Politik bir öznenin varlık alanını tayin eden sınır ile şiddetin bir araç olarak kullanımına vesile sağlayan özün kendisi devlettir. Devlet olarak adlandırılan sürdürücü özne, yapısal ve bellek olarak bir düzeyi ifade eder. İfade edilen düzey içerisinde “kendisinden olmayan”a uyguladığı şiddet, yine kendi içi bir bağın hukukunda anlam kazanır. Nesnel olarak ortaya çıkan tablonun verili hali objektif olarak çatışıklı ve yer yer krizsel bir olgudur.
Kapitalist devletin bir üretim ilişkisi bağlamında sömürü denklemi teorik bir sonuç iken, devletin faşist niteliği aynı zamanda pratik politik bir nedenin kendisini tanımlar. Devletin üretim ilişkileri üzerindeki “hegemonyası” ile ezilenler üzerindeki baskısı birbirinden kategorik olarak farklı iki düzlemi işaret eder. Üretim ilişkilerinin ve dolayısıyla üretici güçlerin bir nesne olarak kapladığı merkezi rol, pratik politikanın alanında değildir! Atılan taş, üretim ilişkisi için bir anlam ifade etmez! Ettiğini varsayanlar, “tarih dışıdır.”
Devletin, ezilenler ve mazlumlar özelinde şiddet tekeline ihtiyaç duyması hukuksal ve aynı zamanda yönetimsel bir düzeyi tanımlar. Ezilenlerin ve mazlumların devlet tarafından katledilmesi ile bu katledilmelerin “hukuksuz”luku, devletin içerisinde yer aldığı ideolojik çeperin varlığında bir anlam ifade etmez. Devletin, devletlû ideolojinin sürdürücüsü olması aynı zamanda devletin şiddet alanına yapılan bir vurgu niteliğindedir.
Tam burada ifade edilen yerde, ideolojik dolayımın varlığından çıkmak fakat aynı zamanda pratik politik bir sıçrayışa alan açmak ezilenlerin devlet karşısındaki “politik subjektif”liklerini tanımaları/tanımlamaları ile mümkün görünmektedir. Ezilenlerin, devletin tarihsel zorunluluğu olduğu yolundaki izlek pratik politika ile parçalanmak zorundadır.
Devletlû ideolojinin aynı zamanda sahip olduğu baskı aygıtlarının, verili bir durumdan çok daha ötesini ifade ettiği; bir olgu olarak karşımızdadır.
Devletlûnun içerisinde yer aldığı ideolojik edinim bir takım bağlar dolayımı ile kurulur. Ezilenlerin ve mazlumların ifade edilen bağlardan; ideoloji dolayımı ile pratik olarak kopmaları; ideolojik edinimin ters yüz edilmesi ile mümkündür.
Devlet bir kurum olarak vardır! Ve ifade edilen kurumun varlığını tayin eden tarihsel nedenler devleti bir sonuç mertebesinde; oluşturmuştur. Kurumsal bir oluşumun kendisini tanımlayan devlet, aynı zamanda politik olarak sürdürülebilir bir ideolojiye ve bir siyasal alana sahiptir. Devletin politik varlığı ve ideolojik edinimi, hakkaniyet tanımlamaları üzerinden yapılamaz; dahası devletin baskı aygıtına karşılık “ideolojik” aygıtlar bir karşı denklem oluşturamaz. Devletin bir misyon olarak taşıdığı baskı işlemi, eğer karikatür niteliğinde bir bakış açısının kendisini ele vermiyorsa; pratik politikanın nesnesi olarak tanımlanmalı ve ifade edilen tanımlanmaya uygun olarak cisimleşmelidir. Cisimleşmenin verili hali şiddet tekeline karşı şiddet silahıdır!
Devletin verili haline karşı ortaya konacak olan ideolojik düzey “parantez içi” bir işlem iken, konjonktürel evreler içerisinde şiddeti politikanın öz biçimi olması “parantez dışı” devrimci bir varoluş olarak ortaya çıkar. Burada devletin ezilenler üzerinde sürdürdüğü şiddete karşı, şiddetin kullanımına ilişkin herhangi bir denge söz konusu değildir. Dahası ifade edilen şiddet pratiğine yönelik bir “denge”den söz etmek ideolojik düzeyde kalmak anlamına gelmektedir. Ancak; politik öznenin devlet şiddetine karşı kendi doğasına ve biçimine uygun olarak uygulayacağı şiddet verisinin konjonktürel algısı elbette bir denge gözetmekle maluldür. Şiddetin doğası, teorik bir edinim özelinde tanımlanamaz ya da teorik olanın şiddet üzerinde bir önemi yoktur. Burada araya girecek olan kısa devrenin kendisi teorik değil, reformist bir bakış açısı olacaktır. Şiddetin bir kurulum olarak devletler karşısındaki varlığının sistematik olmayan tarzı tam da ifade edilen “teorik olmayan” doğasından kaynaklanmaktadır. Tarihin içerisinde (Rusya, Çin, Avrupa, Latin Amerika vd.) kategorik bir şiddet sınırı söz konusu değildir, ancak şiddetin kategorik kurulumu söz konusudur.
Devletin fiili varlığına karşı ortaya konacak olan şiddet pratiğini belirgin kılacak olan nesnel bir durum her daim söz konusudur, ancak devletin verili durumuna ilişkin olarak şiddetin kullanımı belirgin kılacak öznel bir durum söz konusu değildir.
Devletlû ideolojinin varlığını, ideolojik olarak bir tür ön kabule tabi tutmak aynı zamanda politik olarak da, devletin sürdürülebilir olan varlığını kabul etmekle ilişkilidir. Devletin şiddet kullanımını meşrulaştıran burjuva hukuk anlayışının aynı zamanda ideolojik bir kurulum olduğunun üzerinden atlamak, en azından pratik politikada bir tür sivil toplumculuk yapmak anlamına gelmektedir.
Aydınlanma olarak adlandırılan, “hümanizma” merkezli tarih algısının tarihsel kökleri ve yayılımı bir kırılma yaratmıştır. İfade edilen kırılmanın ezilenler nezdindeki verisi; ideolojik alanların politik pratik hattın varlığına saldırısı şeklinde karşılığını bulmuştur. Aydınlanma projesinin ortaya koyduğu düzlem aynı zamanda politik öznenin burjuva hukuku çerçevesinde konum almasına neden olmuş, dahası devletin ideolojik aygıtlarının ön kabulü üzerinden şiddet algı ve biçimini devlete terk etmiştir. Çin ve Latin Amerika devrim deneyimleri başta olmak üzere, Marksizmin ifade edilen “üretim ilişkilerinin gelişmemiş olduğu” coğrafyalardaki devrim deneyimlerine “şiddet” denklemi üzerinden karşı çıkmaları ifade edilen aydınlanma etkisinin nüfuzunu göstermesi açısından önemlidir. Teorik olanın nesnesini, politik pratik hat içerisindeki düzeyin izlekleri haline getirmek ifade edilen aydınlanmanın hala geçerli olan “anti Marksist” çehresine ilişkin bir kurulumu ifade etmektedir. “Fransızca” ve “Almanca” konuşmak ayrımı üst bir ayrımdır, ancak bu ayrımın varlığını “konjonktür dışı” kavramak, ayrımın varlığını silikleştirmekle sonuçlanacaktır. Hobsbawm’ın “Devrimciler” adlı eserinde Marksistlerin bir düzey olarak politik düzeyde pek çok dezavantajından bahsetmesi ifade edilen “nüfuzun” verisi dahilinde bir konumlandırma çalışmasıdır. Alanlar arasındaki ayrımın silikleşmesi, kaybettirecektir!
Hak alma mücadelesinin ve ezen devlete karşı girişilen savaşımın kendisi; ideo/politik bir alan içerisinde tanımlanır. Teorik olanın varlığı “hak alma mücadelesi” içerisinde devletlû bir yönelim dahası, anti-politik bir yaklaşımdır. Burada ifade edilen yerde; politik pratik olana teorik olanın vuracağı bir kılıç darbesi söz konusu değildir. Olduğunu varsayanlar, hala Börklüce Mustafa’nın neden savaşı kaybettiğini sorgulamakla malul olacaktır!
Ezilenlerin şiddet olgusu ile girdikleri ilişkileniş biçimi ve izleklerini coğrafyaya yayan kanal, devletin varlığına yüklenen “ideolojik düzeyi” algılamak ile ilişkilidir. Ezilenlerin kendi varlıklarını, yani ezilme nedenlerini devletlûnun ideo/politik çeperinin dışında aramak; ezilmenin kategorik niteliğinin “dışına” çıkmak anlamına gelmektedir.
Şiddet’in, Hannah Arent tarzındaki “kurulum”u, aydınlanmanın çeperi içerisinde ve burjuva hukukun çevresi içerisinde şekillenir. Şekillenmenin kurgusu basit bir hümanizma eşliğinde oluşurken, ezilenlerin şiddetle girdikleri ilişki ise tarih öncesine havale edilir. Arent tarafından Nazizmin ve Komünizmin aynı potada eritilerek, totalitarizmin kapsamında değerlendirilmesi ifade edilen “tarih dışılık”la ilişkilidir. Şiddetin verili durumu, burjuva devrimi ile “politika dışına” çıkmıştır.
Marksist devrimcilerin şiddetle girdikleri ilişki biçimi, “tarihten bu yana” bir devamlılık arz etmektedir. Marksizmin teorik kategori ve kapsamları ifade edilen devamlılığın dışında konumlanır. Şiddetin devlete yönelmiş biçim ve şekillerini tayin edebilecek bir kıstas dahası verili durumu söz konusu değildir. Ezilenlerin, devletlû egemen ideolojiden kopuşlarını belirgin kılacak “söz” eylemle birleşmediği sürece ideolojik dolayım ağırlığını hissettirmeye devam edecektir.
Karaşınlar