Neredeyse 12 Eylül askerî darbesinden beri Türkiye’nin solcu aydını, sınıfların ya buharlaştığını söylüyordu ya da kimlikler arasında herhangi bir kimlik olarak önemsizleştiğini. Sosyalist solun askerî rejimin ağır saldırısı altında kaldığı bir dönemde, “postmodern çağ” olarak anılan dönemin dünya çapında kulak verilen filozoflarından da güç alıyordu bu yaklaşım. Marksizm gerçek dünyada sınıfları ilga etmek için mücadele etmişti. Postmodern kimlik politikası ise sınıfları hayal dünyasında ortadan kaldırıyordu.
2011-2013 arasındaki devrimci dalga hem dünyada hem de Türkiye’de sınıfları getirdi bu aydınların gündeminin orta yerine yerleştirdi. Başka ne olabilirdi ki? Tunus’ta ve Mısır’da milyonlarca insan zalim diktatörleri devirirken, ciddiye alınmak isteyen herhangi bir düşünür, “kim bu insanlar, neden canlarını feda ediyorlar?” diye sormadan kendini nasıl dinletebilirdi? Önce “bütün toplum twitter devrimi yaptı” oyalamasını denediler. Sosyal medya önemsiz olduğu için “oyalama” demiyoruz, twitter’la haberleşenler de sınıf sınıf insan olabilir diye “oyalama” diyoruz. Hemen ardından İspanya ve Yunanistan’da meydanlar işgal edildi. Gençler, gençler, gençler… Oldukça iyi halli görünüyorlar. “Orta sınıf” teşhisi sahneye çıkarılmaya başladı. 21. yüzyıl sol aydınının sevgilisi Slavoj Žižek Mısır’dan İspanya’ya kadar her yerde “geçmiş ayrıcalıklarını korumak isteyen orta sınıfların tepkisi” olarak sunmaya kalkıştı bütün bu hareketleri. Ama rahatsız edici küçük bir ayrıntı vardı. Madrid’in Plaza del Sol’ünü ya da Atina’nın Sindagma Meydanı’nı haftalarca işgal eden gençliğin en az yarısı, resmî istatistiklerde işsiz görünüyordu! Epeyce proletaryaya has bir gösterge!
Sonra “Occupy Wall Street” ve onun ABD’nin 50’den fazla coğrafyasındaki uzantıları geldi. Burada başa çıkılması özellikle zor bir durum vardı. Hareket çok güçlü olduğu için değil. Mısır’la karşılaştırıldığında Occupy hareketi oldukça zayıftı. Ama sokağa çıkanlar, “biz yüzde 99’uz” diye haykırıyorlardı. Her biri farklı bir ezilme, yabancılaşma, kimlik sorunu yaşıyor olabilirdi. Ama “farklılıklarımız içinde hepimizi birleştiren bir şey var, biz %1’lik bankacı, kapitalist, para babası takımına karşı yüzde 99’uz” diyorlardı. Postmodern aydınımız, kapitalist sistemin kalbinden gelen bu sinyalle nihayet şok tedavisi görmüşçesine uyandı. “Yüzde 99” mecazı, bulanıktı, abartılıydı, ama toplumsal sınıflara çok benzeyen bir şey söylüyordu! İşte Türkiye’de Haziran 2013’te başlayan ve farklı biçimler altında sonbahara dek süren Gezi İsyanı gündeme bu ideolojik iklimde geldi. Türkiye’nin postmodern/ sol liberal aydınları şanslıydı. Ön sinyaller alınmış, artık papağan gibi “sınıflar buharlaştı” demenin ikna edici olmayacağı belli olmuştu. “Sınıf” artık kimsenin elinin tersiyle itebileceği, “eski moda” bir kavram değildi. O zaman kullanılmalıydı. Türkiye aydını sınıflara geri dönüyordu!
Ama isyan Türkiye’nin en zengin kentinde en zengin semtlerden birinde büyük bir öğrenci kitlesinin katılımı ile başlayınca, çözüm bulundu: “orta sınıflar”. Amerikan sosyolojisinin bu içi boş sevgilisi, tartışmanın merkezine oturdu… “Orta sınıflar” teşhisinin mantıksal sonucu karşı çıkılamayacak kadar berrak: “orta” ya da değil, sınıflar! Sınıf tahlili Türkiye’nin sol eğilimli aydınlar dünyasının yeniden merkezine oturmuştur.
Postmodernizme geçmiş olsun!
* Bu yazı, S. Savran ve K. Tanyılmaz’la birlikte hazırladığımız, David Camfield, Özgür Öztürk, M.Meryem Kurtulmuş, İrfan Kaygısız, Burak Gürel, Mustafa Kemal Coşkun’un da katkılarını içeren ve geçtiğimiz hafta Yordam Kitap tarafından yayınlanan Marksizm ve Sınıflar: Dünyada ve Türkiye’de Sınıflar ve Mücadeleleri’ne yazdığımız Önsöz’den alınmıştır. Kitap, Marx’ta ve Marksist teoride sınıflar, maddi olmayan emek teorisi, yalın üretim ve esneklik, sendikalar, KESK, Türkiye’de ve dünyada işçi sınıfının somut varlığı, Türkiye’de finans kapital ve kırda sınıf mücadeleleri üzerine yazılardan oluşuyor.