TKP/ML TİKKO üyesi olduğu gerekçesiyle 2001 yılında tutuklanmış ve yıllarca F tipi hücrelerde tutulmuş gazeteci MEMİK HORUZ, uzunca bir zamandır toplumsal olayları içeren belgeseller yapıyor. Kendisiyle belgeselcilik, Türkiye devrimci solunun belgelendirilmesi ve çektiği belgesellerle ilgili bir röportaj yaptık.
Röportaj: İskender Ünal
***Memik Bey bir belgeselci olarak size belgelemek konusunda neler düşündüğünüzü sormak istiyorum. Özellikle Türkiye solunun tarihini belgelemek konusunda. Yetmişli yıllardaki çoğu siyasi yapıyla alakalı çoğu belgeye ulaşmanın zorluğunu da düşünerek sizin ağzınızdan dinleyelim bu konuyu.
Zaman ve mekân içinde ve insanda her şey her an durmaksızın değişim-dönüşüm halindedir.
Ben, uzayda hiçbir sözün yitip gitmemesini, hiçbir görüntünün kaybolmamasını isterim. Biliyorsunuz buna dair de görüşler var. Eğer doğruysa, doğanın bu özelliği ne kadar müthiş bir şey olur değil mi? Yaşadığımız her şey, söylediğimiz her söz doğanın bir yerlerinde saklı!
Egemenler işlerine gelmeyen yazılı-görsel belgeleri hep yok etmek, gözlerden gizlemek istemişlerdir. Ama doğada saklıysa bunlar, işleri zor! Bir gün bulup çıkartacağız ve hesaplaşacağız demektir. Biz şimdilik, canlı tanık ve yazılı-görsel belgeleri ortaya çıkartarak yapmaya çalışıyoruz bunu. Belgeselci bir tür tarih ve hikâye arkeoloğudur.
Bu bakımdan bizim belgeselciliğimiz (Doliche filmcilik ve yayıncılık ekibi olarak biz bunun sinema ve yazılı-basılı belge haline getirilmesiyle ilgiliyiz), bir bakıma ‘doğa’nın görevini üstlenmiştir. Ama dürüstçe, gerçekliği olduğu gibi kaydeder. Öte yandan gerçeğin ezilenler için ne demek olduğunu bilerek yaklaşır. Çünkü doğa ‘olanı’ kaydeder ama ‘olan’ hangi sınıf için ne anlama geliyor? Bu, mutlaka ayırt edilmesi gereken bir boyuttur. Emperyalistler sömürgeleri ‘modernleştirmek-uygarlaştırmak’ için işgal etmişlerdir! Kemalist dikta Dersim’e ‘uygarlaştırma seferleri’ düzenlemiştir! Oysa bu tablonun bir diğer yüzü, kendi kaderini kendi belirlemek hakkının ihlali, soykırıma uğratılmaktır. Zulümdür. Sömürüdür. Zorla başkalaştırmaktır.
Kuşkusuz, sömürücülerin de belgeselcileri var. Onların çıkarlarına kayıtlar düşmek isterler tarihe. (Zaten sömürücüler yaptıklarını/yaşattıklarını ‘belge’ haline getirirken çarpıtarak kayıt düşüyorlar) Çarpıtmamak diye bir değerleri yoktur. Önleri açık, olanakları boldur.
İşçi sınıfının, emekçilerin, halkların belgeselcileri ise, ezilenler adına, ezilenlerin kurtuluşu ve mutluluğu adına kayıtlar düşmek isterler/ isteriz tarihe. Çarpıtmamayı bir ilke olarak alırız. Gerçekleri ortaya çıkartmak, yapılanlarla hesaplaşmaktır da bizim için. Olanaklarımız kısıtlı, birçok kapı kapalı, resmi ve gayrı resmi birçok engel vardır önümüzde. Engelden öte, tehdit ve yaptırımlar da uzak değildir. Çayan Demirel’in 38 Dersim Katliamı Belgeseli’nin yayınına izin verilmemesi daha hafızalarımızda tazedir örneğin.
“Türkiye solunun tarihini belgelemek” konusuna gelince.
Öncelikle şunu belirtmek isterim; Osmanlı ve TC. Devleti’nin resmi kayıtlarının gerçeğin belgeleri olarak kabul edilebileceği kanaatinde değilim. Bu kanaatim tüm emperyalist-kapitalist dünya egemenlerinin kayıtları için geçerli. Örneğin bize hala Ermeni soykırımı olmadı, asıl onlar Türkleri katletti yalanını ya da ‘Kore kahramanlık’ hikâyeleri anlatmıyorlar mı? Neden Kore’ye asker gönderildi ve ölümlerine neden olundu? Ülkemizin çıkarı içinmiş falan-filan.
Yani ‘Türkiye solunun tarihini’ sadece ya da temel dayanak alınarak resmi belgeler üzerinden belgelemek mümkün değildir. ‘Türkiye solunun’ – hepsine ulaşamasak da – yayınları ise, ‘tarihi belgelemek’ açısından kısıtlı imkânlar sunar bize. Sadece düşünsel analizler, politik tezler değildir çünkü ‘tarih’ dediğimiz. Her şey girer tarihin içine! Yazılan-çizilen-yaşanan her şey!
Öte yandan, siyasi yapıların illegal örgütlenmek zorunda kalmaları/çalışmaları nedeniyle, organ, karar ve üyelik faaliyetlerinin tümden belgelerle kayda geçtiği düşünülemeyeceği gibi, o belgelerin arşivlenerek korunabildiğini de düşünmüyorum. Devletin kısmen ele geçirdiği belgelere ulaşılması da şimdilik mümkün gözükmüyor. ‘Türkiye solunun tarihini’ belgelemek, kısmen yasal çıkmış ve korunabilmiş legal, kısmen korunabilmiş illegal yayınlardan, anı kitaplarından ama daha çok da canlı tanıkların anlatımlarından belgelenebilir. Ve bu konuda çalışmalara fazlasıyla ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. 1920 TKP’ sinin canlı tanıklarını bulmak herhalde imkânsız. Sonrasının tanıklarının da son demleridir. Biz 12 Eylül ‘80’lerin tanıkları annelerin bir kısmına yetişemedik mesela. Ki, canlı tanıkların anlatımları da ‘şaşan’ hafıza nedeniyle, insanın psikolojik savunma refleksi vb. nedenlerle her zaman eleştirel tarzda ele alınmayı zorunlu kılıyor. Gerçeği kendisine yakın ortaya çıkartmak, iğneyle kuyu kazmaktan kolay değildir. Örneğin 17’nin Ötesi- Erdal Eren Davası belgeselimizin canlı tanıklarından birisi, Mamak Askeri Cezaevi komutanı işkenceci Raci Tetik’in birkaç yıl önce İzmir’de yaşamını yitirdiğini duyduğunu söylemiş, biz araştırmalarımızda bunu ya da aksini teyit edebilir bilgiye ulaşamayınca belgeselde kullanmıştık. (Sonra o bölümü çıkarttık)
Tek tek tekil olaylar ve bu mücadelede yaşamını yitirmiş değerlerimizi anlatan belgeseller giderek çoğalıyor. Bu sevindirici. Dijital olanakların yaygınlaşması, ‘isteyen herkesin sinemacılıkla uğraşabileceği’ bu koşullarda yeterli olmasa da önü açık bir alandır.
Biz şu ana kadar, Datça meydanında müzik yapan genç sanatçılar, Ölüm Orucu eyleminde zorla müdahaleye uğrayarak zihinsel ve bedensel sağlığını yitirmiş direnişçiler ve 12 Eylül generallerince haksız ve hukuksuz olarak elleri titremeden idam edilen Erdal Eren’le ilgili belgeseller yaptık. “17’nin Ötesi” belgeselinin gösterimini yaptığımız hemen her yerde izleyenler, artık bütün yaşamını yitirmiş devrimcileri anlatma yükünü omzumuza aldığımıza dair beklentilerini dile getirdiler. Bu çok büyük yük tabi. Bu yükü omuzlamamızın imkânı yoktur. Ama bu bir gerekliliğe de işarettir, davettir.
Buradan ben de bir davette bulunmak isterim: Türkiye Devrimi mücadelesine bir biçimde omuz vermiş olanlar, lütfen birilerinin gelip kendilerini bulmasını beklemeden, dijital olanaklardan yararlanarak görsel ve sözel kayıt altına alıp, korusunlar. Ellerinde varsa yazılı-görsel belgeleri korusunlar. Tanık olduklarımızı ve yaşadıklarımızı tarihin bir yerine not etmek, bireyler olarak da görevimizdir. Türkiye Devrim mücadelesi sadece kahramanlık hikâyeleriyle dolu değildir; eksikleri, yanlışları hatta işlenen suçlarıyla da bizim tarihimizdir. Yanlışla mücadeleyi de ‘bizim yanlışımızla mücadele’ olarak ele alma dürüstlüğünü taşımamız gerekir.
***17’nin Ötesi belgeselinden hareketle belgesel çalışmalarınızda karşılaştığınız sıkıntılardan bahseder misiniz? Oldukça önemli ve zorlu bir işi başardığınız düşünüyorum. Süreci öğrenmek isterim.
Erdal Eren’i ve dava sürecini anlatmaya, 12 Eylül Anneleri üzerine çalışırken karar verdik. Şadan anne bizi çok etkiledi. Zaten kamuoyundan ve okuduğumuz bazı yayın ve kitaplardan da Erdal’la ilgili bilgilerimiz vardı. Yürek yaramızdı.
Örneğin: 17 yaşındaydı, yaşı mahkeme kararıyla büyütülerek idam edildi” deniyordu. (Biliyorsunuz, yasalara göre 18 yaşından küçükler idam edilemiyor). Bu çok acımasız ve vahşiceydi. Daha bir acıtıyordu insanı.
Bu alanda üretmeye ve emek vermeye çalışan bir devrimci olarak, (hemen öncesinde, Devrimci 78’liler Federasyonu, İstanbul ADADER faaliyetinin anma etkinliği için bir Erdal Eren klibi hazırlamıştık) Erdal Eren’in belgeselini gündemime aldım. O sırada (Wernicke Korsakoff’luları anlatan ‘Unutmam Demiştin’ belgeselini bitirmiştim) henüz ekip oluşturma uğraşını veriyordum. Bu çalışma emek ve para isteyen bir çalışmadır. Gönüllü emek harcamak yanında masrafları da üstlenmek gerekiyor. Beş parasız ve hatta kamerasız giriştim çalışmaya. Sağ olsunlar kameraman arkadaşlarım hiçbir ücret talep etmeden, varsa kendi kameraları ile katıldılar çalışmaya. Yol, yemek, kaset vb. giderleri karşılayacak kadar para biriktirdikçe çekimler yaptım. Ücretli öğretmenlik için her zaman iş bulamıyordum. Dolayısıyla bu çalışmayı da eşim çalıştığı temizlik ve çay işlerinden kazandığı paradan biriktirerek finanse ediyordu. Dostlarımız da katkıda bulunuyorlardı. Gittiğimiz şehirde konaklamamızı da dostlarımız sağladı. Hatta çekim yaptığımız insanlardan da destek aldığımız oldu, oradan devam etmek için yolculuğumuza.
Başlarken bir dere gibi gözükmüştü gözüme, kendimi okyanusun içinde buldum. Kamera ve kameraman bulmak giderek zorlaştı. Zorluklar içinde yolculuk yapıyor, ne bulursak yiyor, nereye denk gelirse orada yatıyorduk ama kamera ve kameraman olmadan ne yapabilirdik? O vakitte denk geldim işsiz bir kameraman arkadaşa. Sevgili Evrim, arkadaşım Hidayet hocanın kızıdır. ‘Nazlı yetişti, zorlukları göğüslemekte zorlanır’ deniyordu. Son çekimlerde bir hafta boyunca biz Evrim’le (o arada borçlanarak kamera-tripot, yaka mikrofonu vb. teknik cihazları almıştım) geceleri şehirlerarası otobüs yolculuğu, gündüzleri çekimler yaparak, malzemeler sırtımızda dolaşarak tamamladık çekimleri.
Kurgu- montaj çalışmalarımızda tatilinin bir kısmını bu çalışmaya ayıran Selma öğretmeni de burada anmak isterim. Bütün yol vb. masraflarını kendisi karşılayarak yanımıza geldi, bütün zamanını kapalı mekânda bu çalışmaya ayırdı. Katkıda bulunan onlarca dostumuz oldu. Hepsine buradan da içtenlikle teşekkür ediyorum.
12 Eylül Anneleri ve Metris Firarı üzerine yaptığımız belgesel çalışmalarımızda, karşılaştığımız bir soru oldu. Röportaj yapacağımız karakter ve karaktere ulaşmamızda aracılık yapmasını istediğimiz bazı arkadaşlar, o belgeseli neden yaptığımızı, bundan bir para kazanıp kazanmadığımızı sordu. Samimi kaygılarla anlamak için yapıldığında bunun sorgulanmasına saygı duyuyoruz. Ama bazılarını anlamlandırmakta zorluk çekiyoruz. Örneğin aklımıza takılan ciddi iki soru var. Birisi, örneğini gördüğümüz için soruyoruz; burjuva entelijansiyadan belgeselci, yazar ve gazetecilere konuşurken ya da aracılık yaparken heyecanla koşturup bin bir gayret içerisine giren, hürmetten ne yapacağını bilemeyen insanlar neden bizden, içimizden belgeselcilere gelince bu soruları soruyorlar?
İkinci sorum da şu: Bu çalışmalara verdiğimiz emek, zaman ve harcadığımız paralar karşılığında, bize bir miktar da para olarak dönse, bu çalışmaları daha kolay yapsak bunun neresi yanlış? Nereye kadar gıdım gıdım maaşımızdan biriktirerek, çevremizdeki eş-dosttan destekler alarak bu çalışmayı sürdürebiliriz?
Bizim için belgesellerin gösterilmesi, kitlelere ulaştırılması da başlı başına bir sorun. İlk gösterim (gala) işini ekip olarak biz organize ediyoruz. Bir belediye vb. kurumdan ücretsiz salon kiralıyoruz ve gösterimini yapıyoruz. Sonra kurumlar (parti, baro, meslek odası, sendika, dernek), bir araya gelmiş arkadaş grupları vb. kendi imkânlarıyla salon kiralayıp, gösterimler organize edebiliyorlar. DVD gönderiyoruz. Bazen yol masraflarımızı karşılayarak bizi de konuk ediyorlar.
YouTube gibi video paylaşım siteleri de, ürünlerimizi kitlelere ulaştırmak için kullandığımız bir yoldur.
***17’nin Ötesi belgeselinde çok önemli bir yaş vurgusu var. 17 yaş vurgusunun Erdal Eren’in suçsuzluğunun önüne geçtiğine dair. Bu konuda düşüncelerinizi dinleyelim.
Erdal Eren’e dair belgesel çalışmamızın adını “17’nin Ötesi” koymamızın anlamı şudur; Erdal Eren 18 yaşında olsaydı idam edilmesi normal mi karşılanacaktı? İkincisi, buradaki mesele yaş değil, “atılı suçu” (askerin ölümü) Erdal’ın işlememiş olması ve yargılamanın hukuksuz oluşudur.
İdam cezası, dönüşü olmayan bir cezadır. İdam cezası, devlet eliyle ve resmi törenle işlenen cinayettir. Ve idam edilen bir devrimciyse, hiçbir koşulda, sömürü sistemine karşı mücadele eden bir devrimcinin idam edilmesi hatta cezaevine konulması bile meşru kabul edilemez. Burjuva adaleti, adaletsizliğin kendisidir.
Erdal Eren, 2 Şubat 1980’de, yani korsan miting ve jandarma erinin vurulduğu çatışma sırasında kaç yaşındaydı?
Erdal Eren nüfusa göre, 25 Eylül 1961 doğumludur ve o tarihte yaşı 18’den 4 ay fazladır. 18 yaşını doldurmuş, 4 ay da geçmiştir. Nitekim babası Ahmet Eren cuntacılara yazdığı mektupta, ‘Olay 4 ay önce olsaydı oğlum yaş küçüklüğü indiriminden yararlanacaktı’ der.
Bu konuya dair, avukatlar yaş tespiti talebinde bulunmuşlardır. Amcaoğlu ve o dönem TDKP’nin (Erdal’ın da içinde olduğu örgütün) sorumlularından Gökalp Eren’in anlatımlarına göre, Erdal tutuklandığında başbakan olan Süleyman Demirel, mahkemelere kamuya açık konuşmalarla talimat vermiş, mahkemeler de hızla idamı gerçekleştirmek üzere harekete geçmiştir. Nitekim 1.5 ay gibi kısa sürede 4 duruşma yaparak idam cezası vermiştir. İşte bu hızlı gidişi engellemek için, duruşmalar sürerken yaş tartışması açılmıştır. Bir yöntem olarak bu anlaşılır bir tutumdur. Yapılacak şey de tıbbi olarak yaş tespiti işlemlerine tabi tutulmasıdır. Aile ve avukatların bütün ısrarlarına karşın mahkeme, (herhalde onlar da ‘ya küçük çıkarsa?’ kaygısına kapılmış ya da gizli kararlarının gecikmesini istemedikleri için) hukuksuzca işlemleri sürdürmeye devam etmiştir. Çünkü böyle bir talep mutlaka yanıtlanmak zorundadır. İkincisi de, Giresun Nüfus Müdürlüğü’nden faksla mahkemeye iletilen belge mühür ve imza barındırmadığından resmi nitelik taşımamaktadır. Dolayısıyla o da hukuksuzca kabul edilmiştir.
Bütün bunlardan sonra, abi Erkan Eren, belgeselimizde de geçtiği gibi; “ Bu yaş konusu da aslında beni biraz rahatsız ediyor. Hep 16 yaş filan derler, 64 doğumlu diye geçer birçok yerde. İnternette filan da bakarsınız. Erdal nüfusa göre ‘61 Eylül doğumlu. Yani nüfusa göre olay günü de 18’den 3-4 ay almış gibi gözüküyor. Bizim mahkemede tek takıldığımız nokta, belki birkaç ay büyük yazılmış olabilir. Yani küçük yerlerde. Tabi o konuda ben annemle babamdan çok net bir şey hatırlamıyorum. Yani o konuda tereddütleri var mı yok mu açıkçası hiç konuşmadık. Babamı da zaten çok oldu kaybedeli. Annem de ne kadar hatırlar bilmiyorum yani o dönemi. İşte öyle bir ihtimal var mı yok mu açıkçası ben kafamda çok tereddütlüyüm. Ama takıldığım nokta şey yapmadılar. Yani o kadar ısrara, başvurulara rağmen kemik yaşı incelemesi, kemik grafisi yaptırmadılar. Yani sadece nüfustan gelen belgeyle 18 yaşını doldurmuştur deyip infaz ettiler. Yani yaşla ilgili tek nokta o. Ama tabi yıllardır hep şey geldi. İşte 17 yaşında yaşı büyütülüp idam edildi falan gibi konuşulduğu için her yerde her ortamda. Başbakan bile öyle dedi yani araştırıp etmeden.”
Anlaşıldığı gibi, ortada “mahkeme kararıyla yaş büyütme” gibi bir olay yoktur. Mahkeme tıbbi yollarla yaş tespiti yapılmasından kaçınmış, yeterli olmayan belgeyi geçerli kılmış ve ‘Görünüş olarak büyük gösteriyor’ gibi dış gözlemle kendileri karar vererek her açıdan hukuksuz işlem yapmıştır. Savunma tanıklarını, Erdal’la beraber yakalananları dinlememiş, ekspertiz raporundaki çelişkileri ve Erdal lehine durumları görmezden gelmiştir vs..
Yani yaşın ötesinde, Erdal’ın atılı suçun faili olmadığı belgelerden rahatlıkla anlaşılmakta olduğu halde ceza verilmiştir.
Yaş konusunun bir nedeni de, Hürriyet Gazetesi’nin devrimcileri kötü göstermek amacıyla çarpık bir haber yaparak; “16 yaşındaki çocuğun eline silah verip adam vurdurttular” başlığını atmasıdır. Bu durumda Erdal 1964 doğumlu olmuş olmakta ve olay esnasında 16 yaşında, 9 ay sonra idam edildiğinde de 17 yaşında olmuş olmaktadır.
Sonuçta, kamuoyu vicdanı, bütün bu hukuksuzlukları; “Erdal Eren 17 yaşındaydı, mahkeme kararıyla büyüttürüp astılar” şeklinde belleğine kazımış, dillere de böyle yerleştirmiştir. Bunu değiştirmek ne kadar mümkündür onu da bilemiyorum.
*** Belgeseldeki sokak röportajları aslında ülke hafızasına dair önemli şeyler söylüyor. Bu röportajlar sırasında yaşadıklarınızı anlatır mısınız?
Sokak röportajlarımızda, Ankara’da Kızılay, İstanbul’da Eminönü, Beşiktaş, Kadıköy ve Etiler sokaklarında 155 kişiye Erdal Eren ve Kenan Evren’i sorduk. Toplumsal hafızamızın hali pür melalini gösteren bir tabloydu. Belgelemenin, bilgileri güncellemenin, unutmama ve unutturmamanın önemini bir kez daha gördük.
Eminönü’nde röportaj yaparken karşılaştığımız ve darbeyi, Kenan Evren’in zulmünü gerekli ve iyi bulan, (Herkes birbirini vuruyordu, ihtilal oldu ertesi gün bıçakla kesilir gibi olaylar kesildi, bu iyi bir şeydir diyen) kendisinin emekli emniyet görevlisi, kardeşlerinden birkaçının da halen emniyet görevlisi olduğunu söyleyen kişiyle tartışmayı derinleştirememenin acısı hala içimdedir. Sadece sorular sorarak ‘tartışmak’ zorunda kaldığımız için canım yandı.
***Unutmam Demiştin’ belgeselinde 19-20 Aralık katliamının halen devam eden etkilerini görüyoruz. Belgesel yapım sürecini ve Türkiye solunun ‘hafızasını’ konuşalım isterseniz.
Ölüm Orucu, devletin 19 Aralık katliamı ve daha birçok şey… Devrimci hareketlerin aynı zamanda kendileriyle de yüzleşmelerinin gerekli olduğu şeylerdir. Bunlar çok kapsamlı konulardır. Biz, Ölüm Orucu gazilerinin öyküsünü anlatırken, daha çok dışarıya çıkmış direnişçi arkadaşların bugün ne yaşadıkları ve nelere ihtiyaç duydukları üzerinde durduk. “Unutmam Demiştin” adlı belgeselimiz hem unutan topluma sözünü hatırlatmayı hem de beyin organları zedelenmiş, zihinleri unutmayla zehirlenmiş ve kayıt etmekte yetersiz kalmış direnişçi arkadaşların unutmama özlemini dile getirmeyi hedefledi.
Dayanışma Ağı Derneği’nin öncelikle mahpuslarla başlayıp toplumda dayanışma gerçekliğini oluşturma çabası bir aşamadan sonra genişleyerek, “Wernicke Korsakofflular (WK) ve Eski Mahpuslarla Dayanışma Girişimi” halini almıştı. “Unutmam Demiştin” belgeselimiz, bu girişimin başlatmış olduğu kampanyanın gerekliliğini dile getiren ve topluma bu gerçeği göstermek isteyen bir çalışmaydı.
*** Wernicke Korsakoff hastalarının dayanışma ağıyla ilgili bir çalışmanız da var. Bu ağdan ve ağın çalışmalarından bahseder misiniz? ‘İlk Etabı Başardık’ çalışmanız oldukça umut verici aşamalardan geçildiğini gösteriyor.
Bu çalışma bugün, 64’ü yurtdışı olmak üzere 192 WK’lu arkadaşa ulaşmış, bunlardan İstanbul’da ihtiyacı olanların düzenli barınabildiği ve rozet yapım atölyesinin bulunduğu dubleks bir daireyi satın alarak yaşam ve üretim alanı haline getirmiştir. Bazı arkadaşların çalışma yaşamına girmelerine, sosyalleşmelerine, tedavi ve kontrollerinin sağlanmasına katkıda bulunmuştur. WK’lu arkadaşlarla birlikte yakınlarının da katıldığı yaz kamplarından dördüncüsünü bu yıl gerçekleştirmiştir.
Bu kapsamda belgesel çalışmamız devam etmektedir. 40’tan fazla WK’lu arkadaşla yaptığımız röportajlar ve bu çalışmanın tüm sürecini ele alan yeni bir belgeselin kurgu aşamasına gelinmiştir. Çalışmanın bir aşaması da, “İlk Etabı Başardık” çalışmasıyla klip haline getirilmiştir.
***Simurg, F Tipi Film ve sizin ‘Unutmam Demiştiniz’ adlı belgeseliniz hapishanelerde yaşanan ve toplum tarafından unutulan, unutturulmaya çalışılan konulara odaklanıyor. Bu minvaldeki çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz.
Ülkemiz hapishanelerine, direnişlere, katliamlara yönelik belgesel çalışmalarını da diğer bütün çalışmalar gibi önemsiyor, değerli buluyorum. ‘Ne kadar çok belgesel film, kitap vb. çalışma, o kadar hafızanın tazelenmesi’ diyebilirim. Aynı olayı ele alan birden fazla belgesel olmasını da aynı şekilde yararlı buluyorum. Hiçbir konu bir kez çalışılıp geçilecek konu değildir. Değişik yönleri, değişik ele alış/anlatış tarzıyla defalarca işlenebilir. WK’lu arkadaşlar ilk çıktıklarında bizzat kendileri de birden çok belgesel çalışmasına imza atmışlardı. Bu daha anlamlıydı ve devam etmeleri sadece umudumuzu değil aynı zamanda onların gözünden gerçeklerin dile getirilişine de tanık olmamızı sağlayacaktır. Sadece hapishaneler, Ölüm Orucu vb. değil, her konuya el atmaları umudumuzu fazlasıyla çoğaltacaktır. Yalnızlaştırılmak, sakatlanarak toplumsal üretim dışı bırakılmak, kendi kabuğunda çürütülmek istenen arkadaşların bir araya gelebilmeleri ve her alanda üretebilmeleri, egemenlerin başarısızlığının da bir kanıtı olacaktır.
***Türkiye belgesel sineması hakkında neler düşünüyorsunuz? Son dönemde beğendiğiniz örnekler var mı? Bir seyirci olarak belgesel sinema ile ilişkinizi merak ettim. Sizi en çok etkileyen belgeler neler oldu mesela?
Belgesel sinemacılığın tarihi Türkiye’de çok daha yeni. Dijital olanakların artması, bunlara ulaşabilir olmamız, sinemacılığın yaygınlaşmasını da getirdi ve toplumsal gerçeklikle, egemen sistemle sorunu olanlara bu yolla gerçekleri açığa çıkartma ve hesaplaşma imkanı sundu. (Karşı-devrimin, sömürücülerin, ırkçı ve dinci faşistlerin, gericilerin de bu olanaklardan yararlandıklarını görüyoruz). Ama her halükarda halkın elinde önemli bir silahtır sinema ve bunun içinde belgeselcilik.
Sözlü tarih çalışmasıyla kardeş olan belgesel sinemacılık, sinemacılığın tüm olanaklarından yararlanma şansına da sahip. Deyim uygunsa, önünde ‘mesleki’ bir sınır bulunmuyor. Yazılı-görsel belgelerden yararlanabilirsiniz. Canlı tanıklarla röportajları kullanabilirsiniz. Animasyon, karikatür, resim, fotoğraf ve grafik olanaklarından yararlanabilirsiniz. Kurgusal çekim olanaklarından yararlanabilirsiniz. Müzikten, seslendirmekten, ışık ve renklerden yararlanabilirsiniz…
Son yıllarda toplumcu belgeselcilik hızla ürünler vermeyi sürdürüyor. Belgesel Sinemacılar Birliği, daha çok bu türden belgeselcilerin buluştuğu bir örgütlenme. Mesleki bir örgütlenmedir. Ve çalışmaların kolaylaştırılması, ürünlerin kitlelere ulaştırılması açısından ciddi çalışmalar yürütmektedir.
Birçok değerli, güzel belgesel film var. Burada Çayan Demirel’in “38 Dersim Katliamı Belgeseli”ne yeniden değinmek isterim. Daha başlangıcında, yaşlı bir adam, başına yeniden belalar geleceği kaygısını dile getirir. Bu bizim de çok karşılaştığımız bir durum. En ağır zulüm dönemlerinde başı dik durabilmiş insanlar bile, 12 Eylül’den 33-34 yıl sonra, hatta sözde Kenan Evrenler yargılandığı halde, korkularını dile getiriyorlar. Ve bu gibileri ikna etmek hiç de kolay olmuyor. İkna olmayanlar da oluyor. Daha bu yılın Ağustos ayının sonunda Dersim’de, bir anne bu nedenle konuşmaktan imtina etti. Oysa eşi, kendisi ve çocukları 12 Eylül’cülerin tüm zulümlerine sonuna kadar direnmiş, kimlik ve kişiliklerinden vazgeçmemiş, uygulamalarına boyun eğmemişlerdi. Ama işte 34 yıl sonra bu konuları konuşmaktan kaçınıyorlardı.
Böylesi bir sahne, Çayan Demirel’in belgeselinde şöyle geçer:
– “Bunun yayını yoksa size konuşayım. Ama götürüp başımıza tehlikeli iş açacaksanız konuşmayalım.”
– (…)
– Sizde mi kalacak?”
– (…)
– “Peki, sizde yakalanırsa ne olacak?”
– (…)
– “Siz kapatın ben size konuşayım. Kapatmazsanız konuşmayacağım. Tehlikeli iş kötüdür.
– (…)
– “Şimdi bu Kemal Paşa… Ama kapatın ha!”
Beni çok etkileyen bir sahnesi de, askerlerin ellerinde isyancılardan birisinin gövdesinden kopardıkları kafasıyla çektirdikleri fotoğrafın üzerine, kenarında Tunceli- 3. Ordu Manevrası Hatırası, ortasında da 1938 tarihi yazan madalyasının düşmesiydi.
Aklımda bir sıkıntı: Biz bütün bu zulümlerle, katliamlarla hesaplaşamazsak, sadece suçlular cezasız kalmıyor aynı zamanda gelecekte bunların hep yinelenme riski de artıyor.
***Şu anda üzerinde çalıştığınız projeleriniz var mı? Daha sonra neler düşünüyorsunuz?”
12 Eylül 2015 tarihinde, askeri faşist darbenin 35. Yılında gösterime sunmak üzere, 12 Eylül Anneleri belgeselini hazırlıyoruz. Çekimlerini bitirdik. Artvin’den Mersin’e, Antep’e, İstanbul’dan Van’a, Batman’a, Dersim’e, Adıyaman’a, Urfa’ya kadar Türk, Kürt, Laz ve Ermeni, 186 anneyle çekimler yaptık. Şimdi kurgu-montaj sürecinde. Belgeselimizi Türkçe ve Kürtçe, iki dilli olarak çıkartacak ve tüm röportajları Türkçe olarak kitaplaştıracağız.
Bunun yanında elimizde çekimleri bitmiş, kurgu-montaj bekleyen ‘Kilis Yollarında TİP’liler’ çalışmamız; halen çekimlerini sürdürdüğümüz Orhan Bakır belgesel çalışmalarımız devam ediyor. Adıyaman’ın bir yöresinde Kasım ayına denk düşen bir zamanda önceleri geleneksel olarak kutlanan ‘yeni yıl’ kutlamaları olurmuş. Onun üzeri bir çalışma tasarlıyoruz. Batman Suçeken Köyünün, Gunde Şıkefta (Mağara Köy) olduğu günlerde (12 Eylül öncesi ve sırasında) bir ailenin öyküsünü (ağa ve devlet zulmüne direnen, evlerine bombalı paket gönderilip hamile kadın ve çocukları katledilen, çocuklarımızın kanı çiğnenmesin diyerek evini o günden beri kapalı tutan bir ailenin öyküsünü) anlatan kısa belgeselimiz her şeyiyle bitmiş, İngilizce alt yazısının konmasını bekliyor.
Ve Annelerden sonra sırada bekleyen; 12 Eylül Avukatları, 12 Eylül Çocukları,12 Eylül Eşleri, sendikacıları ele almak üzere tasarlanmış çalışmalarımız var.