Prekarya: Güvencesizlik yeni bir sınıf mı yaratıyor? – Selim Ergunalp

15 – 16 Haziran büyük işçi direnişinden, 40 yıldan fazla bir süre sonra, Türkiye solu tekrar işçi sınıfının varlığını tartışmaya başladı. O yıllarda 2 milyona yaklaşan işçi sayısı bugün 10 milyonu fazlasıyla aşmışken; artık sanayi proleteryasından söz edilemeyeceğini, yeni toplumsal sınıf ve tabakaların işçi sınıfının yerini aldığını ve benzeri iddiaları hergün bir başka yayın organında okumak mümkün. Bu iddialardan bir tanesi; Prekarya adı altında yeni bir sınıfın “güneşi selamladığı”, neredeyse hemen herkes tarafından sorgusuzca benimseniyor. Fakat bu iddiaların ardındaki siyasal anlayış henüz yeterince tartışılmadı. Okuduğunuz yazı Prekarya konusundaki iddiaları sınıfsal açıdan kısaca gözden geçirmek kaygısıyla kaleme alındı.

Kim ne söylüyor?

Express dergisinin Kasım – Aralık 2013 (sayı 139) sayısında HDP’den Ertuğrul Kürkçü ve Sırrı Süreyya Önder ile yapılan iki uzun mülakat yer alıyor. Dergi redaksiyonunun ifadesiyle “yeni siyaset”in tartışıldığı bu mülakatlarda partinin bu iki önderi Haziran ayaklanmaları söz konusu olduğunda birbirlerinden tamamen farklı sınıf anlayışlarını dile getiriyorlar. Ertuğrul Kürkçü; “Gezi hakikati içinde işçi olmayan hiç bir şey yok. Kendimi de bir keresinde yakalamıştım, ‘orta sınıf’ diye gevelerken. Bunlar edinilmiş ön yargı kalıpları içinden konuşmak!” (2013a; 15) derken, Sırrı Süreyya Önder; kendisine, aynı dergide daha önce yayınlanan “Bildiğimiz siyasetin sonu” başlıklı yazısı hatırlatılarak; “Direnişin bir prekarya boyutu olduğu aşikâr. Beyaz yakalıların ve orta sınıfın direnişe katılması, plazalardan taşan eylemler, Türkiye için sınıf mücadelesinin bu yeni boyutunun da asla inkâr edilemeyecek tekrar ortaya çıkışının en açık göstergesi.” diye  yazdığı belirtildiğinde, “en az işçi sınıfı kadar vazgeçilmemiz olacak bir kitleden bahsediyoruz” (2013a; 68) diye cevap veriyor. Acaba işçi sınıfının yanında, fakat ondan farklı yeni bir sınıf mı ortaya çıkıyor? Birbirine tamamen zıt, aynı olayın, yani Haziran ayaklanmalarının tahliline dayanan bu iki farklı sınıf anlayışı nereden kaynaklanıyor? Bu farklılığın HDP’nin siyasi tavrına nasıl yansıdığı ve kitlelere ilettiği mesajın hangi yankıları uyandırdığı üzerine uzun uzun tartışılabilir. Fakat böyle bir tartışma yerine son bir kaç senede pek moda olan şu Prekarya kavramının üzerinde biraz durmak da yararlı olabilir.

Sırrı Süreyya Önder bu tahlilinin kaynağını şöyle açıklıyor: “Prekarya meselesinin ne kadar önemli olduğunu Sarphan Uzunoğlu’ndan – kendisi danışmanımdır – öğrendim. (…) Bu konudaki bütün farkındalığımı ona borçluyum. Bunun büyük bir eksimiz olduğunu Gezi’den önce farkettim.” (2013a; 68) Gerçekten de, diğer bir kısım akedemisyenin yanı sıra Sarphan Uzunoğlu da Türkiye’deki toplumsal sınıfların yeni unsurları olduğu iddia edilen Prekarya hakkında son yıllarda çeşitli yazılar kaleme aldı. O halde bu tanımın kaynağına giderek Prekarya’nın[1] ne olduğunu anlamaya çalışalım. Ancak bunun pek kolay olmayacağını belirtmek gerekir. Sarphan Uzunoğlu’nun yazılarında net bir toplumsal sınıf ya da tabaka tanımlamasından çok, başka kaynaklara refanslar sık sık karşımıza çıkıyor.

S. Uzunoğlu kendisi bir tanım yapmadan önce Tanıl Bora’nın bir tanımının “meseleyi haysiyetli anlatan” bir  tanım olduğunu söyleyerek şunları aktarıyor: “Prekarya, yani: ‘Güvencesiz çalıştırılan, deyim yerindeyse kronik geçici işlere mahkûm, bir işe sahip olmakla işsizlik (veya işsizlik tehdidi) arasındaki müphem alanda bulunanlar … Bugün emek süreçlerinin esnekleşmesiyle her iş güvencesizleşiyor, ‘prekerleşiyor’, böylece nesnel – potansiyel olarak bütün çalışanları prekaryaya dahil eden bir eğilim var. Bir de sömürüden bile dışlanan, ‘lüzumsuz’ addedilen nüfus var ki, insanlığın çoğunluğunu oluşturuyor.” (2013c) Bu tanımda ilk başta dikkati çeken özellik, kendileri hakkında tartışılan insanların, hayatlarını devam ettirmek, geçimlerini sağlamak için işgüçlerini satmaktan başka olanakları olmadığıdır. Fakat bu özellik Marksist yazında, öteden beri, işçi sınıfının özgün bir niteliği olarak zaten belirtilmiştir. O halde bu özelliği yeni bir toplumsal sınıf ya da tabakanın, yani Prekarya’nın kendisini, işçi sınıfından ya da başka sınıf veya tabakalardan ayırd eden bir özellik olarak kabul etmek mümkün değildir. Buna rağmen bu insanları işçi sınıfından ayrıran bir özgünlük olmalı ki, kendilerini Prekerya adı altında başka bir toplumsal tabaka veya sınıf olarak tanımlama ihtiyacı ortaya çıksın. Kendisi “sömürüden bile dışlanan, lüzumsuz addedilen” bir kitle tanımı ise iş-gücünü satarak geçimini sağlayan insanlar için her halde söz konusu olamaz. Kapitalizmde “sömürüden dışlanan” yegane sınıf, artık-değere el koyan kapitalistlerin kendileridir.

Sarphan Uzunoğlu iddialarını kanıtlamak için şunları ileri sürüyor: “Guy Standing prekaryayı, işverenini ya da iş arkadaşlarının sayısını dahi bilemeyecek denli emeğin merkezinden uzak olan bir grup olarak tanımlıyor.” “… yeni medyanın ortaya çıkışını sağlayan teknolojik koşullar kapitalizmin de kendi üretim koşullarını yaratmasına, özellikle de neo-liberal ekonomi evresiyle birlikte normları olmayan, denetlenemez bir üretim sürecine varılmasına sebep oldu.” Burada insanın kafasına sayısız sorular takılıyor: Kapitalizmin kendi üretim koşullarını yaratması teknolojinin ortaya çıkmasına mı bağlıdır? Kast edilen teknoloji ortaya çıkmadan kapitalizm yok muydu? Devam edelim: “Kendisi de Marksist bir kökenden gelen Castells’in yeni bir sınıf kavramını dolaşıma sokması tam da bu meseleyle ilgiliydi. Castells’e göre ‘teknolojik gelişmeye ayak uyduran ve bilgi toplumunun gereklerini yerine getirenler’ bir sınıf, getiremeyenlerse ayrı bir sınıf olacaktı.” Demek ki, sınıf aidiyeti insanların üretim sürecindeki rollerine göre değil, teknolojiye ayak uydurup uyduramadıklarına göre belirlenecekmiş. Manuel Castells’in Marksist olup olmadığı bir yana, “dolaşıma soktuğu yeni sınıf kavramı”nın, yani sınıfların ortaya çıkışlarının teknolojiye, matematiğe, fiziğe, elektroniğe vs., bağlı olmasının Marksizmle hiç bir alakası yoktur. Devam edelim: “Güvencesiz emek sistemi, taşeron sistemi yahut ‘prekarya’ dediğimiz bu kavram, tam da bu gayrimerkezi, flu çalışma sistemini anlatmak için kullanılıyor.” (2013) Acaba “flu” yani belirsiz, şekilsiz olan kapitalist çalışma sistemi midir, yoksa tam olarak hangi temellere dayandığı belli olamayan sınıf anlayışı mı?

Ancak Prekarya olarak tanımlanan yeni bir sınıfın ortaya çıktığı savı sadece S. Uzunoğlu tarafından savulmamaktadır. Geniş bir akademisyenler çevresi aynı savları değişik üslüplarda çeşitli “sol”, “devrimci” yayınlarda ileri sürmektedirler. Prekarya tezlerinin savunucularından biri de Ayşe Buğra’dır. Express dergisinde şunları okuyoruz:“Bu istisnalar arasında, Guy Standing’in 2012’de yayınladığı bir kitap özellikle önemli. Standing, bugün dünyada çalışan nüfusun büyük çoğunluğunun, prekarya terimiyle tanımladığı, düzenli bir çalışma hayatına ve sürekli bir işe bağlı olarak edinilen sosyal haklara sahip olmayan, kendilerini sabit bir iş yerine ve orada kurulan ilişkilere bağlı hissetmeyen insanlardan oluştuğunu yazıyor.” “Standing, prekaryanın bir cennet senaryosu içinde de rol alabileceğini de düşünüyor. İhtiyaç duyulan güvencenin ve aidiyet duygusunun çalışma hayatı dışında, toplum düzeyinde tanımlanmasını, hem sosyal haklardan hem de ortak kullanılan kamu alanlarından oluşan “müşterekler”e (commons) sahip çıkılmasını, prekaryanın ortak çıkarı olarak görmek mümkün. Cennet senaryosunda yeni tehlikeli sınıfın toplumu dönüştürmekte oynayabileceği rol, bu yöndeki taleplerin hayata geçmesi için verilecek mücadele içinde belirleniyor.” (2013b; 60-64)

Bir başka örneği Şebnem Oğuz’un “Proleterya’dan Prekarya’ya mı?” adlı çalışmasında görebiliriz: “Bir yandan, metaların “bilişsel içeriği”nin üretimi, sanayi ve hizmet sektörlerindeki büyük şirketlerde çalışan işçilerin emek süreçlerinde sibernetik ve bilgisayar kontrolü gerektiren vasıflara sahip olmaları anlamına gelir. Öte yandan, metaların “kültürel içeriği”nin üretimi ise, sanatsal ve kültürel standartları tanımlama, modalar, zevkler, tüketici normları ve kamuoyu oluşturulması gibi işleri yapabilmeleri anlamına gelir. Bu süreçte kol emeği “entellektüelleşirken”, kafa emeği “kitleselleşmiş” ve bu ikisi arasındaki ayrım önemsizleşmiştir. Aynı süreçte her iki emek türü de esnekleşip güvencesizleşerek yeni bir sınıfsal temelde buluşmuştur. İşte bu buluşmanın adı “prekarya”dır.” (2011b; 17) Demek ki; emeğini satarak geçinenlerin şu ya da bu sınıfa ait olmaları, onların üretim sürecinde oynadıkları role değil, emeğin entellektüelleşmesi, esnekleşmesi ve de güvencesizleşmesinde imiş!

Temelini bu “teorik” açıklamaların oluşturduğu ortamda, daha bir çok başka yazar akıntıya uyarak tüyler ürpertici yorumlar yapabiliyorlar. Bunların en uç örneklerinden birini Lütfi Bergen’in bir yazısında görüyoruz. Kentleşme sorununu ele aldığı yazısında, yazar; “Artık burjuva/proleter kavramları yerine Plütonomi/Prekarya kavramlarını kullanmak gerekecek. Bu iyi oldu.“ diyerek modern kentleşmenin getirdiği sorunların çözümü için yaptığı önerilere şunu da ekliyor: “Mahallede bekçi olmalı ve işi olmayanın yaya veya araçla girişi engellenmeli.”[2] Bu yazının amacı, bu yorumları tek tek ele almak yerine yeni bir sınıfın ortaya çıkıp işçi sınıfının yerini alıp almadığını sorgulamaktır. Bu sorun sadece kavramsal bir tartışma, kavramların açıklanması tartışması değildir. Ama aynı zamanda, işçi sınıfı yerine yeni devrimci özne arayışlarının ne kadar sağlıklı olduğunun anlaşılması için gereklidir..

Prekarya kimin nesi olur?

Prekarya konusu Robert Castel’den Pierre Bourdieu’ya ya da David Harvey’e[3] kadar pek çok sosyolog ve düşünürün eserlerinde ele alınmış olmasına rağmen, gerek S. Uzunoğlu, gerek A. Buğra ve bir gurup başka yazar Guy Standing’i, iddalarını kanıtlamak için temel kaynak olarak almaktadırlar.  O halde Standing’in Prekarya’yı nasıl tanımladığına bakmak ve tartışmayı onun tezleri üzerinden yürütmek daha sağlıklı olabilir.

G. Standing, Prekarya konusunu esas olarak 2008 yılında yayınlanan “Küreselleşmeden Sonra İş (Çalışma)” ve 2011 yılında yayınlanan “Prekarya, Yeni Tehlikeli Sınıf”[4] isimli kitaplarlarında ele alır. İkinci kitabın birinci bölümünde “İddia ediyoruz ki” diye başlar Standing, “Prekarya, eğer deyimin Marksist anlamada henüz kendisi için bir sınıf değilse de, oluşmakta olan bir sınıftır.” (2011; 7) Bu cümle okuyucuda, yazarın Marksist kavramlarla tartıştığı izlenimini bıraksa da, kitaplarının ilerleyen sayfalarında tamamen farklı bir düşünce sistemini benimsediğini göreceğiz. Bu tarz tartışma, amiyane tabiriyle (kaba deyimiyle) “sol gösterip, sağ vurma”, son yıllarda bazı akademisyen ve aydın çevrelerde pek rabet gören bir yöntem haline gelmekte. Fakat burada bizi öncelikle ilgilendiren, Standing’in, Prekarya’nın özgün bir sınıf olduğu iddiasıdır.

Yazar bu iddiasını, “sınıfın üretimdeki toplumsal ilişkilere ve kişinin çalışma sürecindeki yerine dayanan, Max Weber’in katmanlaşma – sınıf ve statü (mevki) – biçimleri”  (2011a; 8) ile temellendirmeye çalışır. Bunu kanıtlamak yani Prekarya’nın işçi sınıfından farklı bir sınıf olduğunu göstermek için şu özellikleri sıralar: “Geçici istihdam Prekarya’nın merkezi bir özelliğidir.” “Prekarya iş güvenliğinin 7 çeşitinden yoksun olan insanları kapsar, ki bunlar; iş pazarı güvenliği (yeterli gelir elde etme güvencesi), iş bulma güvencesi, işinde kalabilme ve yükselme güvencesi, sağlık ve kazalara karşı korunma güvencesi, yetkinleşme güvencesi, ücret güvencesi ve temsil edilebilme güvencesidir.” “Prekaryanın bir diğer özelliği güvencesiz gelire mahkum olmasıdır.” “ Toplumsal destekten yoksunluk” ve “işyerine bağlı kişilikten yoksunluk” (work based identity) da Prekaryanın özellikleridir. (2011a; 9 -12) Güvencesiz çalışmanın küreseleşmeyle birlikte bir çok ülkede olağan üstü bir hızla yayıldığı şüphe götürmez, fakat yeni bir sınıfın ortaya çıktığı iddasında olan yazarın öncelikle prekaryanın üretim sürecinde işçi sınıfından farklı olarak hangi rolü oynadığını, hangi işlevi üstlendiğini göstermesi gerekmezmiydi? Ama Guy Standing’den böyle bir irdeleme beklemek beyhude olur. Gerek kendisi, gerek onun tezlerini savunan akademisyenlerimiz, Prekarya’nın üretim sürecindeki işlevini ve bunun işçilerin aynı süreçteki işlevlerinden farklılığı ele almayı lüzümsuz görürler. Onlar için önemli olan üretim sürecinin ardındaki mekanizmalar değil, bunun yüzeydeki tezahürleridir. Niketim Standing’in kendisi de bunu açıkca ifade eder. “Prekarya, kendisinin diğer sosyo-ekonomik guruplarla olan ilişkilerine göre veya güvencesiz çalışma ve yaşamın ne anlama geldiğine göre de tanımlanabilir. Fakat biz, görüntülere yoğunlaşalım, ki bunlar çalışma ve emeğin geleceği üzerine düşünmekte yol gösterici temelerdir.”(2009; 110)

Oysa yazarın bu tavrı raslantısal değildir. İnsanları toplumdaki mevkilerine (statü) bakarak sınıflandırmak Webercilerin sıklıkla kullandıkları bir yöntemdir. Nitekim, Standing aynı kitabında giyim-kuşamın önemini vurgular. “İnsanlar kendilerini sınıf kavramları ile tanımlayabilirler ve diğer insanlar da onları giyinişlerine, konuşmalarına ve davranışlarına göre bu kavramlar içinde tanırlar.” (2011a; 7) Standing, değişik çalışmalarında, Max Weber’in statü (toplumsal mevki) ve sınıf tahlil ve kavramlarına dayandığını ifade eder. Ancak burada Weberci statü ve sınıf kavramları birbirine karıştırılmakta, giyim-kuşam, davranış, güven, itiat gibi kavramalar, Weber’de söz yerindeyse, statü ölçütleri olarak kullanılan kavramlar sınıfın tanımlanması için kullanılmaktadır. Yani Weber’in kavramları ile söylemek gerekirse, Standing’e göre, Prekarya hem sınıf karakteri gösterir hem de bir statü gurubudur!

Standing, çalışma şartlarının güvencesizleştirilmesi konusunu çok titizlikle incelediği “Küreselleşmeden Sonra İş (Çalışma)” adlı kitabında, diğer ülkelerin yanı sıra ABD’de 2007-8 yıllarında Ford ve General Motors şirketlerinin kendi işçilerini önce kitlesel olarak işten attıklarını ve daha sonra aynı işçileri kısa süreli anlaşmalarla ve bir çok güvenceden yoksun olarak tekrar işe aldıklarını anlatır (2009; 111-112) ve bu gelişmeyi Prekarya olarak adlandırdığı yeni bir sınıfın ortaya çıkışının kanıtı olarak ele alır.  Bu örnekler Türkiye’de AKP iktidarında pek yaygınlaşan uygulamalara (Taşeron sistemi) büyük bir benzerlik gösterir. DİSK’in “DİSKAR” dergilerinde bu konuda sağlık hizmetlerinden, tersanelere oradan maden işletmelerine kadar pek çok örnek bulunabilir. Sanayi işçilerinin, kamu sektöründe çalışanların ya da hizmet sektörü işçilerinin güvencesiz şartlarda istihdam edilmeleri işçi sınıfının azaldığını veya ortadan kalkmakta olduğunu değil, ama  gittikçe büyüyen bir kesiminin, devletin de desteği ile, yasal düzenlemelerle son derece ağır çalışma koşullarına mahkum edildiğinden başka birşeyi göstermez.

Bu şekilde çalıştırma büyüğünden küçüğüne, geniş bir şirketler paletinde ve hemen her sektörde Standing’in de teslim ettiği gibi sıkca, uygulanan bir yöntemdir. Ancak işten çıkarılan ve daha kötü anlaşma şartları altında yine aynı şirket ya da taşeron şirket veya kişiler tarafından tekrar işe alınan işçi, iş yerinde çoğunlukla gene aynı işi yapmaya devam ederken kapitalist üretim sürecinin özgün karakteri ve sonuçları değişmez. İşçi sınıfını diğer toplumsal tabaklar ve sınıflardan ayıran temel özelliklerini bir kere daha hatırlayalım: İşçiler üretim araçlarını mülkiyetine sahip değillerdir ve bu yüzden ancak emeklerini satarak geçimlerini sağlayabilirler. Emek güçlerini hangi anlaşma – sözleşme şartları altında olursa olsun bir kere sattıklarında artık onun sahibi kapitalisttir. “Emek gücünün kapitalist tarafından tüketilmesi biçiminde gerçekleşen emek süreci, iki belirgin özellik gösterir. İşçi emeğinin kendisine ait olduğu kapitalistin denetimi altında çalışır. (….) Ama ikincisi, ürün onun dolaysız üreticisinin, yani işçinin değil, kapitalistin malıdır.” (2011; 188) Ve bu üretim sürecinin sonunda kapitalist, işçinin ürettiği artık değere el koyar. Sınıf farklılıklarının temelinde bu özellikler vardır. Ama ne Guy Standing’de ne de onu kaynak gösteren yazarlarımızın metinlerinde kapitalist üretim sürecinin bu özelliklerinin tartışıldığını ya da dikkate alındığını göremeyiz. “Prekarya’nın Proleterya’nın yerini aldığı”nı iddia edenlerin, bu süreçte Prekarya’nın ya da Proleterya’nın nasıl farklı bir rol oynadıklarını göstermeleri gerekmez mi? Bir taşeron şirkette geçici sözleşme ile çalışan “preker” ile ana şirkette çalışan işçi arasında bu açıdan ne fark vardır?

Sermaye bikiminin iki cephesi vardır: Bir yandan gittikçe daha çok sermaye kapitalistlerin ellerinde yoğunlaşırken, diğer yanda işçiler artan bir hızla daha çok yoksullaşırlar. Ama kapitalizmi ayakta tutan tam da, işçileri emek güçlerini kapitaliste satmaya mecbur bırakan, bu     süreçtir. Prekarya teorisyenlerinin yaptıkları, işçi sınıfının bu yoksullaşan, güvencesiz şartlarda çalışmaya mecbur kalan kesiminin başka, yeni bir sınıf olduğunu bize inandırmaya çalışmaktır.

Peki, prekerleşme yani güvencesiz, geçici çalıştırma, yetkin işçilerin işyerlerinden atılarak yerlerine taşeron şirketler aracılığıyla acemi (söz yerindeyse eğitimsiz) işçilerin istihdam edilmesi sadece post-fordist dönemde görülen bir gelişmemidir? 1867 yılında Kapital’in birinci cildi yayınlandığında Karl Marks şöyle yazıyordu: “Ayrıca, …, kapitalist, gittikce artan ölçüde hünerli işçileri daha az hünerli olanlarıyla, olgun emek gücünü henüz olgunlaşmamış emek gücüyle, erkek işçileri kadın işçilerle, yetişkin işçileri gençlerle ya da çocuklarla değiştirerek, aynı miktarda sermaye ile daha fazla emek gücü satın alır. Bundan dolayı, birikimdeki ilerlemeyle birlikte, bir yandan, daha büyük bir değişir sermaye, daha fazla sayıda işçiyi işe sokmaksızın, daha fazla emeği; öte yandan, aynı büyüklükteki değişir sermaye, aynı büyüklükteki emek gücü kütlesiyle daha fazla emeği ve son olarak, daha yüksek nitelikteki emek güçlerini işten çıkarma yoluyla, daha düşük nitelikteki emek güçlerini harekete geçirir.” (2011; 614)

Prekarya Tartışmalarının Politik Sonuçları

Şüphesiz herkes toplumu kendi düşünce yapısına ve ihtiyaçlarına göre sınıflara ayırabilir. Toplumun beslenme alışkanlıklarını araştırıyorsanız; et yiyenler ve et yemeyenler ( ya da yiyemeyenler) diye bir sınıflama yapabilirsiniz. Eğitim seviyesini araştırıyorsanız; okur–yazarlar ve okur-yazar olmayanlar veya orta öğretim mezunları ve üniversite mezunları olarak bir sınıflama yapabilirsiniz. Ancak toplumların gelişim ve dönüşümlerini araştırıyorsanız toplumsal sınıftan ne anlaşıldığı, toplumsal sınıfların nasıl tanımlanması gerektiği başlı başına bir tartışma konusudur. Ve bu tartışma, sadece şu veya bu gruptaki insanların sayısal, sosyolojik verilerinin tespitinden çok bu konuyu ele alanların siyasal tercihleri tarafından da belirlenir.  Guy Standing ve savunucuları ile Marksizm arasındaki temel ayrılık da buradan başlamaktadır. Herşeyden önce K. Marks, toplumsal sınıf kavramının kendisinin bir buluşu olmadığını, kendinden önce de toplumsal sınıf kavramının bir çok yazar ve düşünür tarafından ele alındığını veya savunulduğunu anlatarak, şöyle devam eder: “Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten başka bir şey olmadığını kanıtlamak olmuştur.” (1976; 637)

Marksist yazında toplumsal sınıfların tahlili, Marks’ın kendisinin de ifade ettiği gibi, öncelikle insanların üretim sürecindeki rollerine, konumlarına dayanır. İkinci olarak, toplumsal verilerden çok siyasal tercihlerin (sınıfsız toplum) sınıf tanımını biçimlendirdiği görülür. Guy Standing’in çalışmalarında ise ne kapitalizmin ne de sınıfların ortadan kaldırılmasını amaçlıyan siyasal tercihler bulamayız. O, güvencesiz şartlarda çalışanların sorunlarının çözümünü kooperatiflerde örgütlenmelerinde, geçerli müşterekler etrafında örgütlenmelerinde görür ve bu konuda İngiltere başbakanı David Cameron’un seçilmesinden önce ilginç öneriler yaptığını hatırlatmayı unutmaz. (2011a; 168-169)

İşçi sınıfı ya da genel olarak işçiler tarihin belli bir döneminde toplumun dönüşümünü sağlayacak devrimci tavrı göstermiyor, buna uygun politikalar üretmiyor olabilirler. “Sorun, şu veya bu Proleterin ya da tüm Proleterya’nın kendisine hedef olarak önüne neyi koyduğu değildir. Sorun, kendisinin ne olduğu ve var oluşunun tarihsel olarak (onu) ne yapmaya mecbur bırakacağıdır.” (1962; 38)

Prekarya teorilerinin sonuçlarından biri de işçi sınıfının kendi tarihinden kopartılmasıdır. Düzenli işlerde çalışanlar işlerinden çıkartılıp bir süre sonra başka ya da aynı şirketlerce güvencesiz şartlarda tekrar işe alınıyorlar. Bu defa kendilerine bazı aydınlarımız ve akademisyenlerimiz artık işçi olmadıklarını, başka bir sınıfa mensup olduklarını ve yeni örgütlenmelere ihtiyaçları olduğunu anlatıyor. Sınıf’ın kendisi için sınıf olması onun sadece güncel şartlardaki çıkarlarının ve mücadelesinin bilincinde olmasını değil fakat aynı zamanda kendi tarihinin de bilincinde olmasını gerektirir. İşte yeni sınıf kâşiflerinin en büyük marifeti bu bilincin altını oymaktır.

Ancak Standing, sadece işçi sınıfının yanı sıra yeni bir sınıfın ortaya çıktığını iddia etmekle kalmaz. Aynı zamanda “dünyanın çeşitli yerlerinde mevcudiyetlerini sürdüren eski sınıfların yanı sıra” yedi yeni sınıfın veya gurubun ortaya çıktığını söyler. Bunların içinde işsizleri, “profesyoneller” ve teknikerlerin oluşturduğu “proficians”ı ve de “toplumsal dayanışma duyarlılıklarını kaybetmiş” sanayi emekçilerini sayar. Böylece hepsi de emeklerini kapitalistlere satmaktan başka geçim olanakları olmayanlar, Prekarya’yı da sayarsak , dört farklı ve çıkarları birbiriyle çelişen  sınıfa ayrılırlar. Dolayısıyla, yazara göre, bunların herbirinin farklı sosyal ve siyasal çıkarları söz konusudur. Oysa sınıf mücadelesinin en can alıcı özelliği, sınıfın kendi içindeki siyasal birliğidir. Ancak o zaman “kendisi için” bir sınıftan söz edebiliriz.

Guy Standing’in, dolayısıyla onun teorik açıklamalarını savunan S. Uzunoğlu ve  A. Buğra’nın Prekaryanın kendine özgü, ayrı bir sınıf olduğunu savunduklarını gördük. Bu arada belirtmek gerekir ki;  bu yazıda tek tek ele konu edilmeyen bir çok sosyolog, yazar ve akademisyen sınıf tartışmalarını içeren yazılarında yeni keşifler yapmak tutkusuyla benzer iddiaları çeşitli yayın organlarında savundular.[5]

Prekerleşme (güvencesizleşme) toplumun hemen bütün tabaka ve sınıflarında gözlemlenebilir. Güvencesizleşme veya güvencesizleştirme süreci bu tabaka ve sınıflarda (göçmenler, kadınlar, işçi sınıfı) çok değişik biçimlerde gerçekleşebilir. Güvencesizleştirme sadece toplumun alt tabakalarını etkileyen ya da sadece son 30 yılda ortaya çıkmış bir süreç de değildir. Güvencesizleştirme kapitalizmin doğasında vardır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında şahit olduğumuz görece güvenlikli çalışma şartları kapitalizm tarihinde daha çok bir istisnayı gösterir. Bilindiği gibi Karl Marks ve Friedrich Engels, Manifestoyu bitirirken, Proleterleri “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri” olmayan insanlar olarak tanımlamışlardı. Bundan daha güvencesiz, daha “preker” bir yaşam olabilir mi?

İşçi sınıfının giderek yok olduğunu, orta sınıfın gittikce büyüdüğünü, ister Prekarya olarak adlandırısın ister başka şekilde; çağdaş toplumların bünyesinde ortaya çıkan yeni sınıfların Proletaryanın yerini aldığını iddia edenlerin anlamak istemedikleri ya da görmezden geldikleri kapitalizmin işçi sınıfı olamaksızın var olamayacağı gerçeğidir. “… işçi sınıfının, mutlak gerekliklerin sınırları içinde kalan bireysel tüketimi, sermaye tarafından emek gücünün karşılığında elden çıkarılan geçim araçlarının yeniden sermaye tarafından sömürülebilecek emek gücüne dönüştürülebilmesi demektir. O halde, işçinin bireysel tüketimi, ….., sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin bir unsuru olarak kalır” “İşçi sınıfın sürekli olarak mevcut tutulması ve yeniden üretilmesi, sermayenin yeniden üretimi için her zaman gerekli olmuş ve her zaman gerekli olacak bir koşuldur.” (2011; 553)


Yararlanılan Kaynaklar:

-          1962, Marks, Karl; Die Heilige Familie, s.38, in MEW Band 2, Dietz Verlag Berlin

-          1976, Marks, Karl; “Marks’tan New York’taki J. Weydemeyer’e mektup”, Marks Engels Seçme Yapıtlar, Cilt 1, Sol Yayınları

-          2009, Work After Globalization, Guy Standing, Edward Elgar Publishing, Cheltenham

-          2011, Marks, Karl “Kapital, Cilt 1”, Almancadan çeviren Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordan Kitap, İstanbul

-          2011a, The Precariat, New Dangerous Class, Guy Standing, Bloomsbury Publishing, London

-          2011b, Oğuz, Şebnem, , Mülkiye Dergisi, Cilt: XXXV Sayı:271,  “Tekel Direnişinin Işığında Güvencesiz Çalışma/Yaşama: Proletaryadan “Prekarya”ya mı?”

-          2013 Uzunoğlu, Sarphan; Proletarya’dan Prekarya’ya: Bilişim Toplumunda Emek Mücadelesine Yeni Özne, Nisan, https://www.academia.edu/3315730

-          2013a, Express Dergisi, Kasım – Aralık, sayı 139

-          2013b, Buğra, Ayşe;  “Siyaseti Geri Dönüşü” Express Dergisi, , Ağutos – Eylül, sayı 137,

-          2013c, Prekarya Güneşi Selamlarken, Sarphan Uzunoğlu, Bilim ve Gelecek Dergisi, sayı 114,

[1] Prekarya, prekaer (=istikrarsız, çözümsüz veya  çözümü zor) kelimesiyle proleterya kelimesinin birleştirilmesinden üretiliyor.

[2] http://www.emekveadalet.org/arsivler/12604

[3]“Yarın ne olacağını bilmeden yaşayan, güvencesiz, geleceksiz çalışan ‘prekarya’ geleneksel proletaryanın yerini almıştır.” (Harvey,David;Asi Şehirler,2013, Metis,s.34-35.)

[4]Kitapların özgün isimleri; “Work After Globalization” (2008) ve “Prekariat, New Dangerous Class” (2011) dır. Bu kitaplardan yapılan alıntıların çevirileri bana ait.

[5]Örnek olarak şu kaynaklara bakılabilir:,  http://www.haberlink.com/haber.php?query=89483#.Un5GAuIeLX8

* Bu yazı Mesele’nin 91. sayısında yayınlanmıştır.

Yoruma kapalı