Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu eseri 1970 yılında yayınlanmış. Kıvılcımlı’nın 12 Mart öncesi gençliği ve halkı provakasyonlara karşı uyarıp, proletarya partisinde örgütlenme yoluna çakmak için çok yoğun yayın yaptığı zamanlarda yani. Sosyalizmin bir bilim olarak doğuşu ve gelişimi anlatılır. Kitabın iç kapağında da alt başlık olarak “Marks-Engels Çağı” yazar.
Kitabın konusu ve isminin verilişi konusunda “sunuş” yazısının sonunda şunları diyor Kıvılcımlı:
“Bir konuyu duruca kavramanın en kestirme yolu da, onu doğuş prosesi içinde ele almaktan geçer. Kimyada yeni sentezler için, atom ve elektronların “Doğuş hali” göz önünde tutulur. Bilimcil sosyalizmin doğuş hali de, ayrıca o bakımdan daha ilginç olur.” (s. 14)
“Bilimsel sosyalizmin bir buçuk yüzyıla yakındır en yaman pratik hamlelerle başardığı dinmez gelişimini tümüyle vermek, dağlar gibi ciltleri doldurur. Aşağıdaki satırların bir tek amacı vardır: Bilimcil sosyalizmin kendi çağı içinde DOĞUŞUNU vermektir. Çağ, Marx-Engels çağıdır. Bilimcil sosyalizm, Marx ve Engels kadar ve iki büyük kurucu ile birlikte bu çağın öz ürünüdür.” (aynı yer)
Toplumların gidişinde her zaman altüstlükler olmuştur. Sınıflı toplum başlangıcı olan medeniyete geçişten itibaren, önce medenileşmemiş, yani henüz sınıflaşma çürümesine ulaşmamış toplumlar akın akın medeniyetlere hücumlar etmişler, medeniyetleri yıkıp yeniden kurmuşlardır. Kıvılcımlı’nın ömrünü vererek ve bugünümüzün daha iyi anlaşılması için araştırıp geliştirdiği ‘Tarih Tezi’ tam da bu konuyla ilgilidir. Bu medeniyet yıkılış-kuruluşlarının her biri de birer tarihsel devrimdir. Kıvılcımlı antika tarih gidişinin zembereği olan bu tarihsel devrimler olayını çözerek bilimsel sosyalizme katkıda bulunmuştur. Ancak kapitalizme geldiğinde durum nitelikçe değişmiştir. Bu defa toplumun içindeki bir sınıf, kapitalist sınıfı, diğer sınıf ve tabakaları da peşine takarak bir devrim gerçekleştirmiştir. Buna sosyal devrim diyoruz:
“Tarihcil devrimlerde ne alt, ne üst hiçbir insanın dilemediği altüstlükler, insanların topuna rağmen patlak veriyordu. Sosyal devrimde, işini bilen bir sosyal sınıf, insan, dilediği değişikliği topluma dayatıyor ve tarihi kendi sosyal eğilimi yönünde yürütüyordu. Demek, topluma ve tarihe pekalâ insanlar karışabiliyorlardı. Sosyal devrim insanüstü etkenler beklemiyordu. Sosyal devrime şeytan da, Allah da bir şey demiyordu. Az çok, insanın dediği oluyordu. Bu muazzam bir düşünce altüstlüğü idi. İşveren sınıfı iktidara gelir gelmez, kendi yarattığı gerek sosyal devrimden, gerekse düşünce devriminden ilkin kendisi ürktü. Karşısına, sosyal devrimde motor gibi kullandığı işçi sınıfı gelmek üzere büyük halk yığınları dikilmişti. Madem insanoğlu kendi alınyazısını kendi gücüyle değiştirebiliyordu; işveren sınıfının derebeyliği devirişi, burjuva iktidarını kurması bunu ispatlıyordu. şimdi, hâlâ sömürülen ve ezilen işçi sınıfı ve halk yığınları ne bekliyorlardı?” (s. 12)
İşçi sınıfı ve halk yığınları bir kere toplum sahnesine de çıkmışlardı. Artık siyaset sahnesini de kaplamaya başlayacaklardı. Kapitalistler toplumu yönlendirip iktidara yürürken ve aldıktan sonra ideolojilerini oluşturmuş ve yaymışlardı. Siyaset sahnesine çıkan işçi sınıfı da kendi ideolojisi olan bilimsel sosyalizmi oluşturmakta gecikmedi.
“İşçi sınıfı ise, işveren biliminden önce, asıl gerçek sosyal bilimini, yani sosyalizmi kurmuştur. 1848 yılındaki “Manifest”i ile bilimcil sosyalizmin anıt emeğini işçi sınıfına ve sosyal devrime adamıştır. 132 yıldan beri(1970 yılı) bilimcil sosyalizm durmaksızın sere serpe gelişmektedir.” (s. 14)
Bu girişlerden sonra, kitap ilk bölümlerde kapitalizmin doğuş şartlarını inceler. 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı tarafından yakındoğu ticaret yollarının tıkanması Batılı tacirleri Atlantik ötesinden yeni ticaret yolları bulmaya zorlar. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi ile Kolomb’un Amerika kıtasını keşfinin art arda (40 yıl arayla) gelmesi boşuna değildir.
Bu arada sanayiye dayalı gelişme de oluyordu. İngiltere adalarında sanayi kapitalizmi iktidara gelmeye hazırdır artık:
“Az çok sanayiye dayanan İngiliz sermayesi, dünya piyasasında rakipsiz olduğu gibi, anayurdunda da egemenliğini sağlamaya hazırdır. Bütün Kara Avrupası’nda din ve dünya derebeylerine yenilen REFORM, İngiltere’de kalvinizm şeklinde kraldan çok iktidarlıdır. Sınıfının ölmez örneği, yeryüzünün en kalleş kahramanı Cromwell’dir. Ham sofu molla Cromwell, ağlaya dövüne, “müstebit” İngiliz kralının zayıf düşmesinden faydalandı. Sermaye diktatörlüğünü, modern parlamento kürküyle süsledi.” (s. 19)
17. yüzyılda İngiliz kapitalizminin yaptığı devrimi, 18. yüzyılda Fransız kapitalizmi yapmıştır. İngiliz kapitalist devrimi bir adanın bir ucundaydı ama Fransa demek neredeyse bütün Avrupa demekti. Hızla Avrupa’yı kaplayacaktı kapitalist devrim.
Kapitalist devrimle işveren sınıfının iktidara gelmesi birçok ekonomik, sosyal ve politik sonuçlara yol açtı. Bunların en önemlisi, kapitalist devrimle önü açılan sanayi gelişiminin hızla işçi sınıfını arttırıp geliştirmesiydi. Kapitalist devrim kendi iktidarını kurarken, can düşmanı olacak olan işçi sınıfının da sahneye çıkmasına yol açmış oldu. Artık iki sınıf ekonomi ve siyaset sahnesinde dolaysızca karşı karşıya gelmiş bulunuyorlardı. Avrupa’da art arda gelişen kapitalist devrimler, en son Büyük Fransa İhtilali çeşitli arayışlara ve sentezlere yol açmıştı. Politik ve felsefi tartışmalar ve akımlar boy gösteriyordu. Gelişen ekonomik ve teknik duruma karşı her sınıf ve tabaka değişik tepkiler oluşturuyor, değişik sentezlere varılıyordu. Dolayısıyla da çeşit çeşit sosyalizmler ortalığa dökülüyordu. Toplum artık devrimler ve karşıdevrimler çağındaydı. Bu durumda Marks-Engels’in tavrı ne olabilirdi?
“Toplum alınyazısının bütün tecellilerini tarihin olayları ile belgelendiren Marks-Engels, sebep ve neticelerini ilk defa açıkça belirttikleri sosyal devrim önünde nasıl davranabilirlerdi? İnsan vücudunun normal, anormal anatomi ve fizyolojisini iyice bilen hekimin, gebe bir kadın önünde düşünüp davrandığı gibi. Hekim, ilkin kadının sahiden gebe olup olmadığını, sonra bu gebeliğin süresini doldurup doldurmadığını teşhis eder. Marks-Engels, aynı bilgin özeniyle; ilkin toplumda yeni ve ileri üretici güçlerin sahiden gelişmekte olup olmadığına baktılar. Sonra bu gelişimin, eski üretim ilişkileri içinde artık daha fazla gelişemedikleri için, o ilişkileri çatlatarak yeni üretim ve mülkiyet ilişkilerini doğurtacak olgunluğa erişip erişmediklerini aradılar.” (s. 79)
İlerleyen bölümlerde İngiliz, Alman ve Fransız toplumlarındaki devrim girişimleri, Marks-Engels ustaların yaklaşımları temel alınarak örneklerle işlenir. Biz burada özellikle Paris Komünü dönemi üzerindeki değerlendirmeleri özetçe aktaralım:
“O batak günlerde Marks-Engels, olayların ansızın bir dönüm yapmak üzere olduğunu herkesten önce seziverdiler. Daha Alman- Fransız savaşından ve Paris Komunası’ndan iki üç yıl önce, Fransa’nın bir şeylere gebe olduğunu, yüzeyde devrimci geçmiş üzerine başlayan yayınlardan anlıyorlardı.” (s. 98)
Marks-Engels bütün eleştirel yaklaşımlarına karşın Paris Komünü’nü heyecanla selamladılar.
“Bir devrim olmuştu. Tarihteki devrimlerin en yamanı, en köklüsü bu ulu devrimdi: Paris burjuvaları, Fransız işverenleri de ona oy vermişlerdi; kendi başlarındakilerden o kadar yılmışlardı. Olayı onlarca yıldır bilinç gözüyle görmüş ve göstermiş bulunan Marks-Engels bile gözlerine inanamıyorlardı. Onun için, ikide bir ‘Proletarya Diktatörlüğü’ sözcüğünü gözlerine sokmak, o deyimi illâki demokrasi dışı saymak isteyenlere, tam 20 yıl sonra Engels şöyle haykıracaktı: ‘Kılkuyruk Sosyal-Demokrat, proletarya diktatörlüğü sözüyle bir yol daha kutsal bir zılgıt içine gömülüyor. Haydi, canım, peki, bu diktatörlüğün ne menem şey olduğunu mu bilmek istiyorsunuz, baylar? Paris Komünası’na bakın! O, Proletarya Diktatörlüğü idi.’ (F. Engels: Paris Komünü’nün 20. Yıldönümü, Londra, 18 Mart 1891)” (s. 113-114)
Marks-Engels kendi çağlarında her olaya böyle açık, net ve bilimsel yaklaşmakla kalmamışlar, bugüne ve gelecek çağlara da ışık tutacak metotlar sunmuşlardır insanlığa. Şöyle bitirelim:
“Yukarıda anlatılan müstebit devlet tekesinden sosyalizm sütü sağılamazdı. Onun için Marks-Engels, müstebit devlet içinde kanun yoluyla devrim olabileceğini gerçeklere aykırı buluyorlardı. Gene onun için, (sonradan nasyonal-sosyalistlerin de yapacakları gibi, iktidara gelir gelmez NAZİ kesilen) sosyalist maskesi takmış bir müstebit devlettense, en bayağı biçimi ile demokrasiyi fersah fersah üstün biliyorlardı.” (s. 132)