SİYASİHABER.ORG: Birkaç gündür Türkiye’desiniz. İstanbul’un ardından Ankara’ya akademik ve politik görüşmeler için geldiniz. Sizi 1 Mayıs’ta miting alanlarında gördük. İzlenimlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?
DAVE HİLL: İki gün önce 1 Mayıs mitingine SYKP katıldım. Bu tür gösterileri yasaklamak isteyen neo liberal ve neo-muhafazakar AKP hükümetine karşı önemli bir gösteriydi. Yunanistan’da ve dünyanın birçok yerinde de gençler biber gazına ve şiddete maruz kalıyorlar ama Türkiye’de şahit olduğum şiddet önemli farklılıklar taşıyor. Oldukça çarpıcı bulduğum birkaç farka değinirsek; polisin kitleler halinde sokak başlarında konuşlanarak her an silahlarını ateşlemeye hazır beklemeleri olağanüstü bir durum. Akrep dediğiniz türden zırhlı araçlara İngiltere’de ya da sürekli sokak eylemleri gerçekleşen Portekiz, İspanya gibi ülkelerde rastlamazsınız; ben ilk kez burada gördüm. Bu Türkiye devletinin burjuva demokrasisinden uzaklaşması ve gittikçe militaristleşmesinin işaretidir. Kolay korktuğum söylenemez ama oldukça korkutucu bir tabloydu! Ancak, zor olsa da görev, elbette hem politik hem de vicdanı anlamda cesur olmak.
Haziran 2013’te Türkiye’de Gezi isyanı yaşandı ve bu isyanın, Avrupa ve dünyanın farklı coğrafyalarında yankıları oldu. Yurt dışından bir akademisyen ve sosyalist bir aktivist olarak bu sürece ilişkin değerlendirmeleriniz nelerdir?
Gezi olayları patlak vermeden bir hafta önce İstiklal Caddesi’ndeydim. Eğitim-Sen’li genç bir yoldaşımla beni Emek Sineması’na gidiyorduk. Daha oraya varmadan biber gazının kokusunu aldık. THY’nin grevde olan çalışanlarını desteklemek için bir eylem nedeniyle Galatasaray Meydanı’na polisler toplanmıştı; neredeyse her yeri kapatmışlardı. Dikkatimi çeken ve hayranlıkla izlediğim şey göstericilerin çoğunluğunu oluşturan 16-17 yaşlarında gençlerdi ve kararlı bir şekilde direnişe hazırlardı. İşçilerle gençlerin ve özellikle öğrencilerin buluşabilmesi çok önemli. Aslında bizim yapmaya çalıştığımız şey; Londra’da temel sloganımız “Öğrenciler ve İşçiler Birlikte Mücadele Edin”dir. 1968 Fransız hareketindeki başarısızlık esasen bu birlikteliğin sağlanamamasındandır.
Gezi’nin en önemli boyutu çoğulculuğu ve çeşitliliği barındırabilmesiydi. Ben Gezi sürecini Bianet aracılığıyla takip ettim. Ayrıca birçok genç yoldaşımdan da yaşananlara dair bilgi alıyordum. Bilhassa farklı politik grupların ve LGBTİ hareketinden bireylerin aynı düzlemde birlikte mücadele etmesinin heyecanını aktarıyorlardı. Futbol taraftarlarının Gezi’de yer alması da başka bir dikkat çekici unsur. İngiltere’de böyle bir şey yok, yalnızca faşistlerin bulunduğu taraftar grupları var. Bir de polis şiddetinin ulaştığı akıl almaz seviye var tabi… Ciddi anlamda şok olduk! “Kırmızılı kadın” tüm dünyaya yayılan meşhur fotoğrafı şunu anlatıyordu; Erdoğan Türkiyesi, diğer Avrupa ülkelerine benzemez biçimde sert, kapitalist ve otoriter. Gezi olayları tüm dünya mevcut sistem içinde İslami Kapitalizm nasıl ilerlediğini de görmüş oldu.
Yunanistan’daki toplumsal mücadelelerle yakından ilgilendiğinizi biliyoruz. Bu ülkedeki emekçilerin ve ezilenlerin toplumsal hareketlerinin politik öznesi olan SYRZA’ya ilişkin gözlemleriniz nelerdir?
Söyleşinin sonunda söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim. SYRZA bana göre son zamanlarda bir kriz yaşıyor; hareket aşama aşama reformize doğru kaymaya başladı. 13 partiyi kapsayan bir hareket olan bu bileşimde, Maoistler, Troçkistler ve reformcu komünist parçanın en büyük parçası olan Alexsis Sipsas da var. Bu sonuncusu koalisyonun %60’sını oluşturuyor. TSPRAS’ ın sorunu şu; AB ile ilgili kafaları karışık; AB’den ayrılmayı istemiyorlar. Muhtemelen TSPRAS ve SYRZA seçimleri kazanacaklar lakin şöyle diyebiliriz: “hükümet olacaklar ama gerçek anlamda iktidar olamayacaklar”. Ulusal Yunan kapitalist sınıfı; IMF, Avrupa komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası’nın talimatıyla hükümeti kemer sıkma politikasına çekecek. TSPRAS’ın iddiası Portekiz ve İspanyol sosyal demokratlardan farklı oldukları ve sosyalist oldukları yönünde. Sol politikaları barındırdıkları için uluslararası Marksist yapılardan destek görüyorlar. Ama gerçekte neo-liberalizm kategorisi altında tanımladığımız, bildiğimiz anlamda gelenekçi sosyal demokratların bile altına denk düşerler. Ancak seçimleri kaybederlerse milyonlarca SYRZA destekçisi işçi faşizme döner. Lümpen proletarya dediğimiz toplumsal kesim oyunu önce sola, sonra sağa verebilir. Bu, faşizmin ortada kalan insanlara hep bir açık kapı olarak kalmasıyla ilgili…
İkinci ve daha radikal bir yol daha var tabi; sola bükülmesi mümkün olan bir yol… İkili iktidar gibi bir seçenek çıkarsa biz bunu destekleriz. TSPRAS; ya 1917 Ekim Devrimindeki Kelensky dönemine girer ya da Lenin gibi devrimci bir yola girer. Ben bir Troçkistim ve sürekli devrime inanıyorum. Tek ülkede sosyalizm imkansızdır. Yunanistan’da siyasi gerilim devrimci bir duruma evrilirse ve bir iç savaş çıkarsa bu bir domino etkisi yaratabilir. Böylece yakın çevredeki birçok iktidar yıkılabilir. Sadece inandığımız için değil gerçekleştirmek içinde mücadele ediyoruz. Devrimci durum gerçekleştiğinde Ukrayna örneğindeki gibi ordunun da bir kısmını kazanmalıyız. Polislere şöyle bakabiliriz:
a) Polisler işe yaramaz, soysuz pisliklerdir.
b) Faşist domuzlar
c) Aynı zamanda bir emekçi de oldukları için işçi sınıfı olarak görülebilirler.
1 Mayıs’ ta Ankara’da işittiğim manidar sloganlardan biri de “Polis Simit Sat, Onurlu Yaşa”. Çok doğru bir yaklaşım. Onların en azından bir kısmını kazanmak için mücadele etmeliyiz.
Avrupa’da, Ortadoğu’da ve Latin Amerika’daki halk hareketlerini, grevleri ve işgalleri göz önüne aldığınızda devrim sorunsalı üzerine ne düşünüyorsunuz?
Önümüzdeki hafta sosyalist bir dünyanın inşa edilebileceğini düşünmüyorum ama altı yıldan bu yana gençlerin bilinç düzeyindeki olumlu değişim umut verici. Elli yıldır her yerde sosyalizmi anlatırım, rüzgarın yönünün değiştiğini gözlemleyebiliyorum. On sene öncesinden farklı olarak insanlar kapitalizm kavramını biliyorlar artık; %1 ve %99 karşıtlığını kavrıyorlar. Liberal burjuva demokrasilerini ve sosyal demokrasiyi sorgulamaya başladılar. 1940’lı ve 70’li yıllar arasındaki sosyal demokrasiyi değil bizatihi neo-liberal sosyal demokrasiyi sorguluyorlar. Ayrıca Gezi’de ve dünyanın dört yanındaki işgallerde, 1 Mayıs eylemlerinde dayanışmayı deneyimlediler. Gençler, ne zaman sistem için tehdit olurlarsa özgürlüklerin öylece ortadan kalktığını öğrendiler. Bizim görevimiz, işimiz “eğitmek, ajite etmek ve örgütlemek!”
Türkiye’de Kürt sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok fazla şey bildiğimi söyleyemem. Birçok ülkede etnik sorunlar var. 100 yıl öncesinde Galler Bölgesi’nde Galler dili; İspanya’da da Katalon dili yasaktı. Fakat o günlerden bu yana azınlıklar ana dilde konuşma haklarını elde ettiler. Çoğulculuk ilkesini savunan bir Devrimci Marksist olarak bu gibi hakların elde edilmesi için sosyalizmi beklemek gerekmediğini düşünüyorum. Bu bir süreçtir. Bizim kısa vadeli programımızda elbette ki sosyal haklarımızı gerçekleştirecek talepler olmak zorunda.
Eğitim politikalarında sınıfsal saldırılar ve piyasacı eğitim biçimlerine karşı direniş odakları neler olabilir?
Kapitalist toplumda eğitim, nitelikli emek gücünün yetiştirilmesiyle, yeniden üretimiyle ilgili bir meseledir. Yoksul bireyler, kabul edici bireyler yetiştirmek için tasarlanan, sistemi sorgulamanın telkin edilmediği düşük bir eğitim alırlar. Orta sınıfın çocukları denetleyiciler olarak eğitilirler ve seçkinler ise gücü elde tutmak veya veya mevcut gücü idame etmek üzere yetiştirilirler. Eğitim harcamaları da bu yüzden daha çok zengin çocuklara yöneliktir. Öğretmenlerin buradaki rolü çok önemlidir. Öğretmenler emek gücünün yeniden üretimi için vazgeçilmez konumdadır; dolayısıyla kapitalizme karşı örgütlenmede devrimci Marksist öğretmenlere ihtiyaç vardır; farklı geçmişlerin, farklı bugünlerin, farklı geleceklerin vizyonunu bilen, anlatan, taşıyan öğretmenler. Bu tür öğretmenlere eleştirel pedagoglar diyorlar ben ise “sosyalist öğretmenler” diyorum.