1- Yol
Suruç’a giderken yolda günlük tutmaktı aslında amacım. Ama yalnızca giderken otobüste tutabildim. Sonrasında, artık tanıklığın bile insana anlamsız geldiği bir yerde, gördüğünü, duyduğunu, hissettiğini yazmak ne demektir bilemediğimden belki, bir cümle bile yazmadım. Şimdi de sınırda savaş izlemekle, savaşın tiyatro gibi tribünden izlenebilir olmasıyla ilgili bir hikaye anlatacağım aslında – çünkü Suruç’u, sınırı anlatmak bu benim için; ama bu hikaye belki de orada gördüklerim değil, oradan döndüğümden beri anlatmaya alışıverdiğim, ezberlediğim bir hikayedir. Belki yalnızca budur. Çünkü hangi hikayeye sığdırırsam sığdırayım, bir halka çocuklarının an be an ölümünü panoramik açıyla izlettirmek ne demektir, bu nasıl anlatılır bilmiyorum. Ama Suruç’ta olmakla ilgili, Kobanê’yi izlemekle ilgili farklı farklı hikayeler mümkün. Mesela sığınmacılarla, nerede oldukları, ne yaptıkları, nasıl yaşadıklarıyla ilgili bir hikaye var. Bir yanda teknik hikaye var: Yani IŞİD hangi tepeyi tutuyor, YPG nerede, IŞİD nereden ilerliyor, sınırda asker hangi köyleri niçin boşaltıyor, vs. Bir yanda orada göz kırpmadan nöbet tutanlara “Sizden kim var orada?” sorusunun cevabıyla başlayıp uzayan hikaye. Bir yanda da savaşın sesleriyle yaşama halinin, IŞİD’in toplarını YPG’nin doçkasını, koalisyon güçlerinin attığı bombaları uyku arasında bile ayırt edip tanıyabilmenin hikayesi.
Ama ben sıradan başlayayım en iyisi. Biz Suruç’a 130 kadın olarak gittik. Birbirini tanıyan, ve tanımayan bu 130 kişiyle, yani çeşitli kurum ve örgütlerden kadınlar olarak bayramda, “böyle bayram olmaz” demek için 3 otobüsle sınıra doğru yola çıktık. Hem yanımıza ne götürebiliyorsak aldık, hem destek toplayarak üç yüzden fazla battaniye, çocuk maması, pedler, bezler aldık Antep’ten. Bir koca kamyonu doldurduk. 3 Ekim Cuma gecesi yola çıktık. 2 otobüsümüz Taksim’den kalktı, Kadıköy’e geçip üçüncü otobüsü de aldık. Hatta burada kadınlar toplanıp bizi uğurladılar. Sadece üç gün gidiyor olmamıza rağmen sanki aylarca, yıllarca dönülmeyecek bir yola gidiyormuşuz gibiydi ortalık. Belki de sınırda her gün bir ay gibi geçmiştir gerçekten de. Hele de uzağımızda kalanlar için. Biz yalnızca iki günlüğüne savaşın kıyısında bulunduk diye dünya dururken, koskoca bir coğrafyada herkesin on yıllardır böyle yaşadığını düşünmek, sadece savaşın kıyısında değil bizzat hedefinde olmalarının farkını bu kadar açık görmek acayip şey gerçekten. İnsan biraz utanıyor. Gitmekten, kalmaktan, gideni merak etmekten, dönmekten, gittiğini yazmaktan hepsinden birden utanıyor. Ama ben yola döneyim en iyisi, çünkü sonuçta anlatmaktan başka çare de yok aslında.
Üç otobüsün her birisi farklı bir hikaye anlatır eminim. Yolda şarkılarla, türkülerle gittik. Rojek tê, Hûn ku va diçin, Zîlan… Her birisinde başka bir acı, başka bir ölüm. Önden Kürtçe söylüyordu arkadaşlar, arkada anlayan anlamayan ağlıyor. Sonra birden halaya, oynamaya geçiliyor. O kadar hızlı ki geçişler, ama sadece bizde değil. Sınırdan Kobanê’ye doğru bakarak, orada çocukları, kardeşleri, yeğenleri, torunları üzerinde bombalar patlarken bir yandan içi çıkan, bir yandan hala şaka yapıp devleti, devletleri, devletliliğin kendisini belki de tiye alabilen herkesler için. İzmit’ten, Sakarya’dan kadın toplayarak gidiyoruz. Durduğumuzda haber geliyor, önümde oturan bir Barış annesinin dünürü vefat etmiş. Akrabaları kadından inip cenaze için geri dönmesini istiyor. O ise “Yaşlıdır, ölecekti zaten. Ne gençler ölüyor, devam edeceğim ben,” diyor. Arabaya tekrar bindiğimizde Cemile ana anlatmaya başlıyor. Bir tane yeğeni bizimle araçta. Bir başka yeğeniyse 18 yaşında gitmiş dağa. 10 yıldır oradaymış. 10 yıl sonra, yani bir kaç ay evvel, Şengal’de Êzîdîleri katliamdan kurtarmaya çalışırken çatışmada ölmüş. Dokunuyor insana dinlemek bile. Ölen çocuğun kızkardeşi de kendisinden 4 ay önce yine gerilla olarak çatışmada şehit düşmüş. Araçta bizimle olan yeğeninin babası, yani Cemile ananın kardeşi ise 36 yıl hapis cezası almış. 18 yıldır içeride. Tüm bunları tek tek döküyor Cemile ana önümüze, sanki bu şekilde acıların cetvelini çıkarmak kendini tanıtmakmış gibi. Yani nasıl kim olduğu açıklarken insan belki nerede doğduğunu söyler, kaç kardeşi olduğunu, nerede yaşadığını, hangi okulda okuduğunu, ne iş yaptığını. Yıllarca bu savaşı yaşamış ve hala yaşayan Kürtler için ilk cevaplanan, hatta henüz sorulmadan cevaplanan sorular şunlar oluyor: Kaç şehidin var, kaç kişi dağda, sizden kim karşıda – yani sınırın ötesinde IŞİD ile savaşıyor, kaç kişi cezaevinde, kaç faili meçhul veya gözaltında kayıp. Sonra oğlunu söylüyor Cemile ana. Gerillaymış. 4 yıl önce şehit düşmüş. Ondan bahsetmeye başlar başlamaz ağlıyor. Başka bir Barış annesinin, başka bir yerde bana söylediği geliyor aklıma: “Ciğerim yandı. Ciğer bencildir ha.” Yani ölen, öldürülen, acı çektirilen herkese ağlamakla, kendi kardeşine, çocuğuna ağlamak arasındaki fark. Yani, mücadeleye inanmakla, bunun kendisinin var olabilmesi için verilen bir mücadele olduğunu bilmekle çocuğunu sakınmak istemek arasındaki o çizgi. Teselli etmek denen şeyin anlamsızlığı kalıyor bize, devam ediyoruz.
Yolda giderken, bu ülkenin coğrafyasını geçerken yani, Toroslara, Tuz gölüne bakarken, akla her adımda işkencelerin, katliamların varlığı takılıyor bir yandan. Suruç’a, sınıra, savaşın olduğu yere giderken Pozantı’yı geçiyoruz mesela. Orası da vardı diye düşünüyor insan. Ya da üstünde rahatça gitmekte olduğumuz duble yolun altında yatanları. Konya ovasında polis çevirmesi var. Çevik kuvvet ekipleri bekliyor bir yanda, bir yanda araca binen polisin biri gelişigüzel bir kaç kimliğe bakıyor. Öylesine. Sonra devam ediyoruz. Her mola verdiğimiz yerde bir Akrep aracı hazır. Ve bunlar hep normal şeyler. Küçük şeyler hatta.
Akşama doğru varıyoruz Suruç’a. İlçe kapalı. Girişler kapalı. Özel tim askerleri ve çevik kuvvet tutmuş. Panzer, TOMA, Akrep, çeşitli araçlar hazır bekliyor. Biz durduruluyoruz, ve geri döndürülüyoruz. Arkamızdan çeşitli asker ve polisler bozkurt işareti, veya IŞİD’le sıkça görmeye alıştığımız tevhid (tek parmak) işaretini yapıyorlar. Ama tabii her zaman başka yollar var. Giriyoruz bir şekilde. Belediye deposuna vardığımızda akşam geç bir saat. Yardım eşyalarını indiriyoruz oraya. Köye doğru yola koyuluyoruz. Gittiğimiz köyün adı Bethe. Türkçesi Eğrice. Sınıra yakın, ama en yakın köylerden değil, önünde iki köy daha var: Etmanek ve Dewşan. Sınır köyün dümdüz karşısı. 500 m, 1 km arası bir mesafe var sınıra deniyor. Gözle görebiliyoruz gündüzleyin IŞİD bayraklarını. Kobanê merkez 5-6 km, orası da görünüyor durduğumuz yerden. Orada patlayan havan topları, çıkan duman görünüyor. Köye varıyoruz. Otobüsten indiğimiz anda havan toplarını, patlamaları duyuyoruz zaten. Hızlıca alışılan savaşın sesleriyle bir çeşit gündelik hayat yaşamaya başlıyoruz yani. Bundan sonraya da hiçbir şey yapamadan sınırdan savaş izlemek, ne anlama geldiğini bilmeden tanık olmak, tesellisi imkansız hikayeler dinlemek, yalnızca kıyısından ortak olabileceğin öfkeyi, mücadeleyi hissetmek kalıyor…
(5 Harfiler – 10 Ekim 2014 – Feride Eralp / Foto: Ozan Solhan)