde” ile başlayan nefretini kustu.

Son bir örnek olarak, kendisinin halis muhlis Türk olduğunu göstermek ve diğer adayları, Türk olmamak ya da yeterince Türk olmamak üzerinden vurma hamlesi akıllarda kaldı. Bu arada birçok çevre tarafından ehveni şer aday olarak gösterilen ve yeterince Türk olmadığı Erdoğan tarafından vurgulanan adayın (İhsanoğlu) da ısrarla ve çabayla kendisinin de halis muhlis Türk olduğunu ispatlamaya çalışması da ayrı bir utanç kaynağı.

Erdoğan’ın seçim kampanyasında akıllarda en çok kalan ve son döneme tekabül eden (belki de bilerek yapıldı) bu üç örnekle demokrasi mefhumu arasında bir paralellik kurulup kurulamayacağı okuyucuya bırakılıyor.

Özetle Erdoğan, gürültülü, çirkin, küfürlü, saldırgan konuşmalarıyla “ben seçilirsem benden olmayanın vay haline” mesajını verdi. Bu yönüyle zihinsel olarak da pek ayrı düşmediklerini düşündüğüm IŞİD (ya da Erdoğan’ın ifadesiyle “unsur” veya Davutoğlu’nun güzellemesiyle “reaksiyon”) çeteleriyle benzer bir yöntem kullandı. Biri (IŞİD) kendinden olmayanı sorgulamaksızın yok eden bir çete ve varlıklarını sürdürme pratikleri de önemli ölçüde bunun üzerine kurulu. Diğeri (Erdoğan) ise benzer şekilde kendisi gibi düşünmeyeni veya olmayanı hedef gösteren, linç ettiren bir siyasal konumlanışa sahip ve yine Erdoğan da varlığını önemli ölçüde var olan kutuplaşmanın daha da derinleşmesi ve saflaşması üzerinden şekillendiriyor.

Erdoğan karşısında, kendisinin bir “milli mutabakat” projesinin ürünü olduğunu ısrarla dile getiren ve başta MHP/CHP olmak üzere birçok parti tarafından da desteklenen ikinci Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu.

Hakkını yemeyelim, Sayın İhsanoğlu seçim çalışmaları süresince neredeyse hiçbir nezaketsizliğe kendi adına mahal vermedi. Devlet terbiyesi almış bir diplomat gibi (ki öyle) kendi çabalarıyla bir seçim çalışması yapmaya çalıştı. İhsanoğlu’un bir seçim kampanyası yaptığından tam olarak bahsetmek zor, zira ortada planlanmış ve koordineli yürüyen bir kampanya zaten yoktu. Her nedense “milli mutabakatın” bileşenleri gösterdikleri aday için çok da koşma zahmetinde bulunmadılar. Sayın İhsanoğlu, nefesi yettiğince daha ziyada lokal düzeyde insanlarla bir araya gelmeye çalıştı. Erdoğan kadar pervasız olmadığından ve bağırıp çağıramadığın da etkisi var sesinin çok duyulmamasında ama tek neden bu değil şüphesiz.

İhsanoğlu bir şey söylemedi, ne demek bu? Birincisi İhsanoğlu’un adına kampanya diyecek olursak yürüttüğü çalışmaların siyasal bir yanı neredeyse yoktu. Bolca dostluk ve kardeşlik mesajları verdi topluma, birlik ve bütünlüğün çok önemli olduğunu (hele ki bu günlerde, ne zaman olmadıysa) anlattı ısrarla. Birlik ve bütünlükten kasıt ve tabi kardeşliğin çerçevesi ise, üniter yapının korunması, var olan devlet kurumlarının bozulmadan sürekliliğinin sağlanması ve 90 yıl önce öngörüldüğü gibi laik, modern, batıcı ve sonradan eklenen muhafazakar devlet aklının sürdürülmesiydi. Böyle bir devlet içinde yaşana milletin adı da Türk milletidir tabi, köken olarak farklı olanlar olabilir ama Türk milleti hepsini kapsıyor nihayetinde.

Ez cümle Sayın İhsanoğlu, devletten aldığı terbiye ve diplomat kişiliği etrafında şekillenen karakteri ve siyasal perspektifiyle ortaya bunların ötesinde çok da bir şey koyamadı. Tanındı mı, tanındıkça sevildi mi gibi sorulara çok olumlu cevaplar vermek mümkün değil gibi geliyor bana.

 

Gelelim yazı başlığında yer edinen diğer adaya, halkların ve değişimin adayı olarak kendini tanıtan Selahattin Demirtaş. Çok kısıtlı olanaklara karşın, en görünür ve en çok şey şeyi bize söyleyen kampanya şüphesiz Demirtaş’ın kampanyası oldu.

Demirtaş’ı diğer iki aday karşısında farklı kılanların ne olduğu üzerine birçok şey yazıldı, belki çok da yeni bir şey söylemeyeceğim burada ama son bir kez hatırlatmakta da fayda var. Klasik TC rejimin korunması ile neo-klasik bir bir rejim kurma hayalleri ile yatıp kalkan iki aday arasında yükselen “çatlak” bir ses Demirtaş. Rahatsız edici ama bir o kadar da merak uyandıran bir ses.

Neden mi merak uyandıran bir ses, çünkü Demirtaş ilk defa olarak bu toplumda Kuran, bayrak, toprak, vatan, millet, din gibi kavramları kullanmadan, insanı merkeze alan vaatlerde bulundu, üstelik bu vaatleri ben yapacağım demedi, gelin birlikte yapalım dedi.

Çünkü Demirtaş, “benim milletim, benim yargıçım, benim polisim” diye söze başlayıp “benim ülkem” diye bitiren bir aday karşısında, ben bile bana ait değilim “Demirtaş ben değilim, Demirtaş sizsiniz” dedi. Nerede bir yoksul, ezilen, görünmeyen varsa ben oyum dedi Demirtaş.

Çünkü Demirtaş, üç aday içinde demokrasi, insan hakları, özgürlük, eşitlik, barış, hukuk üstünlüğü dışında hiçbir şey vaat etmeyen tek aday.

Çünkü Demirtaş, asker postalları ile ticari ve siyasal İslam arasında tercih yapmak zorunda değildisiniz diyor. Birlikte yaşabilmek için farklı ve azınlıkta olanın yok olmasına ya da çoğunluğa tabi olmasına gerek yok diyor.

Özetle diyor ki Demirtaş, ülke de, toprak da, hazine de, devlet de, bayrak da ancak herkesin olursa birlikte yaşayabiliriz bu ülkede, biri diğerinden daha az ya da daha fazla değil.

Meksika’nın Güneydoğu’sunda yer alan Chiapas bölgesinde otonom bir yönetim kuran Zapatistaların bir sözü var: “Her şey herkesindir, kendimiz için hiçbir şey”

Erdoğan tek bir kişinin olmasında görürken tüm “iyiliği”, Demirtaş Zapatistaların söylediğini tekrarlıyor; bu ülkede her ne varsa o her kesindir diyor. İşte bu yüzden bir kez daha ve bir kez daha Demirtaş diyorum.

Bu üç adayın seçim hazırlık süreçlerine ve olası seçilmeleri durumunda nasıl bir Cumhurbaşkanı olacaklarına dair bir panaroma çizmeye çalıştım. Yarın kuvvetle muhtemel Demirtaş Cumhurbaşkanı olarak seçilecek çoğunlukta bir oy alamayacak, hatta daha kötüsü yine kuvvetle muhtemel Erdoğan ilk turda seçilecek.

Ama ben şimdiden ilan edeyim, seçimleri kazanan Demirtaştır, Demirtaş’ın ifadesiyle, onun şahsında ilk defa bu kadar açık bir biçimde Türkiye’nin tüm ötekileridir, ezilmişleridir, cinsel sınıfsal, ulusal ve dinsel-mezhepsel ayrımcılığa maruz kalanlarıdır. Demirtaş şahsında ortaya çıkan şey, başka türlü bir siyasetin mümkün olduğudur ve kazanan da bu olmuştur.

Ve bu daha başlangıç…

Yoruma kapalı