Bebeklerin ulusu yok diyor şair, haklı adam. Türk-Kürt nedir, bilmez onlar. Ya da Alevi-Sünni. Ne ırkları vardır onların ne de cinsiyetleri. Ne iyi ne de kötüdürler doğuştan. Güzeli de çirkini de ayırt edemezler. Hepsinin kanı kırmızı, gözyaşları aynıdır. Sahi, kanı siyah olan bir insan gördünüz mü siz?
Hiç birimiz dünyaya isteyerek gelmedik. Anne ve babalarımız, isteyerek ya da istemeyerek, gerçekleştirdikleri bir cinsel eylem sonrası, çoğumuz da kazayla (annelerimizin dediği gibi) dünyaya geldik. Doğduğumuzda konuştuğumuz bir dil, inandığımız bir Tanrı ve dinimiz yoktu. Allahsız ya da dinsiz de değildik. Ama ailemizin inan(ma)dığı bir dinleri, bir dilleri vardı. Çocukları topluma uyum sağlasın, birlikte yaşasınlar diye, kendi dillerini, inançlarını, kültürlerini, geleneklerini, acılarını ve sevinçlerini çocuklarına da öğretirler. Bu, onlar için doğal ve meşru bir şeydir, çünkü onlara da öyle öğretilmiş. Sahi, siz doğar doğmaz tekbir gitiren, namaz kılan, ya da hac işareti yapan bir çocuk gördünüz mü hiç?
İnanmayın “İnsanlar eşit doğar” dediklerine. Kimse de eşit doğmuyor bu memlekette. Bilal’in babası ile Berkin’in babasının yaşadığı koşullar aynı mi ki, çocukları da hür ve eşit doğsun. Bilal, evdeki kutusunda halktan çaldığı milyonları saklarken; Berkin, aldığı ekmeği, mahallede kendi gibi yoksul çocuklarla paylaşıyordu. Bilal, kendisinden hesap soran bir halkın üzerine polisi saldırtırken; Berkin, sapanıyla hırsızlardan, diktatörlerden hesap soruyordu, haramilerin saltanatını yıkmaya çalışıyordu. Ee hiç saraydaki hayat ile sokaktaki, fabrikadaki, tarladaki hayat aynı olur mu?
Kendimizi kandırmayalım efendiler! Hiç birimiz insan da doğmuyoruz. Hem nedir ki insan olmak? Hepimiz doğanın bir parçasıyız, efendisi değil. Dağlar-taşlar, ovalar-sular, börtü-böcek bizim emrimize sunulmamış birilerinin dediği gibi. Doğaya karşı bir savaş içinde de değiliz, sadece doğayla birlikte, nasıl daha iyi yaşaya bileceğimizi anlamaya çalışıyoruz. Hem insan neden parçası olduğu şeye zarar versin, yok etmek istesin, değil mi?
Nasıl insan olur ve insan kalırız?
Yaşadığımız gezegenin ve ülkenin doğal sahipleri olmadığımızı, her toplumun dili, dini, kültürü ve geleneklerinin kendisi için önemli olduğunu, birinin diğerinden daha üstün olmadığını anladığımızda insan olmak için ilk adımı atmışız demektir.
Diline, kültürüne, inançlarına önem veren bir toplumun, başka toplumların inancına da saygı göstermesi, tanıması, onu yaşatmaya çalışması gerektiğini; kendi dilinin, inancının kültürünün tek başına bir anlam ifade etmediğini, var olamayacağını anladığımızda, insan olmaya başladık demektir.
İnsanların farklı olduğunu, farklı koşullarda çalıştığını, farklı giyindiğini, yediğini-içtiğini, toplum içinde farklı toplumsal statülerinin olduğunu, bu yüzden farklı düşüncelere sahip olmamızın normal olduğunu; kimseyi sevmek zorunda olmadığımızı, fakat herkesin özlük haklarına saygı duymak zorunda olduğumuzu anlarsak insan olmaya ramak kaldı demektir.
Adaleti, demokrasiyi, eşitliği ve özgürlüğü sadece kendimiz için değil, herkes için istiyor ve savunuyorsak; her bireyin, grubun, toplumun itaatsizlik hakkı olduğunum bunun onun en doğal özgürlüğü olduğunu idrak ediyorsak, sadece başkalarını değil, kendi ailemizi, grubumuzu, inancımızı, ulusumuzu da sorgulayıp ve eleştirebiliyorsak; düşüncelerimizi korkmadan ifade edebiliyorsak, o zaman sadece insan değil, aynı zamanda özgür insan da olmuşuz demektir.
Demek ki neymiş efendim? İnsan doğulmaz, insan olunurmuş. Demek ki, bütün bu söylediklerimi yapamıyorsak, kendimize yapıştırdığımız etiketin hiç bir önemi ve anlamı yokmuş. Hem hayatın kendisi de insan kalma mücadelesinden ibaret değil midir zaten? Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi: “Yaşamak görevdir bu yangın yerinde, yaşamak, insan kalarak!”