Rıza Güngen ve Ümit Akçay, toplumun giderek borçlandırıldığını ve olumsuz şartlarda çalışmaya zorlandığını söylüyor. Güngen ve Akçay “Soma’da bunu gördük. İnsanlar, çalışma koşulları ne kadar kötü olursa olsun, çalışmaya mecbur kalıyorlar” diyor. Birgün Gazetesi’nden Berkant Gültekin’in söyleşisi:
Siyasal iktisat alanında araştırmalar yapan Dr. Ümit Akçay ve Dr. Ali Rıza Güngen’in ortak çalışması olan “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği” isimli kitap geçen mart ayında Notabene yayınlarından çıktı. Marksist kriz teorilerini inceleyen ve kaba yaklaşımlara eleştiri getiren Akçay ve Güngen, ekonomik krizler ve siyasal değişimler konusunda değerlendirmelerde bulunuyor. Finansallaşmanın insanların borçlanmasına ortam hazırladığını vurguluyan Akçay ve Güngen, Soma katliamının da AKP döneminde giderek borçlandırılmanın ve çalışmaya mahkûm edilmenin sonucu olarak gerçekleştiğinin altını çiziyor. Akçay ve Güngen ile son kitapları üzerine bir söyleşi yaptık…
»Kapitalizmin krizler sistemi olduğu Marksistler tarafından sıklıkla vurgulanır. Kitabınızda bu konuya değiniyorsunuz. Günümüz kapitalizminin yapısı ekseninde, bu gerçeği ifade ederken bazı güncellemeler yapmak gerektiğini düşünüyor musunuz?
Kapitalizmin krizler sistemi olduğu tespiti son derece yerinde bir tespit ve klasik siyasal iktisadi aklın eleştirisinin ürünü. Bu eleştirinin birikimini sahipleniyoruz. Ancak kapitalizmin sürekli krizlere gebe olduğunu vurgulamak yeni bir şey söylememek anlamına gelebiliyor. Bu nedenle çalışmamızda 2008-2009 krizini önceki benzerlerinden ayıran özelliklere odaklandık. Burada işçi sınıfının, etnik azınlıkların ve alt-orta gelir grubunun finansal sistemin içine çekilmesi ve bu sürede ortaya çıkan finansal mimarinin öneminden bahsettik. Bu krizin Avro Bölgesi’ne taşınması sırasında para birliğinin kurumsal tasarımının yarattığı sıkıntıları çözümlemeye dahil etmeye çalıştık.
Kapitalizm sürekli kriz eğilimi taşır ve bu sermayenin çelişkili ilişki biçimi olmasından kaynaklanır. Bu tespiti her krizde ne gibi çelişkilerin, kırılganlıkların önemli olduğunu göstererek yapmak gerekmektedir. Eğer bu bir güncelleme ise evet, temellere sıkıca bağlı bir güncelleme diyebiliriz. Buna ek olarak finansal piyasadaki gelişmeleri göz önünde bulunduran krizlerin özgüllüğünü açıklamaya izin veren bir zenginleştirme çabasını önemsiyoruz.
‘KRİZ=İSYAN KOLAYCI BİR FORMÜL’
»Kapitalizm 2008 krizini tam olarak atlatabildi mi? Yaşanan sosyal isyanların 2008’deki buhranla ilişkisi nedir?
Dünya ekonomisi artık 2008 krizi ile bağlantılı bir sorun yaşamıyor iddiası gerçekçi değildir. Krizin ilk patlak verdiği ülke ABD idi, ancak uluslararası finansal bütünleşme nedeniyle hızla Avrupa’ya sirayet etti. Son olarak da “yükselen piyasalar” diye de anılan Küresel Güney’de yansımalarını hissettirdi. Tüm bu süreç boyunca krizin açığa çıkış biçimi farklı oldu. İlkinde tetikleyici unsur konut sektöründe borçların ödenememesi ve bunun finansal alanın çöküşüyle sonuçlanmasıyken, Avrupa’ya geldiğimizde kriz devletlerin iflasına kadar giden bir borç krizine dönüştü. Son aşamada ise özellikle FED’in parasal genişlemeyi azaltması kararı nedeniyle, geçici bir süreliğine Küresel Güney’e gelen büyük ölçekli yatırım fonlarının ABD’ye geri dönmeye başlaması nedeniyle yaşanıyor ve ekonomik büyümenin yavaşlaması ve dış açık sorunlarıyla kendini gösteriyor.
Sorunun ikinci kısmına gelirsek, 21’inci yüzyılın bu ilk büyük krizine bir isyanlar dalgasının da eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Bu dalga ABD’deki işgal hareketinden, Latin Amerika’daki neoliberalizme karşı mücadeleye, Akdeniz Havzası’na ve nihayetinde Arap coğrafyasına kadar uzandı. Ancak bunu söylerken şu rezervi koymamız gerekir. Kriz=isyan biraz kolaycı bir formül. Ancak en azından ekonomik krizlerin, toplumların mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal sistemlerini sarstıkları ölçüde alternatif arayışların yoğunlaşması arasında pozitif bir bağlantı olduğunu söyleyebiliriz.
»Karşımızda finansallaşan bir kapitalizm görüyoruz. Emek-sermaye çelişkisi hangi dinamikler üzerinden seyrediyor?
Kitap sonrası aldığımız geri dönüşlerde finansallaşma konusu açılınca, insanlarda genellikle şöyle bir yanlış izlenim olduğunu fark ettik. “Finansallaşma, ekonominin üretimden kopması demektir”. Oysa mesele bu kadar basit değil. Bunun aksine kitapta finansallaşmanın tam da üretim ve dolaşım ilişkilerinin içinde ele alınması gerektiğini savunduk ve ABD krizini bu şekilde analiz etmeye çalıştık. Peki finansallaşmaya dair yeni olan nedir dediğimizde, son yaşadığımız Soma’daki işçi katliamını düşünmeliyiz. Hatırlarsanız, tüm işçilerden duyabileceğimiz ortak sorun, bankalara borçları olduğu, bu nedenle de herhangi bir nedenle işsiz kalmanın kendileri için yıkım olacağı idi. Gerçekten de Türkiye’de 2003 ile 2013 arasındaki hane halkı borçlanmasına baktığımızda, borcun 26 kat arttığını görüyoruz. Dolayısıyla mesele sadece Somalı madencinin değil, tüm toplumun meselesidir. Toplum derken de daha spesifik olmamız gerekiyor. Borçlanmanın artmasının gerisinde, finansal inovasyon tekniklerinin yanında, 40 yıldır uygulanan emek karşıtı neoliberal programın bir sonucu olarak çalışanların reel ücretlerinin artmayışı yatıyor. İnsanlar en basit günlük ihtiyaçlarını karşılamak için, gelirleri buna yetmediğinden, daha fazla borçlanmak zorunda kalıyor. Dolayısıyla finansallaşma ile borsa, döviz, faiz eksenine sıkışmış bir ekonomiden değil, her birimizin boynuna asılı olan görünmez borç zincirinden bahsediyoruz. Bunun en önemli politik sonucunu Soma’da gördük. İnsanlar, çalışma koşulları ne kadar kötü olursa olsun, borçları nedeniyle bu koşullara razı olmak zorunda kalıyorlar.
‘EMEK ÖRGÜTLERİ GÜÇLENMELİ’
»Kitapta önümüzdeki süreçte Keynesyen bir model yerine, daha saldırgan bir neoliberalizm öngörüyorsunuz. Bu görüşünüzü nasıl gerekçelendiriyorsunuz?
Kriz sonrasında verilen temel tepkiler bankaların kurtarılması ve finansal sektörün kayıplarının toplumsallaştırılması üzerinden biçimlendi. Neoliberal hattın dışında yer aldığı iddia edilebilecek bir politika tepkisinin görülmemesi ya da kamu politikası değişikliğinin yaşanmamasını emek örgütlerinin zayıflığına bağlayarak açıklamak mümkün. Üstelik merkez ülkelerde görülen zayıf toparlanma yetersiz olmasına karşın neoliberal düşünce üzerinden ekonominin rayına oturmaya başladığı algısını pazarlamaya uygun bir ortam yaratıyor.
Hâkim iktisadi düşünce kamu harcamalarının artırılması veya sermayenin bırakın mülksüzleştirilmesini daha fazla vergilendirilmesini dahi olanaksız kılmaya çalışan bir anlayışı yayıyor. Bu düşünce sarsılmış olsa da gücünü koruyor. Merkez ülkelerde “özelleştirilmiş Keynesçilik” olarak da adlandırılan hane halkı harcamalarının artması ve talep canlılığının sürdürülmesi bir seçenek olabilirdi. Ancak bu tarz bir döngü krizle birlikte hasar gördü, halihazırdaki borç oranları son derece yüksek olduğu için bu da geçerli bir seçenek oluşturmuyor. Akdeniz havzasında bir isyan dalgası ve birçok ülkede de kemer sıkma politikalarına karşı ayaklanmalar, şiddetli protestolar gördük. Ancak esnek bir emek piyasası, serbestçe hareket eden sermaye ve çok küçük kalemlerin ötesine geçmeyen kamu harcamaları aracılığıyla ekonomik toparlanmanın sağlanacağı düşüncesi kriz sonrasındaki reformların zeminini oluşturdu, oluşturmaya da devam ediyor. Büyük alt üst oluşlar yaşanmazsa kriz sonrasındaki hat, başka bir ifadeyle “daha fazla neoliberalizm” olarak ele aldığımız yönelim varlığını sürdürecektir.
Birgün Gazetesi
Berkant Gültekin