İç ve uluslararası konjonktürü dikkate aldığımızda Türkiye’nin gerçekten de olağanüstü koşullarda gideceği cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde sol ve devrimci çevrelerde de aynı ölçüde olağanüstü bir kafakarışıklığı yaşanıyor.
Doğum tarihini kabaca 1960’ların sonu sayarsak çağdaş Türkiye devrimci hareketinin yaşı neredeyse yarım yüzyıla yaklaşıyor. Ancak ne yazık ki bu hareketin bileşenlerinin neredeyse tümü, 30 Mart yerel seçimlerinde izledikleri anti-Leninist politikayı 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde de izleyeceklerini açıklamış bulunuyorlar. Bu, HDP çatısı altına girmiş olanlar kadar bu çatının altında yer almayan grupların çoğu için de geçerli. Bu grup ya da grupçukların hemen hemen hepsi, ne denli devrimci olduklarını kanıtlamaya çalışan ve Marksizm-Leninizmin ilkelerinden habersiz yeni devrimci sempatizanlar gibi davranıyorlar. Bir kaç örnek üzerinde duralım.
“…hem ‘halk seçimi’ diye yutturulan bu cumhurbaşkanlığı oyunu hem de önümüzdeki yıl yapılacak gene yüzde 10 barajlı genel seçimler reddedilerek yukarıda andığımız biçimiyle gerçekleşecek bir KURUCU MECLİS seçimi için ülke sathında bir kitle seferberliğine girişilmelidir” (“Emperyalizmin Türkiye’ye Biçtiği Yeni Deli Gömleği: Cumhurbaşkanı ‘Halk Tarafından Seçilecek’ Yalanı”, İşçi Kardeşliği Partisi, 11 Temmuz 2014)
“Bir kez daha görülüyor ki, Roboski’den Soma’ya, Gezi’den Lice’ye kadar pek çok meseleyle ilgili hesap sorma ihtiyacı,seçimden öte bir ufku gerektiriyor. Gündem doğru okunduğunda ve egemenlerce oluşturulan ‘ya kırk katır ya kırk satır’ ikilemi reddedildiğinde, görülecektir ki devrimciler/halk hiçbir koşulda alternatifsiz değildir. Bunun ilk adımı, ‘biz bu demokrasicilik oyununda yokuz‘ diyerek tavır koymak olmalı; devamında da vakit kaybetmeden en geniş zeminde ezilenlerin güç ve eylem birliğini oluşturmak üzere sorumluluk üstlenilmelidir.” (“Cumhurbaşkanlığı Seçiminde Devrimci Tavır Ne Olmalıdır?”, Devrimci Hareket , 13 Temmuz 2014)
“Verili politik koşullarda, yalnızca seçimleri boykot etmek şiarı ve bu amaçla kurulacak bir boykot cephesi ile kelimenin gerçek anlamında bir üçüncü yol kurulabilir. Halkı aldatmadan, onların gerçek çıkar ve özlemlerini bu yolla sonucu ulaşacağı kavratılabilir.” (Umut Çakır, Neden Boykot?”, Mücadele Birliği, 23 Temmuz 2014)
Partizan, halkın yönelimine ters düştüğünü itiraf etmesine rağmen boykot politikasını savunmaktadır: “Boykot politikamız ile halk kitlelerinin bu seçime katılma yönelimi birbirine aykırıdır. Halkımızın sokulmuş olduğu bu politik atmosferin varlığını ne reddediyoruz ne de küçümsüyoruz. Tavrımız elbette bu atmosfere bir yanıt da içermelidir.” (“Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair…”, Partizan, Temmuz 2014)
“Biz seçimle ilgileniriz, ama mecliste işçi sınıfının başına yeni taşeron torbaları geçirmek için tartışılmakta olan torba yasa ile daha fazla ilgileniriz. Bugün dünyanın içinden geçmekte olduğu Üçüncü Büyük Depresyon bağlamında parlamenter sistemin kurumlarının öneminin her zamankinden de daha az olduğu kanaatindeyiz.” (Sungur Savran, “Türkiye Nereye Gidiyor?”, Gerçek , Temmuz 2014)
Alınteri, AKP’nin bu seçimlerdeki olası yenilgisinin bu partiye ve Tayyip Erdoğan’a indirilmiş okkalı bir şamar olacağını kabul ettiği halde Demirtaş’a oy verilmesini savunmaktadır: “İhsanoğlu, cumhurbaşkanlığı seçimini kazara kazanacak olsa bile onun bu ‘zaferi’ hem ideolojik olarak hem de Türkiye’nin siyasal geleceği açısından ne anlama gelecek? Tayyip Erdoğan ve AKP’ye okkalı bir şamar olmanın dışında neyi, ne kadar değiştirecek?” (“Asgari bir demokratlık iddiası dahi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ı desteklemeyi gerektiriyor.”, Alınteri, Temmuz 2014) Kızıl Bayrakdergisi ise,
“Ama öte yandan işçi sınıfının ana gövdesi ve emekçiler, henüz devrimci mücadele zemininden epeyce uzak duruyor. Bunun için seçim oyunu bir biçimde işlerken, sandığa gitmemek işçi ve emekçiler açısından siyasal bir edilgenlik dışında bir sonuç üretmiyor” (“Sorun burjuva cumhuriyetinin başına kimin oturacağı değil, onun nasıl yıkılacağıdır… ”, KızılBayrak , 23 Temmuz 2014) demesine rağmen aynı yazıda tavrını şöyle koymaktadır:
“Emperyalizme ve sermayeye hizmette ortaklaşan AKP, CHP, MHP ya da diğer düzen partileri bu cumhuriyetin rengiyle, siyasal olarak kimin başında oturacağıyla ilgilidir. İşçi sınıfı açısından bunlardan birini desteklemek demek çarkları sırtında acımasızca dönen nice kuşaklarını tüketen bu cumhuriyetin olduğu gibi sürmesine destek olmak demektir.”
Bu söylenenler insana ister istemez Lenin’in 5 Kasım 1921’de söylediği şu sözleri anımsatıyor:
“Gerçek devrimci için en büyük, hatta belki de tek tehlike, abartılmış devrimciliktir, devrimci metotların uygun olduğu ve başarıyla uygulanabileceği sınırları ve koşulları gözardı etmektir. Gerçek devrimciler ‘devrim’ sözünü büyük ‘D’ ile yazmaya, ‘devrim’i neredeyse tanrısal bir yere çıkarmaya, akılları başlarından gitmeye, ne zaman, hangi koşullarda ve hangi eylem alanında devrimci davranmak, ne zaman hangi koşullarda reformist eyleme dönmek gerektiğini en serinkanlı ve sakin bir biçimde düşünme, tartma ve saptama yetilerini yitirmeye başladıklarında çoğu zaman bozguna uğramışlardır.” (“The Importance Of Gold Now And After The Complete Victory Of Socialism”/ “Şimdi ve Sosyalizmin Kesin Zaferinden Sonra Altının Önemi”, Collected Works, Cilt 33, Moskova, Progress Publishers, 1976, s. 110-11) Aslında bütün bu boykotçuların ve gizli-boykotçuların tavrını “tersyüz edilmiş parlamentarizm” olarak özetlemek olanaklıdır; yani onların burjuva parlamentosu ve burjuva partilerini hedef alan bu görünüşte çok sert açıklamalarının altında yatan ve belki kendilerinin de pek bilincinde olmadığı gizli varsayım, burjuva parlamentosunun ve burjuva parlamentarizminin ÇOK ÖNEMLİ OLDUĞU inancıdır. Oysa aşağıda da değineceğim gibi tutarlı demokratlar, parlamenter alandaki savaşıma hiçbir zaman büyük bir önem yüklemezler.
Bu devrimci grupçuklar Ekmeleddin İhsanoğlu’nun sömürülen ve ezilen yığınlar için bir çözüm ve bir umut olmadığı gerçeğini, çok ileri ve parlak bir saptamaymış gibi sunuyor, yani hala devrimciliğin a, b ve c’sini papağan misali yinelemekten çok ileri gidemiyorlar. Sanki sorun bu bayın düzen-yanlısı ve gerici bir kişi olduğunun altını kalın bir çizgiyle çizmekle ve özelde Türkiye’de ve genelde burjuva egemenliği altında yapılacak seçimlerin hiçbir zaman adil olmayacağını ileri sürmekle çözülmüş oluyor. Taktiği saptarken böyle bir yol tutanlardan ne beklenebileceği haklı olarak sorulacaktır. Bütün bu yaklaşımları, ancak ilkellik ve çocukluk sözcükleriyle ve gerçek yaşamdan kopuklukla tanımlayabiliriz. Denizin içinde olup da denizi tanımayan balıklardan farkı olmayanların bu tür yaklaşımlarını Mart 2014’te, yerel seçimler öncesinde kaleme aldığım “30 Mart 2014 Referandumu” başlıklı yazımda şöyle eleştirmiştim:
“Soyut ve genel geçer bir seçim taktiğinden söz edilemez; seçim taktiği; sınıflar ve siyasal güçler arasındaki ilişki ve çelişmelerin analizi temelinde yükselen devrimci taktiğin bir parçası, onun seçim sürecine uyarlanışıdır…
“Reformist ya da düzeniçi bazı güçlerin hedeflerini hükümeti devirmekle sınırlı tuttukları ya da CHP ve MHP gibi burjuva partilerinin Türkiye işçi sınıfı ve halklarını ezme ve sömürme ‘görevi’ni AKP’nden devralmaktan başka bir dertlerinin olmadığı doğrudur. Ama bunun böyle olması, ne… CHP ile MHP’nin bugünkü konumunu AKP’nin konumuyla özdeşleştirmeyi haklı çıkarır, ne de proletaryanın demokratik ve sosyalist görevlerini yerine getirmenin Erdoğan kliği/ AKP diktatörlüğünü devirmekten geçtiği gerçeğini görmezden gelmeyi. Zincirin tutulacak halkası tam da budur; yani öncelikle bu kliğin/ diktatörlüğün devrilmesi. Gerçek devrimci güçlere düşen görev; genel olarak işçi sınıfının, Kürt halkının, gençliğin vb. demokrasi ve sosyalizm kavgasını desteklemek ve onların içinde yer almaktır. Şu farkla ki, geçmişte askeri kliğin zayıflatılması/ devrilmesinden geçen bu görevin yerine getirilmesi günümüzde, iktidardaki İslami faşist kliğin zayıflatılması/ devrilmesinden geçmektedir.”
Burada dile getirilen ülke içi durum tablosu değişmemiştir; Erdoğan kliği/ AKP diktatörlüğü baş düşman olmayı sürdürmektedir. Dahası bu klik 30 Mart’tan bu yana, kendi konumunu pekiştirme ve yetkilerini arttırma doğrultusunda yeni adımlar atmıştır. Bunu anlamak için, somut bir örnek olarak 27 Nisan 2014’te TBMM’nde kabul edilen yeni MİT yasasının neler getirdiğini anımsamak yeterli olacaktır: Bu yasa, doğrudan başbakanın kendisine bağlı olan MİT’na, ülke içi ve dışında her türlü operasyon yapma, hemen hemen tüm kuruluşlardan istediği bilgi ve belgeyi alma, yerli, yabancı her türden örgüt, kurum ve kişiyle görüşme yetkisi vermekte, MİT mensupları ve onların ailelerine özel koruma sağlamakta, MİT mensuplarının tanıklığını MİT müsteşarının iznine, MİT müsteşarının tanıklığını ise başbakanın iznine bağlamakta ve savcıların MİT’nın kendi görevlerine ilişkin ihbar ve şikayetler hakkında yasal işlem yapmasını engellemektedir. (Buna Tayyip Erdoğan’ın 21 Temmuz’da, cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, binlerce ya da onbinlerce kişiyi yasal ve yasadışı yollardan dinleyen Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nı kaldırarak MİT’na bağlayacağı yolundaki açıklamasını ekleyelim.) Bu, 7 Şubat 2012’de savcının MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı sorgulamasını özel bir yasa çıkararak önlemesinde de görülmüştü. Bu bağlamda Erdoğan kliği, 25 Aralık 2013’de olduğu gibi, görülmemiş boyutlardaki yolsuzluk ve hırsızlıkların ve diğer skandalların soruşturulmasına ve 19 Ocak 2014’te Adana’da, Suriye’deki teröristlere silah taşıyan MİT TIR’larını durduran ve arayan savcıların yapmaları gereken soruşturmalara müdahale edebilmekte ve böylelikle yargıya açıkça meydan okubilmektedir. Bu koşullarda çabaların öncelikle, bütün iktidarı kendi elinde toplamaya girişmiş olan Erdoğan kliğinin olabildiğince izole edilmesi ve onun yıkılması, hiç olmazsa zayıflatılması üzerinde yoğunlaştırılması görevi daha da yakıcı, daha da ivedi bir nitelik kazanmıştır.
30 Mart yerel seçimleri öncesinde de durum hemen hemen aynıydı; yani devrimci güçlerin, kendi devrimci ve anti-kapitalist görüşlerini kitlelere duyurmak için yaygın bir propaganda ve ajitasyon çalışması sürdürmeleri ve bu bağlamda bütün burjuva parti ve kliklerini sergilemeleri, ancak seçim günü oyların CHP’ne verilmesinden yana tavır takınmaları gerekiyordu. Kuşkusuz bu asla, CHP’nin demokratik bir parti olduğu anlamına gelmiyordu; ama bu, burjuva devletinin bütün yetkilerinin, burjuva legalitesini ve herhangi bir ahlak normunu tanımayan ve başında bir Hitler taslağı bir demagogun bulunduğu çok küçük bir kliğin eline geçmesini önlemenin esas ve ertelenemez görev olmasından kaynaklanıyordu.
Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yarışını yitirmesi AKP diktatörlüğünün yıkılması anlamına gelmeyecektir elbet; ancak böyle bir sonuç siyasal iktidarın tümünün Erdoğan kliğinin elinde toplanmasını engelleyecek, AKP’nin ve egemen sınıfın iç çatışmalarını keskinleştirecek ve ezilen/ sömürülen yığın ve katmanların savaşımının gelişmesi için daha elverişli koşullar yaratacak, onların siyasal öncülerinin manevra alanlarını genişletecektir. Bunun tersi ise, Erdoğan kliğine; Kürt halkı ve ulusal hareketi başta gelmek üzere, işçi sınıfına ve halklara ve demokrasi güçlerine daha pervasız bir tarzda saldırma olanağı verecektir; bu; iş ve kadın cinayetlerini, doğanın ve çevrenin yıkımını, Alevi halkının şeytanlaştırılmasını, kadınların toplumsal yaşamdan daha fazla dışlanmasını, bilim, sanat ve kültüre yönelik saldırıları, toplumsal yaşamın İslamileştirilmesini, sözümona barış sürecinin tümüyle bir yana bırakılmasını ve Türk ordusunun Rojava devrimine daha yoğun bir biçimde saldırmasını, Türkiye’nin Suriye ve Irak’a üstü örtülü ve açık müdahalesini sürdürmesini vb. kabul etmek ve onamak anlamına gelecek ve bu kliğin Ortadoğu’da yeni askeri maceralara girme ve Irak Şam İslam Devleti, Nusra Cephesi gibi örgütlerin Türkiye’de terör eylemlerine girişme riskini arttıracaktır. Tam da burada, enternasyonalist görevlerini unutmuş gözüken boykotçularımızın ve gizli boykotçularımızın, Erdoğan kliğinin Suriye ve Irak’taki gerici ve faşist terörist grupları her bakımdan destekleme bakımından oynadıkları özel pro-emperyalist ve karşı-devrimci rolü neredeyse tamamen gözardı ettiklerinin altını çizmek isterim.
Bilindiği gibi cumhurbaşkanlığı seçimine, AKP kliğinin şefi Başbakan R. Tayyip Erdoğan, CHP ve MHP’nin, başka bir dizi burjuva partisinin de desteklediği Ekmeleddin İhsanoğlu ve HDP’nin adayı Selahattin Demirtaş katılmaktadır. Devrimci ve demokratik çevrelerdeki baskın hava, oyların son adaya verilmesi gerektiği yönündedir. Onlara göre bunun temel gerekçesi, ilk iki adayın sağcı ve gerici olması, Demirtaş’ın ise en azından demokrat bir aday olmasıdır. Burada şu iki hususa dikkat etmek gerekiyor. Bunlardan birincisi, Kürt ulusal hareketinin, Abdullah Öcalan başta gelmek üzere en yetkili ağızlarından yıllardır ilan etmekte olduğu stratejik vizyonu gözönüne alındığında, Demirtaş’ın kişi olarak burjuva-demokrat bir insan olmasının çok da fazla bir önemi olamayacağı gerçeğidir. (Bu vizyonun, gericilik, yayılmacılık, yeni-Osmanlıcılık ve Sünni gericiliği temeli üzerinde yükselecek bir Türk-Kürt birliği ya da bağlaşmasını öngördüğü unutulmasın.) İçinden Kürt ulusal hareketini çekip çıkardığımızda HDP’nden geriye pek bir şey kalmayacağını da herhalde herkes kabul edecektir. Kürt ulusal hareketinin örgütsel yapısı ve gelenekleri dikkate alındığında Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası süresi içinde yaptığı olumlu açıklamaların, son çözümlemede belirleyici olmadığı ve olamayacağı unutulmamalı. İkinci husus ise, Demirtaş’ın cumhurbaşkanı seçilme şansının olmamasıdır.
Demirtaş’ı destekleme yaklaşımının doğru bir tarzda eleştirilmesi için öncelikle, tutarlı demokratların seçimlere ve parlamenter savaşıma nasıl yaklaşması gerektiği konusunu ele alacağım. Evet; Demirtaş kişi olarak elbette diğer iki adayla karşılaştırılamaz. Ama burada önemli olan, hangi adayın demokrat olup olmadığı değildir. Asıl önemli olan şu soru ve onun yanıtıdır: ACABA HANGİ ADAYIN SEÇİMİ KAZANMASI İŞÇİ VE EMEKÇİ YIĞINLARININ VE KÜRT ULUSUNUN SAVAŞIMININ İLERLETİLMESİ AÇISINDAN DAHA ELVERİŞLİ BİR ORTAM YARATACAKTIR? Sorunu dosdoğru böyle koymayanlar, bilerek ya da bilmeyerek Türkiye ve Kürdistan halklarının demokrasi ve sosyalizm kavgasına zarar vermektedirler.
Devrimci teori ve tarihsel deneyim şunu gösteriyor: Sömürücü sınıfların devlet aygıtı seçimler ve parlamenter savaşım yoluyla değil, ancak işçi sınıfının ve diğer sömürülen katmanların kitlesel eylemiyle yıkılabilir. Dolayısıyla işçilerin ve diğer emekçilerin kitlesel savaşımı, sadece seçim dönemlerinde değil, HER ZAMAN parlamenter alandaki savaşımdan daha ya da çok daha önemlidir. Lenin “sol” komünistleri eleştirirken şunları söylüyordu:
“… çünkü yığınların eylemi -örneğin bir büyük grev- yalnızca devrim sırasında ya da devrimci bir durumda değil, her zaman parlamenter eylemden daha önemlidir.” (Komünizmin Çocukluk Hastalığı “Sol” Komünizm, Ankara, Sol Yayınları, 1991, s. 55) Demek oluyor ki tutarlı demokratlar her zaman öncelikle, yığınların kavgalarını ilerletmek için uğraş vermekle yükümlüdürler. Ama bu saptamadan hatalı bir sonuç çıkarmamalı. Kitlelerin sokaklarda, fabrikalarda vb. sürdürdüğü savaşım ile parlamenter alanda sürdürülen savaşımı birbirini yadsıyan ve dıştalayan öğeler olarak görmemeli. Bundan hareketle tutarlı demokratların seçimler ve parlamenter savaşım karşısında, burjuva rejiminin/ egemenliğinin biçimi karşısında kayıtsız kalabileceği ve kalması gerektiği, rejimin biçiminin ne olduğunun bizim için ve kitleler için hiçbir önem taşımadığı sonucuna varmamalı. Soruna böyle yaklaşmak, anarşistlere özgü bir siyasal çocukluk sergilemekten başka bir anlama gelmez.
Bir devrimci durum konağında olmuş olsaydık günün yakıcı ve ertelenemez görevi ayaklanmak ve burjuva devlet aygıtını kitlelerin doğrudan eylemiyle yıkmak olacaktı. Böyle bir durumda kitlelerin dikkatini seçimlere ve parlamentoya çevirmek, yıpranmış ve eskimiş burjuva liderlerinin yerine yenisini geçirme çabalarına destek vermek elbette yanlış olurdu; bu, çöküşün eşiğine gelmiş olan gerici rejime payanda olmak ve devrime ihanet etmek anlamına gelirdi. Ama herhalde hiç kimse ne bugün ve ne de son yılların Türkiyesi’nde böyle bir devrimci durum ortamına tanık olduğumuzu ileri süremeyecektir. Tam tersine; işçi sınıfının yer yer patlak veren militan grevlerine, Gezi direnişi ve Berkin Elvan’ın cenaze töreni gibi çok görkemli eylemlere rağmen hala siyasal gericiliğin baskın olduğu, kitlelerin hoşnutsuzluğunun çeşitli yöntemlerle saptırıldığı, devrimci alternatif adayı grupların her bakımdan çok zayıf olduğu bir dönemde bulunuyoruz.
Bu saptamaya Kürt ulusal hareketinin görece güçlü konumuna işaret edilerek yanıt verilemez. Evet; 1984’ten bu yana Kürt ulusal hareketi devlete karşı sürdürdüğü savaşımda önemli kazanımlar elde etmiştir. Kürt halkı Türkiye toplumunun en aktif ve siyasal bakımdan en canlı bölümü konumundadır. Ancak bu hareket doğası gereği “yerel”, yani ulusal bir nitelik taşımaktadır. Dahası, Ortadoğu’daki gelişmelerin önüne ulusal hedeflerine erişmek için yeni olanaklar sunduğu bu halka önderlik eden örgüt, son yıllara kadar kendisini, anadilde eğitim, yerel özerklik gibi taleplerle kısıtlamıştır. Ama sorun sadece, Kürt ulusal hareketinin reformist bir rota izlemesinden kaynaklanmıyor. Bu hareket, çok daha radikal bir nitelik taşıdığı 1980’li yıllarda da, anti-kapitalist görevlerle yüzyüze olan Türkiye işçi sınıfı ve yoksul halkına bir çıkış yolu gösteremez ve onlara önderlik edemezdi. Taşra ve kır ağırlıklı olan Kürt ulusal hareketi, kent ağırlıklı olan ve burjuvazi-proletarya çelişmesinin damgasını vurduğu Türkiye’nin Batısı’nın işçi sınıfına önderlik edemez. (Bunun bir başka kanıtı da, Kürdistan İŞÇİ Partisi anlamına gelen adına rağmen PKK’nın, gerek Türkiye Kürdistanı’nda ve gerekse Batı’da çalışan milyonlarca Kürt işçisinin karşı karşıya olduğu ağır sömürüye ilişkin herhangi bir talep, politika ve etkinliğinin olmamış olmasıdır.) Bu husus, Kürt ulusal hareketi kökenli Demirtaş’ın neden Türkiye’nin tümü için uygun bir cumhurbaşkanı adayı olmadığını ve olamayacağını da gösterir.
Bir kez daha yineleyelim: Düzenin temelden değişmediği/ değiştirilemediği koşullarda burjuva rejiminin hangi biçimi alacağını önemsememek ve bunu yaparken -hepsinin de gerici olduğu gerekçesiyle- iktidarın hangi burjuva katmanı ya da kliğinin eline geçeceğinin bizi ilgilendirmediği savını ileri sürmek ilkelliktir ve asla tutarlı demokratizmle bağdaşmaz. Somut dönemlere özgü taktiksel tercihler yapmayı reddetmek ve “hepsi de kahrolsun!” sözde sol sloganıyla özetlenebilecek bir politikaya sığınmak, tutarlı demokratizmin değil, anarşizmin tutumudur. Bugün Türkiye’de varolan, kırık-dökük ve yarım-yamalak burjuva demokratik hak ve özgürlüklerle donatılmış bir rejimdir. Ama bunun bile tümüyle ortadan kaldırılacağı, Erdoğan kliğinin son yıllarda kendi hınk deyicisi haline getirmede önemli bir mesafe katettiği parlamentonun tümüyle biçimsel hale getirileceği ya da kapatılacağı, giderek kısıtlanan basın, toplantı ve gösteri yapma ve örgütlenme haklarının tümüyle ortadan kaldırılacağı, Erdoğan’ın halktan alacağı yetkiyle daha pervasız bir yönetme tarzını dayatacağı, etkisi ve gücü iyice budanmış olan muhalif yazılı ve görsel medyanın tümüyle susturulacağı, içleri büyük ölçüde boşaltılmış ve evcilleştirilmiş olan sendikaların bütünüyle Erdoğan kliğinin denetimi altına gireceği ya da kapatılacağı, eğitim sisteminin ve toplumsal yaşamın dinselleştirilmesinin daha ileri noktalara taşınacağı, Aleviler’in ve Sünni-Müslüman olmayanların daha fazla dışlanacağı, insanların yaşam tarzına daha fazla karışılacağı (Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın yol açtığı “kahkaha krizi” anımsansın.) vb. bir rejimin kurulmasının bizleri çok da fazla ilgilendirmediği nasıl ileri sürülebilir? Başbakan Erdoğan’ın burjuva legalitesine, yürürlükteki anayasanın ve yasaların hükümlerine ve -sonu gelmeyen yalanlarının da gösterdiği gibi- herhangi bir ahlak normuna zerrece aldırmadığı, faşizme özgü bir karalama ve demagoji kampanyası yürüttüğü ve İttihat ve Terakki’nin “yok kanun yap kanun!” zihniyetiyle davrandığı biliniyor. Halkın oyuyla cumhurbaşkanı seçilmesi halinde onun, bu seçimin sağlayacağı manevi otoritenin yanısıra, edimsel olarak başbakan ve AKP genel başkanı gibi davranmaya devam edeceğini ve zaten yapmakta olduğu gibi her konuya ve alana müdahale etme alışkanlığını arttırarak sürdüreceğini tahmin edebiliriz. Atatürk Orman Çiftliği arazisinde yaptırdığı yeni başbakanlık binasının inşaatı için mahkemeden çıkan yürütmeyi durdurma kararına karşı, 5 Mart 2014’te,
“Gücünüz yetiyorsa engelleyin, açılışı da yaparım, otururum da” diyebilen ve ancak “yeni yetme faşist” olarak tanımlanabilecek bir burjuva politikacısıyla karşı karşıyayız. Daha şimdiden basını, polisi, MİT’nı, sivil bürokrasiyi, yargıyı, üniversiteleri, tümüyle ya da büyük ölçüde kendi denetimine almış, orduyu susturmuş olan ve iktidarın tümünü kendi elinde toplamaktan yana olduğunu saklamayan birinin siyasal ihtirasının önüne set çekmenin yaşamsal önemi tartışma konusu edilemez.
Tutarlı demokratlar seçim, referandum gibi kitlelerin politikaya ilgilerinin olağan zamanlara göre daha fazla arttığı dönemlerden, burjuva siyasal partilerinin demagoji, ikiyüzlülük ve sahtekarlıklarını açığa vurmak ve kapitalizmi ve siyasal gericiliği sergilemek, yani kitlelerin siyasal bilincini daha fazla yükseltmek/ anti-kapitalist programlarını ve devrimci çözüm önerilerini onlara duyurmak için yararlanırlar. Onlar bunu yaparken sömürülen yığınların her günkü deneyimlerinin sunduğu sınıf ayrımına ve savaşımına ilişkin verilerden yola çıkar ve onları, burjuva düzeninden sosyalist topluma barışçı ya da parlamenter yoldan geçiş hayalleri konusunda da uyarırlar. Onlar burjuva demokrasisinin sahte niteliğini sergiler ve kitlelere gerçek kurtuluşun bir işçi-emekçi Sovyet cumhuriyetinin, bir proleter diktatörlüğünün kurulmasından geçtiğini anlatır ve sömürülen sınıf ve katmanları komünizmin bayrağı altında toplanmaya çağırırlar.
Ama asla bununla yetinmeyen tutarlı demokratlar, içinde bulunulan ve bir devrimci durumdan hayli uzak olunduğu koşullarda demokratik hak ve özgürlüklerin olabildiğince genişletilmesi için uğraş verirler. Yukarda da belirttiğim gibi bunun nedeni açıktır: siyasal gericiliğin zayıflatılması ve burjuva demokratik hak ve özgürlükler alanının genişletilmesi; işçi sınıfının demokrasi ve sosyalizm, Kürt ulusunun ulusal kurtuluş ve diğer ezilen katman ve grupların hak alma savaşımlarını sürdürmesi için DAHA ELVERİŞLİ KOŞULLAR demektir. Dahası bu alanın genişletilmesi, demokratik hak ve özgürlükler için verilen çetin savaşımın kendisi de, işçilerin ve diğer sömürülen katmanların siyasal eğitimi ve iktidarın bu sınıf ve katmanların eline geçmesiyle sonuçlanacak sosyalizm kavgası açısından son derece büyük bir önem taşır.
Ancak olağanüstü koşullar, olağanüstü taktik, tercih ve politikaları dayatabilir. Normal koşullar altında; işçi ve emekçi yığınlarına ve özellikle kendisini solda sayan çevre ve kişilere oylarını Ekmeleddin İhsanoğlu gibi muhafazakar bir aileden gelme liberal bir diplomat ve akademisyene verme çağrısında bulunmak kabul edilebilir bir şey olmazdı. Hem de bu adayın CHP ve MHP’nin yanısıra bir dizi küçük ya da çok küçük boyutlu ve hemen hemen hepsi sağcı burjuva partileri tarafından desteklendikleri bir durumda. Ama, normal koşullar altında bulunmadığımız açık. Dahası, “ikisi de sağcı” denilerek, eli onbinlerce Arap, Kürt, Türk vb. işçisi, emekçisi, genci ve kadınının kanıyla lekeli Tayyip Erdoğan ile Ekmeleddin İhsanoğlu’nun siyasal çizgi ve konumlarının aynı olduğunun ileri sürülemeyeceği de açık. Sol seçmen kitlesinin, anlaşılabilir nedenlerle, kendisini siyasal yelpazenin sağında bir kişi olarak tanımlayan İhsanoğlu’na pek de sıcak bakmadığı biliniyor. Ancak, bu seçmen kitlesi İhsanoğlu’na, yukarda andığımız olağanüstü koşullar nedeniyle oy vermelidir.
Ama, sol ve demokrat seçmen kitlesinin İhsanoğlu’na, kendisinden bazı meşru beklentileri olduğunu ve ona sunacağı herhangi bir desteğin koşullu olacağını anımsatma hakkı bulunuyor. Adıgeçen kitle, cumhurbaşkanı seçilmesi halinde İhsanoğlu’ndan Erdoğan kliğinin otoriter ve faşist önlemlerine ve demokratik hak ve özgürlükleri daha da kısma çabalarına, keyfi ve yasa tanımaz yönetim tarzına, ülkede ve bölgede mezhepçi politikalar izleme girişimlerine, saldırgan ve yayılmacı dış politikasına, eğitim sistemini ve toplumu İslamileştirme girişimlerine, doğayı ve çevreyi yıkıma uğratma eylemlerine vb. karşı az-çok net bir tavır almasını bekleyecektir.
Bu koşullarda tutarlı demokratların taktiği oyların, seçimin birinci turunda Selahattin Demirtaş’a ve ikinci turunda ise Ekmeleddin İhsanoğlu’na verme çağrısı yapması doğru ve mantıklı olacaktır. Seçimin birinci turunda demokrasi güçlerinin Selahattin Demirtaş’a olabildiğince fazla oy verilmesini sağlaması, sadece gerekli ve meşru bir gövde gösterisi yapma anlamına gelmekle kalmayacak, bu güçlerin kendi tabanlarını ne ölçüde seferber edebildiklerini sınama anlamına da gelecektir. Ancak seçimin ikinci turuna Erdoğan ile İhsanoğlu’nun kalacağı kesin gibidir. Ve bu turda, bütün sol ve demokrat kitle şu iki yoldan birini tercih edecek, daha doğrusu etmek zorunda kalacaktır: 1) Oyunu İhsanoğlu’na vermek, 2) Oyunu Erdoğan’a vermek. Üçüncü bir seçenek olmayacak, ya da üçüncü seçenek boykot ya da boş/ geçersiz oy kullanma olacaktır. Bu son seçeneğin ise pratikte Erdoğan kliğinin işine yarayacağı bellidir. Dolayısıyla ikinci turda oylar, yukarda anlattığım nedenlerle ve daha iyi bir seçenek olmadığı için İhsanoğlu’na verilmelidir. Bunun tersini önermek ve yapmak, yani seçimin birinci turunda Demirtaş’a oy verdikten sonra ikinci turda seçimi boykot etmak ya da boş/ geçersiz oy kullanmak, objektif olarak Erdoğan kliği ve AKP diktatörlüğünden yana tavır almak anlamına gelecektir.