“Vişnelik’te” yeni kızıl çiçekler mi açtı?
“Diğer sosyalistler”in Ankara ODTÜ Vişnelikte gerçekleştirdiği ”Sosyalist Solun Birliği Toplantısı hangi geleceği vaad ediyor?
“Doğmamış çocuğa” bir don biçme çabası / yazısı.
Ama doğru mudur köşecikte
beklediği yeleklerin isyanının?
Niçin sunuyor ilkbahar bize
o yeşil giysilerini yeniden?
Niçin gülüyor ziraat
göğün solgun gözyaşlarıyla?
Nasıl oldu da terk edilmiş bisiklet
kazandı özgürlüğünü?
Pablo Neruda
Çeviren: İsmail Aksoy
“Sorular Kitabı”ndan
Toplantı sonrası basına dağıtılan metinde: „Solda birlikte mücadele imkanlarının değerlendirildiği geniş bir toplantı gerçekleştirildi“ diye yazılmış.
“İmkanları değerlendirme” ifadesi ile, bir tür “birlik kurma arayışı”nın kastedildiğini söylemek mümkün.
Bu girişim, “sosyalist çevreler”in geniş kesimi tarafından zaten böyle algılandı.
Bu gelişmelerin, aynı anlama gelmek üzere sosyalistlerin birlik / blok “girişim”inin önümüzdeki süreçte başat tartışma konularımızdan birini teşkil edeceği öngörülebilir.
CHP, sol bir güç olmadığına, bizce hiçbir şekilde olamayacağına göre kısa gelecekte solda, sosyalist solda iki önemli öbek oluşmuş olacaktır.
Bunlardan irice olanı HDP güçleri, diğeri ise oluşmakta olan “Vişnelik” güçleridir.
Yeni oluşumun tüm güçlerinin tek tek HDP ile mesafeli bir dostluk veya Metin Çulhaoğlu’nun Kenan Kalyon ile yaptığı polemikte kullandığı deyimi ödünç alacak olursak: “iyi komşuluk” ilişkileri” niyeti vardır.
Bilindiği kadarı ile, ne doğrudan HDP’ye, ne tek tek HDP katılımcılarına, ne de HDP içindeki diğer sosyalist çevrelere; “gözlemci olma çağrısı” veya “katılım çağrısı” yapılmamış ve ayrıca çeşitli türden protokol görüşmeleri de yapılmamıştır.
Böylelikle, Ankara’da 30 Ağustos’ta ilk toplantısı ile kurulmak istenen birliğin, HDP çevreleri ile salt “iyi komşuluk” ilişkileri ile sınırlı kalacağı peşinen belirlenmiş, bir mesafeli duruş izleneceği ilk günden ortaya çıkmıştır.
Umarım bu tutum, bu tür bir “seçicilik”, HDP”nin kendisinin ve /veya HDP bileşeni olan Sol/sosyalist partilerin “birleşik mücadele” olanağı taşımadığı mesajı anlamına gelmemektedir.
Hadi, HDP’nin duruşunu “emek ekseninde” yetersiz buluyorsunuz, peki tek tek “HDP’nin sosyalist bileşenleri”, onlar da, tümü de “ön eleme sınavını” geçemediler mi?
Bunlarla hatta kısa, orta, uzun vadeli bir mücadele ortaklığı olmaz mı?
Bu güçler, yürütülen faaliyetten ketum bir tutumla haberdar edilmeyecek kadar, “uzak” görülen yapılanmalar mıdır?
Bir tek EMEP mi çıtanın üzerinde kaldı?
Bu durumun tek istisnası, EMEP çevrelerinden katılımcının toplantıda yer almasıdır.
EMEP, bir süre önce HDP’deki durumunu değiştirmiş olmaktan dolayı (muhtemelen) bu toplantıda temsil edilmiştir.
Sonuç olarak, “Vişnelik iniyatifi” “Ankara çağrısı” HDP yönüne bakmayacağının, az bakacağının ilk işaretlerini ortaya koymuştur.
Ancak, bu oluşum ruşeym halindedir, o nedenle her şey bağıtlanmış gibi ele almak elbette haksızlık olacaktır.
Enseyi karartmamak gerektiğinden, umutlu olmak gerektiğinden, olağan bir süreçte olabilecekleri “varsayarak”, asıl olarak kendi değerlendirmemi aktarmaya çalışayım.
Yeni bloğun hemen hemen tüm güçleri KÖH’ün mutlak etkisinde varsaydıkları HDP’nin “emek ekseninin” zayıf oluşuna dair belirlemeleri bulunmaktadır, diyebiliriz.
HDP, bu çevrelerce, bir sosyalist güç olarak algılanmaz.
HDP, yalnızca “Radikal Demokrat”tır.
Oğuzhan Müftüoğlu bu konuyu değerlendirken şöyle diyor: “Seçim sürecindeki konuşmalarında geleneksel sol söylem çerçevesinde yoğunlaşan bir dil kullanmakla birlikte Demirtaş görüşlerini ‘radikal demokrasi’ diye tanımladıkları bir programa dayandırıyor. ‘Radikal demokrasi’ genelde toplumsal/siyasal devrim yerine etnik ve dinsel ayrımlara dair bugüne kadar karşılanmamış hakların devlet sistemi içinde çözümünü öngören liberal bir anlayışa tekabül eder. Kürt sorununun çözümü için devletle müzakere içinde bazı özgün katkılarla geliştirilen bu ‘radikal demokrasi’ programı Kürt Hareketinin geldiği aşamadaki hedeflerinin sınırlarını belirliyor.”
BirGün, 15 Ağustos 2014 / Cuma, Oğuzhan Müftüoğlu ile röportaj
Ayrıca denmektedir ki: “HDP’nin gelip dayandığı yer “Radikal Demokrasi”dir, ki “sosyalizm”den başka bir şeydir, aynı şey değildir.”
Harita, Metin Çulhaoğlu, ilerihaber.org
HDP’nin içinde buluşan sosyalistlerin, Ankara’da birliği örmeye başlayan “diğer” sosyalistlerle, “HDP’nin ne olduğu” üzerine tartışması, kolay tamamlanabilecek. Bitirilirse de sonunda mutabakat sağlanacak bir tartışma olarak görünmemektedir.
O nedenle ilk önce yeni bir çekim alanı olarak “gündemi dolduran birlik” olan “Vişnelik İttifakı”nın kurulmakta olması nedeni ile sosyalist solda ortaya çıkan yeni ve daha net “harita” ve “panorama”yı değerlendirmelerimizin odağına alalım. (Bu bahsedilen harita, Metin Çulhaoğlu’nun “haritası” değil, bizim “ev”de de ayrı bir harita var.)
Birlik adına herkesin kendi haritasına bakıp, ortaya çıkan görüntüye göre yolunu belirlemesi anlaşılır bir durumdur.
Bu çerçevede bloklaşma ve “birleşik muhalefet” arayışı elbette iyi niyetli girişimlerdir.
Ancak, “cehenneme giden yol, iyi niyet taşları ile örülebilir”.
Ortaya çıkan sonucun, gidişatın hepimizin için bir “cehennem olması”, kurulmakta olan birliğin, demokratik halk güçlerini karpuz gibi ikiye bölmesi durumunda olacaktır.
Bu nedenle, “Vişnelik inisyatifi” kendi inkişafının ardından, (henüz mevcut olmayan, ama büyük potansiyeli bulunan) halk güçlerinin birliğini, HDP ile birlikte, el ele dantel gibi örmeyi önüne koymalıdır.
Eğer “Vişnelik Birliği” kendini sosyalistlerin birliği: sosyalist iktidara doğru yürüyebilecek güç, sosyalist cumhuriyete (proleterya diktatörlüğü?), emek cumhuriyetine yürüyen sosyalist bir işçi cephesi olarak, bu tür bir güç olarak tasarlıyorsa, bizlerin, HDP’nin de içinde olduğu bir ayrı “demokratik halk cephesi”, “demokratik güçlerin birliği” oluşması için de ayrıca aktif bir siyaset kuracağı varsayılabilir.
Herhalde bu yönde, kurdukları varsayılan sosyalistlerin birliği yanı sıra “demokrasi, emek, özgürlük güçlerinin birliği” yönünde de bir çizgi kuracaklardır.
Bunun aksine olsa idi, salt halkçı karakterli (sınırlı) bir birliği kurmaya niyet etselerdi, bizleri, HDP’yi, HDP içindeki güçleri de davet ederlerdi (zaten!).
Birlik olmadı, birlik verelim:
…
Yalnız insan merdivendir
Hiçbir yere ulaşmayan
Sürülür yabancı diye
Dayandığı kapılardan
Louis Aragon
Şu an, KÖH’ün odağında durduğu ve sosyalist çevrelerin ve hak arayışçılarının içinde yer aldığı bir parti olarak HDP’nin, Ankara’da birlik arayan ve muhtemelen kuracak güçleri HDP evine (eşit) mülk sahibi yapması belki “ideal olan” çözümdü(r).
“Vişnelik” bu yolun izlenmeyeceğinin somutlaştığı yer olacak gibi görünmektedir.
“Hayır, siz HDP’yi yanlış anlıyorsunuz, eksik değerlendiriyorsunuz, aslında…” diye başlayan cümlelerle “ortak eve daveti” yenilemek şu an pek anlamlı görünmüyor.
“Kargadan başka kuş, HDP’den başka birlik alanı tanımayız” denemeyeceğine göre devrimci sosyalist dostlarımızın “iradesini” bizlerin mücadelesi ile yakınlaştıracak, birleştirecek bir (başka) tarz tutturmak efektif olandır artık.
İçine girilen döneme ilişkin “Mücadele birliği” perspektifimizi, ortaya çıkan bu “yeni olgu”yu şimdiden tanıyarak hazırlamak, uyarlamak akla daha uygun olandır.
Bu aynı zamanda “diğer sosyalist” dostlarımıza ve onların “iradesine” gösterilmesi gereken olağan saygının da bir gereğidir.
Öncelikle anlaşılmalıdır ki: “Vişnelik gücü” (en azından şu an itibarı ile) asla bölücü bir hareket değildir.
Ankara’dan yükselen “bütünleşme” sesi, şu an’a dek, salt potansiyel olarak var olan gevşek bir birlik gücünün / potansiyelinin bir başka biçimde (bizlerin gönlünden geçenden farklı biçimde) değerlendirilmesi, bir başka (ayrı) pasta kabı içine dökülmesidir.
Bu pasta nasıl pişebilir, piştiğinde nasıl bir lezzet verir, bu tamamen ayrı bir sorudur.
Birliğin, bizim arzu ve hayal ettiğimiz biçimde yol almamış olması, bizce daha “optimal biçimde” ete-kemiğe bürünmüş olmaması bir tür “kayıp hal” bir “yazık durum” olarak algılanmamalıdır.
“Kurulup, gelmekte olan”, şu an’a dek ampirik, süreksiz mücadele birlikteliklerinin içinden en azından bir öbeğimizi daha bütünleştirmektedir.
Yok, yok. “Pollyannacılık” yapmıyorum.
Bilinmelidir ki, zamanı gelmiş birlik adımının, genel “beklenti çizgisinin” gerisinde kalmaya devam etmesi, bir tür çürümeye neden olurdu, bu da, aynı sepetteki elma gibi hepimizi çürütürdü.
Görülen odur ki, kurulmakta olan birlik (yer yöne kapalı) “katolik nikahına” ve “püriten” bir aile yaşamına oturtulmuş bir toplaşma olmayacaktır, ki bu iyidir.
Ama bir mutlak ve nispi toparlanmadır, olumludur ve bu girişim, eskisinden daha iyi bir zaviyeye ulaşılması babındadır.
Bu konuda, bizler açısından ürkecek (umarım) hiç bir şey de yoktur.
Ama, başka bir köşede “ürkeceğimiz bir şey” birikmiş olabilir.
…
Yeni bir kapı açıldı aramızda
ve henüz yüzü olmayan biri,
oturdu ve bekledi bizi orada.
Pablo Neruda
Çeviren: İsmail Aksoy
(“Kaptanın Dizeleri”nden
“Ankara ittifakının”, “Vişnelik birliğinin” kuruluşunun tam bu tarihe denk gelmesi, bugün itibarı ile ulaşılan durumun yalnızca “birbirimize yönelik bakış açısı ve ilişki biçimlerindeki derinliğin belirli bir siyasal olgunluğa ancak şimdi ulaşmasından” öte, (elbette bu yönü de var) ama asıl olarak, tetikleyici bir güç olarak HDP’nin seçimlerde % 10’a ulaşması ve toplumun bütününde yeni bir ilgi ve dalgalanma uyandırması sonucu nedeni ile de değil midir (bir ölçüde)?
Salt cumhurbaşkanlığı seçimlerinde doğan uygun konjonktür nedeniyle değil, genel olarak, HDP’nin başarısı ve gidişatı bazı hazır şablonları ve önyargıları da parçalamaktadır.
“Ürkeceğimiz şey” ise şu olabilir:
Bu, diyelim ki 2 sene önce de gerçekleşmesi aslında mümkün olabilecek (spekülasyon mu demeliyiz acaba), gecikmiş birlik anlayışı ya da durumunun, gecikmişlik halet-i ruhiyesinden uzaklaşmak adına, kulvar gerisinden hızla ileri çıkmak adına, aşırı “özgüven yüklemesi” ile “sol” şeritten hızla direksiyon kırıp, üç düzen partisi ve HDP’den sonra 5. güç olarak kendini tanımlamaya kalkılabilir.
İşte bu yanlışın daniskası olur.
Bu, halkın gözünde sol’un bölünmesi olarak algılanacaktır.
- Blok siyaseti: asıl büyütülmesi ve derinleştirilmesi gereken bu.
…
Vakit yok artık hayatı öğrenmeye
Gece, ağlasın yüreklerimiz beraber
En sıradan şarkı nice felaket ister
Nice pişmanlıktır bir ürperiş için değer
Nice hıçkırık gerekir gitarla bir nağmeye
Mutlu aşk yoktur.
…
Louis Aragon
Türkiye siyasetinde Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve ardından, halkın gözünde 3 farklı blok görünür kılınmıştır.
AKP ve etrafındaki iktidar bloğu.
CHP/MHP eksenli düzen içi muhalefet bloğu.
HDP’nin çeperinde görünür kılınan, varsayılan 3. Blok
İşte şimdi, toplumda algılanmaya başlayan bu “parametrelerde” ısrar etmek gerekmektedir.
Çünkü, (diğer) sosyalistlerin (tercihen) kendi birlik öbeklerini ister HDK / HDP çeperinde, isterlerse yeni tarif ettikleri kendi özgül alanlarında, “kendi evleri”nde kurmaları gerçekleşsin, yukarıdaki parametreye göre başka bir “dev görev” kapı önünde beklemektedir.
Bu ”dev görev”, mümkün olan en geniş ilerici, devrimci güçlerin istikrarlı bir gündelik beraberlikler olmaktan çıkan (kalıcı) “Eylem Birliklerini” kurmaktır.
Bunun bir alt kategorisinde ise “Seçim Bloğu” durmaktadır.
2015 seçimlerinde böylesi Blok oluşturulması, salt seçime son anda (birleşik) katılmak değil, öncesinden başlayan bir “eylem birlikteliği” ile geniş kitlelere güven verecek bir “ortaklığı” sürdürmek şeklinde anlaşılmalıdır.
Böylesi bir süreç, iki ağırlıklı hedefe ulaşmak için kullanılmalıdır.
On yüz milyon bininci defa: KÖH’ü nasıl anlamalıyız, KÖH’ü nasıl değerlendirmeliyiz?
Ne zaman aynadaki yüze baksam,
bilmiyorum hangi yüz bana bakıyor;
bilmiyorum hangi yaşlı yüz sessizce
ve bezgin bir öfkeyle kendi imgesini arıyor.
…
Jorge Luis Borges
Öncelikle KÖH ile diğer aydınlanmacı, eşitlikçi güçler arasındaki açı farkının “diğer sosyalistlerimizin” katkısı ve işbirliği ile beraberce kapatılması gerekmektedir.
Bunun bir “arabuluculuk” olarak anlaşılması elbette doğru değildir.
KÖH’ün adına “Türkiyelileşme” dediği, aslında tam “cuk” oturmayan, durumu tam açıklamayan, herkesin farklı bir yorum ile ele aldığı geçiş tamamlanmalıdır.
Türkiye genel kitlesinin, bazen aynı anlama gelmek üzere Türkiye genel seçmeninin, bu konuyu murat edildiği gibi anlaması için önce, “diğer sosyalistlerin”, sürekli yutkunmaktan vaz geçerek, HDP köprüsü üzerinden geçerek KÖH ile buluşmasına hız vermek gerekmektedir.
KÖH ve KÖH’ü kapsadığı için HDP ile gündelik mesainin arttırılması, zaman zaman özel ve genel gündemlerin çakışması ile sağlanan “paralel” mücadele birliğinin, artık sürekli ve (alaşım değil elbette) “kimyasal karışım” mücadele birliği seviyesine getirilmesi sağlanmalıdır.
KÖH’ün özel gündemi ve özel ajandası olduğu “varsayımı” büyük bir engel olarak bizleri bu konuda geciktirmektedir.
Ortadoğu çemberinin ve girdabının bizleri ortaklaşa içine çektiği bu süreçte, KÖH’ün defaten tersini ispatladığı “Barzanicilik ile benzerliğini arama” veya hatta aynı şey sayma halisünasyonunu sonlandırmak yerinde ve gerekli olacaktır.
“Açılım”ın devinimleri nedeni ile hükümet çevrelerinden gelecek önerilerden dolayı KÖH’ün bir anda ve çabucak kendi özel gündemine dönebileceği, geri çekileceği varsayımı, KÖH’ü hala anlamamaktır.
Bu daha çok, (daha vahimi) AKP hükümetinin ve genel olarak konuşursak “sistemin” bir temelden değiştirme kabiliyetine sahip olduğu yanılsamasından kaynaklanmaktadır.
Bu hatalı ve abartılı değerlendirme en rafine biçimde Metin Çulhaoğlu’nun belirlemesinde somutlaşmaktadır:
“Kendi siyasal projeksiyonları doğrultusunda her tür “esnekliği” sürdürmeye devam edecektir. Gün gelecek “sol” yapacak, gün gelecek devletlûlarla köy kahvesi muhabbeti tadında diyaloglara oturacaktır. Yolları (bu siyasetin anladığı anlamda) birleştirmek söz konusu olamaz. Bu siyasetin, kendi dinamikleriyle istikrarlı bir sol rotaya oturmasını beklemek de pek gerçekçi görünmemektedir.”
Metin Çulhaoğlu bu sözleri ile kendi takımının görüşlerini tercüme ettiği gibi, aynı zamanda bence “Vişnelik” bileşenleri / katılımcısı olan tüm yoldaşlarımızın ve dostlarımızın hislerine de tercüman olmaktadır.
(Bu konudaki) aramızdaki anlaşmazlıkta “zurnanın zırt dediği yer” tam burasıdır.
Olacakların öngörüsü, sosyalist siyasi analiz yeteneğinin rüştünü ispat edeceği yer de burasıdır.
Elbette, burada söylenenin tersi için, KÖH’e kefil olmak veya “valla böyle olmaz” demek safdillik ve rabıtasızlık olur.
“Halep ordaysa arşın burada” sözünün edilebileceği yakın zaman dilimi içerisinde durumun anlaşılacağı, netlik kazanacağı varsayılabilir.
“Ak koyun, kara koyun” yakında belli olacak denilebilir.
Süreç, “diğer sosyalistlerimizin” varsaydığı gibi değil, farklı akacaktır.
Unutulmaması, gözden ırak tutulmaması gereken şudur:
AKP, hangi sorunu bir hamlede çözdü ki?
Mesela, Aleviler konusunda, ki bu dert Kürt meselesine kıyasla, daha az komplekstir, çözümü hep zamana oynayarak erteledi.
AKP hükümetinin, aslında Kürt sorununda ise bir “tam” çözüm şansı yoktur, çünkü ülkemiz insanın göstereceği refleksleri şimdilik bir kenara bırakalım, şimdilik hesaba katmayalım, hükümet Ortadoğu prangası ve BOP zincirleri ile ayaklarından bağlıdır, kıpırdayamamaktadır.
Hükümet cenahından, göreceğiz ki, “onlarca sahte ve/veya derinliksiz küçük çözüm önerisi”, bir sel gibi gündemi işgal edecektir, ama hiç biri çözümüm kendisi olamayacaktır, olamaz.
Çünkü, AKP hükümetinin çözüm kabiliyeti mevcut değildir.
AKP hükümeti, topu taca atmak ve zaman kazanmak için sahte gündem belirleyecektir.
Bundan fazlası olmaz.
Bu çerçevede her iki “taraf” da kendi rolünü oynayacaktır
Barış düşmanla yapılır.
Barış, düşmanla görüşerek, konuşarak kurulur.
Çulhaoğlu’nun KÖH’ü kastederek: “gün gelecek devletlûlarla köy kahvesi muhabbeti tadında diyaloglara oturacaktır” diye belirtiği zaman, yarındır. Bu olacaktır.
Ancak Çulhaoğlu yoldaşımın anlamadığı şey, KÖH’ün tam da tersini anladığı şeydir.
KÖH, bu süreçte, nereye gidildiğinin ayırdındadır.
KÖH, görüşmeleri, dialogları köy kahvesi muhabbeti tadında (hatta, uzun uzun, şu an olup bitene benzer olarak) sürdürecek, kendi kamuoyuna ve Türkiye insanına, AKP hükümetinin gereken adımı atmadığı ve atamadığını gösterecektir.
Bu durumun senaryosunun üç aşağı, beş yukarı böyle gelişeceğini algılamış olan KÖH, tam da, bu nedenle Türkiye demokratik güçlerine sokulmakta, onlardan ummakta, bloklaşmak istemektedir.
KÖH, sol’a karşı takiye yapmamaktadır.
Her şey, gerçeğin tüm “gri” tonlarını taşımaktadır ve beyaz / siyah renklerini taşımaktadır.
Gerçek, Kürt gerçeği ve aynı anlama gelmek üzere “Kürt sorunu” monoblok değildir, parçalıdır, çok parçalıdır, çeşitlidir.
O nedenle, KÖH gerçeği oluşturan tüm elementlere dair bir tavır geliştirmektedir.
Tam bu noktada KÖH’ün (ve bir ölçüde HDP’nin) “Bu siyasetin, kendi dinamikleriyle istikrarlı bir sol rotaya oturmasını beklemek de pek gerçekçi görünmemektedir.” (Metin Çulhaoğlu, Harita)
Çulhaoğlu, doğrunun bir yönüne parmak basmış.
Unutulmaması gereken şudur: “siyasi hat” salt niyetten (ideoloji) oluşmaz, ona zemin sunan koşulların değişimi de siyaseti değişkenliğine uğratabilir, en azından etkileyebilir.
KÖH’ün duruşunun, ona hangi siyasi rüzgarların değeceğine, bu rüzgarların gücüne de bağlı olduğu birlikte hesaba katılmalıdır.
KÖH’ün steril ve dış etkilere, basınçlara kapalı olan bir oda içinde hareket etmediğini bilebileceğimize göre, KÖH’ün şimdi HDP içinde bir tür ittifak içinde olduğu sosyalistlerin, bunların dışında “diğer sosyalistlerin” doğrudan etkisine açık olduğu rahatlıkla kavranabilir.
… “Bu nedenle iniş ve çıkışlar, savruluşlar, yalpalamalar, bu işin “mütemmim cüz’ü”dür.
… “Kürt Ulusal Hareketi’nin, KÖH’ün ana gövdesi ve çekirdeği ”sol” bir gelenekten gelse ve „sol” bir tarza sahip olsa da içinde bulunduğu “cephe” geniş, çeşitli ve azımsanmayacak güçte “diğerleri”nden oluşmaktadır.
KÖH’ün ana gövdesinin ciddi “alan rakipleri” vardır ve KÖH bunları “hesaplarına” dahil eder, “göz zaviyesinde” tutar.
Genel Kürt kitlesinin yarıya yakını siyasi İslamcı adımlara / çevrelere / tarikatlara maalesef teslim olmuştur.
AKP, bu anlama gelmek üzere: Kürtler içindeki en büyük diğer siyasal güçtür.
Bunu Antep, Urfa, Adıyaman gibi iller başta olmak üzere, önemli Kürt merkezlerinde sıkı örgütlenmiş sivil devlet “tarikatlar”ı izler.
IŞİD’e parmak ısırtacak kadar vahşi, “Kürt Hizbullahı”ndan yeniden devşirilen HÜDAPAR’ın adı, onların yanında hemen, ama ayrıca anılmalıdır.
Kemal Burkay’cılık ve yeni moda olan, Barzani-AKP yeniden üretimi: T-KDP de bu “hat”ta anılmalıdır.
AKP ve Türk devleti ile “işi pişiren” (bkz: Irak / IŞİD / Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı / Rojava’ya karşı pozisyon) ülkemizdeki Barzanicilik, yelkenleri arkadan doldurularak, öne itilmektedir.
Bu nedenle, bir dönem, Kürt, Kürdistan demenin büyük suç olduğu ülkemizde, “Türkiye Kürdistanı Demokrat partisi” kuruluşunu, bu tarihsel anda, Yargıtay tarafından “çöpsüz üzüm” misali onaylanmaktadır.
İsmi geçen bu güçler, KÖH’ün çekirdeğini oluşturan ve KÖH’ün liderliğini yapan “sol” damarı etkiler, iter, boğar, sınırlar, yönlendirir, zaman zaman belirler.
İsmi üstünde, söz konusu olan: bir ulusal harekettir.
KÖH’ün kapısı, bu çevrelerden gelen etkilere / rüzgarlara açıktır (karakteri gereği).
BDP’nin HDP’ye taşınmasının sebeplerinden bir tanesi de, bu anılan gerilimlerden kaynak bulmaktadır.
Bu “taşınma”nın ipuçlarından en büyüğü, muhtemelen, bu ilişkiler yumağında gizlidir.
Diğer bütün diğer HDP bileşenlerinden gelen homurtulara rağmen, BDP, HDP’ye akmıştır.
Bu olmuştur: çünkü, KÖH’ün “sol”cularının sürekli olarak Türkiye solu ile iş tutması KÖH’teki “diğerlerini” huzursuz ve mutsuz etmiştir.
Unutulmamalıdır ki, bu nedenle bugün de HDP MYK üyesi olan milletvekili Altan Tan, “huzursuzlanmış” ve Meclis’te art arda “basın toplantıları” yapmıştır.
Kısmen kırgın HDP’li sosyalistlere yönelik ve tüm sosyalistleri çağıran HDP kongresindeki “İmralı mektubu” ise bir “gönül alma” işi değildir tek başına.
KÖH’ün ve bilhassa KÖH’ün sol cenahının, bir yandan kendi içindeki ve çeperindeki İslamcı Kürtlere, bazen / kısmen taviz(ler) sunarken, diğer yandan da, “sol”dan başka yaslanacağı bir güç yoktur günümüzde.”
(Sinan Gorgan, 24 temmuz 2014, perşembe, Halkevleri’nin ve Ödp’nin seçim politikası üzerine masum bir polemik)
Malum, diyalektiğin yasaları işliyor.
“Şu KÖH hattını bir keskinleştirsin, hele bir yol bekleyelim” denemez.
HDP’li ve “diğer sosyalistlerin” ve solda duranların gidişatı da KÖH’ün performansını etkiliyor.
Sanırım, bu noktadan KÖH’ün ve HDP’nin “emek ekseni” kavramı ile dansını irdelemeye geçebiliriz.
“Radikal Demokrasi” ne zamandan beri lanetli söz oldu?
Biliyorsun, ölüm diye bir şey yok, diyor adam kadına.
Biliyorum, evet, artık öldüğüme göre, diyor kadın.
İki gömleğin de ütülendi, çekmecede,
sadece küçük bir gül benim özlediğim.
Yannis Ritsos
Çev. Cevat Çapan
Bu aşamada önce, “Siyasi Gazete”de (Eylül 2014, sayı 17) yayınlanan bir Erdal Kara yazısını yardımıma çağırıyorum:
“Devrimciyiz… Hafızamız nisyan ile mi malüldür?
Meşrebimizde unutkanlık mı var bizim?
Belli ki kimi ÖDP’li dostlarımız öyle sanıyor.
Yıl ’96. ÖDP kuruldu.
Kurulurken en kritik tartışmalar hangileriydi dersiniz?
Hatırlıyoruz…
Bir, işçi sınıfının konumu diğer halk sınıflarının karşısında ne olacak?
İki, partinin kimliği sosyalist mi yoksa başka bir şey mi olacak?
Üç, işçi sınıfı demokrasisi mi yoksa başka türden bir demokrasi mi savunulacak? Kimi ÖDP’li dostlarımızın yukarıdaki sorulara cevapları neydi peki?
İlk sorunun cevabı yaklaşık şöyleydi: Devir artık değişmişti.
Öyle işçi sınıfı devrimciliğiyle falan olmazdı bu işler. Her renk eşit temsil edilmeliydi.
Bu bakış açısı Ankara’da gerçekleştirilecek Kuruluş Kongresi’ne çağrı bildirilerine de yansıdı. “Her Yerden Geliyorduk!”…
Neredeyse onlarca özne vardı her yerden gelenler arasında, işçiler de hasbelkader onlardan biriydi.
İkinci sorunun cevabı oldukça basitti. Sosyalist kimlik partiyi daraltırdı. Parti zinhar sosyalist kimliğe sahip olmamalıydı.
Üçüncü sorunun cevabı neydi dersiniz? İşçi demokrasisi mi? Sosyalist demokrasi mi? Haşa, asla öyle değildi. Düpedüz, kazık gibi “radikal demokrasiydi”.
Demirel’in talebeleri miyiz biz?
Dün dündür, bugün de bugün müdür bizim için?
Dün dediğini külliyen unutup, dün bizim dediklerimizi bize anlatmanın alemi ne?
Alemi var tabii. HDP yaklaşık yüzde 10 oy aldı çünkü.
Hangi söylemle?
Dün kimi ÖDP’li dostlarımızın savundukları söylemle.
O zaman sorun ne?
Sorun şu: Kimi ÖDP’li dostlarımız “her yerden gelenlerle” buluşmak istiyor.
Lakin bu her yerden gelenlerin arasında Kürtler olmasın diyor.
Nasıl oluyor bu demeyin, bu basbayağı böyle oluyor.
Böyle olunca da dün söylenenler unutulup, neredeyse bizim söylediklerimize benzer şeyler savunulmaya başlanıyor. Peki biz böyle konuşunca çelişkiye düşmüyor muyuz? Hayır, düşmüyoruz.
Çünkü şu ikisi, sosyalist hareketin yeniden yapılanması ile demokratik muhalefetin yeniden yapılanması ayrı kulvarlardır. ÖDP’yi biz sosyalist hareketin yeniden yapılanma kulvarı olarak görüyorduk. Bu nedenle de yukarıdaki sorulara aşağıdaki cevapları veriyorduk.
ÖDP, bir; sınıf partisi olmalıydı, iki; sosyalist olmalıydı, üç; sosyalist demokrasi temelinde demokrasi mücadelesi vermeliydi.
Demokratik muhalefetin yeniden yapılanması kulvarı için aynı cevapları vermemiz mümkün değildi.
Bu kulvarda olan güçlerin mücadelesi belirlerdi bu kulvarın politik rengini. Sosyalistler ne kadar güçlü olurlarsa o kadar fazla verirlerdi bu kulvardaki yeniden yapılanmaya renklerini.“
Acele etmeyin, bir şey demeyin, çünkü farkındayım: “Vişnelik ittifakı, ÖDP demek değildir.
Elbette değildir.
Ben, “bu konuda“ birşeyler anlatmıyorum.
Bekleyin, başka bir şey söylemek istiyorum.
Bu alıntıdan yola çıkarak söylemek istediğim şunlardır: Bugün bir kısmı SYKP’de, dolayısı ile de şimdilerde HDP’de yer alan, biz eski ÖDP’liler, o zaman (1996) ”emek ekseni” kavramına yeterince vurgu yaptığımızda, güçler dengesi açısından yeterince ağırlık oluşturamadığımız için, bu bilinen durum, böyle yaşandı.
Şimdi bizi aynı tehlike elbette HDP’de de beklemektedir.
Ama, yine de, bir tatsız son kaçınılmaz değildir.
Bu, biz HDP’li sosyalistlerin performansına bağlı olduğu gibi, “emek ekseni” kavramının, sosyalizm değerlerinin toplumda hangi hızla, ne denli itibar kazandığı, kazanacağı ile de bağıntılıdır.
ÖDP’li arkadaşlarımızın, “Sol”a hareketi” (ki nedeni ve derinliği ne olursa olsun, son derece sevindiricidir), “Vişnelik ittifakı”nın net bir “emek ekseni” üzerinde kurulması ve KÖH ve HDP ile yakınlığı bizim elimizi güçlendirir ve duruşumuzu pekiştirir.
HDP’nin sola açılan duruşu kesinleştikçe, HDP’li sosyalistlerin ve “Ankara birliği”nin içinde bloklaşan “diğer sosyalistlerin” kendi alanlarında ağırlıkları arttıkça, bu sözü geçen güçler ayrıca “bir arada” durarak, toplumda yeni bir “etki gücünü” birlikte oluşturdukça,
KÖH, gün geldiğinde “sol” yapacak daha geniş zemin bulur ve böylelikle: “devletlûlarla köy kahvesi muhabbeti tadında diyaloglara” daha az oturma durumunda kalır.
Ben bunun dışında başka bir sihirli formül bilemiyorum.
Aranızda başka bilen var mı?
Birlik, birlik içinde. Birlik daha büyük bir birliğe dahil: Bu bize ne sağlar?
…
Vakit geç.
Ölüm geri çeviriyor beni.
Hayat istemiyor.
Ben şimdi nereye gidebilirim ki?
Yannis Ritsos
çeviren: Cevat Çapan
Sosyalistlerin kendi birliklerini sağlamak ve ardından “sosyalist birliklerin” “ortak bloğu”nu sağlamak, büyük resmin içinde başarılmış, nispeten küçük iştir, aslında.
Asıl “büyük hücum” bunun ardından gelebilir.
Ulaşılması gereken kitle (yaklaşık 20/25 milyon seçmen), bugün neredeyse tamamen bizim dışımızda durmaktadır.
Söz konusu bu kitlenin, çemberin, en geniş ve kalabalık haresi: cumhuriyet çocuklarıdır.
“Cumhuriyet çocukları”nın büyük sayıdaki kesimi CHP’nin etkisi altındadır.
“Gezi”nin gösterdiği gibi, kurt işareti yapan kent yoksullarının ve varoşlarda / urban yaşayan ve şimdilik milliyetçiliğin bayrağı altında toplanmışların “geçişkenliği” yükselmiştir.
“Sosyalist Birliklerin bloku”, ortaklaşmalarını yoğunlaştırdığı ölçüde ve en erken başlayan (şimdiden ve hemen başlayan) birleşik mücadele ile, bilhassa 2015 seçimleri sürecinde yürütecekleri birleşik etkinliklerle, sol lehine “çözülmeyi” ve “geçişkenliği” arttırabilirler.
Ancak siz de, ben de farkındayız ki, bu yazı çok uzadı.
Bu son konu hakkında görüşlerimi başka bir yazıya ertelemem yerinde olacak sanırım.
Birlikte düşünmeye devam edelim.
05 Eylül 2014
Ekler:
BirGün, 03 EYLÜL 2014 / ÇARŞAMBA
Solda birlikte mücadele umudu
Aydınlar, yazarlar ve sol partilerden temsilciler, mücadele olanaklarını birleştirmek ve ortak sorumlulukların yerine getirilmesi için Ankara’da buluştu, önerileri tartıştı
Solda birlikte mücadele imkanlarının değerlendirildiği geniş bir toplantı gerçekleştirildi. Pek çok aydın, yazar ve sol siyasi parti temsilcisinin katıldığı toplantı ODTÜ Vişnelik’te yapıldı. Dünya ve bölgede yaşanan siyasal gelişmeleri değerlendirmek, Türkiye’de giderek İslamcı-faşizan bir diktatörlüğe dönüşen AKP iktidarı ve “yeni rejim”e karşı birlikte mücadele etme olanaklarını araştırmak üzere; geniş bir kesim, 30 Ağustos 2014 tarihinde Ankara ODTÜ Vişnelik tesislerinde bir araya geldi.
Toplantıda katılımcılar, siyasal durum ve olası gelişmeler konusundaki düşüncelerini paylaştı. Mücadele olanaklarını birleştirmek ve ortak sorumlulukların yerine getirilmesi amacıyla geliştirilen önerileri tartıştı. Katılımcılar, oluşturulan zeminin önemi ve gerekliliğinin altını çizdi.
Toplantı sonrası, “Türkiye sağa kaydıkça bir karabasana dönüşen gelişmeler hakkında düşüncelerimizi paylaşmak, üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmek, olanaklarımızı birleştirmek ve fikir birliği sağladığımız zeminlerde; aklımızı, gücümüzü ve enerjimizi bir araya getirmek için toplantıların sürdürülmesi konusunda eğilim birliği sağlandı” dendi.
Bu amaçla; sol-sosyalist güçlerin ve toplumsal muhalefet dinamiklerinin birlikte mücadele olanaklarının ele alınacağı toplantıların sürdürülmesi için bir Koordinasyon Kurulu oluşturuldu. İkinci toplantının bir ay içinde gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı.
İŞTE KATILAN İSİMLER
Abdurrahman Atalay, Alper Taş, Aysun Gezen, Aydemir Güler, Aydın Çubukcu, Barış İnce, Beyazıt İlhan, Bilge Seçkin Çetinkaya, Burhan Sönmez, Burak Yücel, Bülent Forta, Can Atalay, Cemal Polat, Deniz Yıldırım, Doğan Tılıç, Doğan Çetinkaya, Emin Koramaz, Emirhan Oğuz, Eriş Bilaloğlu, Erkan Baş, Evren Haspolat, Fatih Yaşlı, Gökhan Günaydın, Haluk Yurtsever, Hakan Gülseven, Hakan Öztürk, Hayri Kozanoğlu, Hüseyin Aygün, İbrahim Aydın, İbrahim Varlı, İsmail Hakkı Tombul, İlhan Cihaner, Kaya Güvenç, Korkut Boratav, Masis Kürkçügil, Melih Pekdemir, Mehmet Yetiş, Merdan Yanardağ, Metin Çulhaoğlu, Metin Ebetürk, Necmi Erdoğan, Oğuzhan Müftüoğlu, Osman Öztürk, Oya Ersoy, Önder İşleyen, Özgür Şen, Özgür Karaduman, Serpil Güvenç, Selçuk Candansayar, Sibel Uzun, Tarık Şengül, Turan Eser, Turgut Öker, Zafer Aydın
MESAJ GÖNDERENLER:
Toplantıya Sungur Savran, Fikret Başkaya, Gün Zileli ve Gamze Yücesan Özdemir mesaj gönderdi. Aziz Konukman, Barış Atay, Can Dündar, Canan Kaftancıoğlu, Çetin Uygur, Evren Hoşgör, Güven Gürkan Öztan, İsmail Saymaz, Taner Timur, Tülin Öngen ise mazeretleri nedeniyle toplantıya katılamadı.
Harita
Metin Çulhaoğlu
İleriHaber.org
“Yol haritasından” söz etmeyeceğiz; mevcut durumu göstermeye çalışan bir haritadır. Kimi “kritik” noktalarla birlikte şöyledir:
Düzen/siyasal iktidar: İkisi, Türkiye’nin önceki tüm dönemlerine göre çok daha fazla iç içe geçmiş, adeta “tek” olmuştur. Görünür gelecekte, ne bir “dış güç” olarak emperyalizmden ne de içerde sermaye sınıfının belirli kesimlerinden karşıt-bozucu hamleler beklemek anlamlı değildir. Evet, gidiş daha kötüye, olumsuza doğrudur. Ancak, bu yerinde tespite kritik bir not düşülmesi gerekmektedir: Kötünün iç konsolidasyonu, kendi karşıtını da en azından bir şekle şemaile kavuşturmakta, örgütlenmeye ve harekete geçmeye daha hazır hale getirmektedir. Sonuç: Kötüye gidişi es geçmeden, projektörlerin bu potansiyele yöneltilmesi gerekmektedir.
AKP karşıtlığı/karşıtları: Yukarıdaki ilk ara başlık, bu “cepheye” ilişkin ipuçları vermektedir. Eklenebilecek “kritik” nokta ise şudur: 2007 yılından başlanırsa, sürükleyici kadrolarıyla birlikte “Cumhuriyet mitingleri” tarzı eylemliliklerin, Silivri-Ergenekon karşı tepkilerinin, “ulusalcılığın”, 1930’lara yönelik özlemlerin, CHP politikalarının ve bu partiye bağlanan umutların vb. bu “cephe” üzerindeki etkisi azalmıştır ve daha da azalacaktır. Projektörlerin yönelmesi gereken bir başka potansiyeldir.
Kürt siyaseti: Kendi siyasal projeksiyonları doğrultusunda her tür “esnekliği” sürdürmeye devam edecektir. Gün gelecek “sol” yapacak, gün gelecek devletlûlarla köy kahvesi muhabbeti tadında diyaloglara oturacaktır. Yolları (bu siyasetin anladığı anlamda) birleştirmek söz konusu olamaz. Bu siyasetin, kendi dinamikleriyle istikrarlı bir sol rotaya oturmasını beklemek de pek gerçekçi görünmemektedir. Gelgelelim, yolları, bu siyasetin şurasında burasında duran, özellikle ülkenin batısındaki ve güneyindeki on binlerce Kürt emekçiden de kopacak ölçüde ayırmak hiç akıl kârı olmasa gerektir.
Aleviler: AKP’nin kendi siyasal operasyonlarında en başarısız kaldığı kesimlerden biridir. Bu durum ve işaret ettiği potansiyel görmezden gelinemez. Ancak, Alevi kesimin AKP’nin karşısında durmasını sağlayan özelliği, aynı zamanda onun örgütlü-programlı sola da mesafe koymasına yol açmaktadır. Kimileri çok eskilere giden, kimileri ise henüz belleklerde tazeliğini koruyan yaşanmışlıklar, Alevi kesimdeki derin güvensizlik duygusunun ve savunma reflekslerinin temel belirleyicisidir. Bu kesimin, kendisini de içeren, ancak kendisine indirgenemeyecek başka bir oluşuma güven duymaya başlaması bir özgüveni de beraberinde getirecektir. Kritik sonuç: Bu kesime güven verecek güçte oluşumlar yaratılması…
***
Ya solcular/sosyalistler?
Harita yukarıdaki gibiyse ne yapabilirler ya da yapmalıdırlar?
En başta söyledik; bu bir “yol haritası” değil. Ancak, az önce çeşitli yönleriyle işaret edilen “potansiyel” gerçekten varsa ve bu konuda mutabık kalınıyorsa, işe başlarken (ya da yola devam ederken) dikkat edilmesi gereken iki nokta üzerinde duracağız.
Bu bir köşe yazısıdır ve “ne yapılmaması” gerektiği üzerinde durulması mazur görülmelidir.
Birincisi: Solcular/sosyalistler, Türkiye’deki verili durum karşısında, dünyadaki geçmiş “cephe” deneyimlerinin esiri olmamalı, bunları gereğinden fazla kafaya takmamalıdır. Hele bir de başarısız kalmış cephe deneyimlerine bakıp (ki sayıları hayli fazladır) “şunları şunları da kapsayacak genişlikte olamadılar, onun için başarısız kaldılar” sonucuna varılırsa iş iyice sulanacaktır.
İkincisi: Solcular/sosyalistler belirli değerleri savunmaya devam edeceklerse, bunu ikirciksiz, “amasız fakatsız” yapmalıdırlar.
Örneğin Aydınlanma denilecekse, neyse o denilmelidir; bunun ardına “…ancak, pozitivizme, toplum mühendisliği zorlamalarına da karşıyız” gibi ekler düşmenin anlamı yoktur…
Laiklikse laikliktir; neyin kastedildiği anlatılır. Bu anlatımın hemen ardından “…bakın, biz Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin yukarıdan zorlamalara dayalı ‘laikçi’ anlayışını benimsemiyoruz ha…” gibi şeyler söylemek isteyenler bunları dergilerinde yazabilirler…
Kamuculuk deniyorsa, özellikle yaşanılan özelleştirmeler bağlamında bir güzel anlatılır ve sahiplenilir. Üzerine, kamuculuğun neden “devletçilikle özdeş olmadığına” ilişkin zorlamalara girişmenin gereği yoktur.
Yurtseverliği sahipleniyor muyuz? Neden sahiplendiğimizi açıkça anlattıktan sonra “bu motifin milliyetçiliğe evrilme gibi bir tehlike de içerdiği” üzerine laf söylemek abestir.
***
Özetle, yukarıdaki kavramlar ya da motifler pozitif içerikleriyle tanımlanıp anlatılmalı, “kiminkinden neden farklı olduğunu” anlatacağım diye helak olunmamalıdır.
Peki ya aydınlanmacılığın, laikliğin, kamuculuğun ve yurtseverliğin “pozitif” açımlamaları kaçınılmaz olarak sosyalizme işaret ediyorsa…
O zaman ya razı olunur ya da bunların hepsinin günümüzdeki “burjuva demokrat” karşılıkları bulunmaya çalışılır.
İkincisini deneyeceklere: Kolay gelsin…
BirGün, 15 Ağustos 2014 / Cuma
Oğuzhan Müftüoğlu ile röportaj
Dayatılana teslim olarak devrimci siyaset yapılamaz
Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesindeki görüşmemizde ‘Asıl hesabı toplumsal muhalefet kesecek’ diyen gazetemiz yazarı Oğuzhan Müftüoğlu ile seçim sonuçları üzerine konuştuk
UĞUR KOÇ
Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesindeki görüşmemizde ‘Asıl hesabı toplumsal muhalefet kesecek diyen gazetemiz yazarı Oğuzhan Müftüoğlu ile seçim sonuçları üzerine konuştuk. Seçimin kendisi kadar sonuçlarının da meşru olmadığını söyleyen Müftüoğlu AKP içindeki tartışmalardan muhalefetin aldığı sonuçlara, seçim ve sonrasının toplumsal muhalefet için ne anlam ifade ettiğine kadar birçok farklı konuda sorularımızı yanıtladı.
»Erdoğan, Gezi ve 17/25 Aralık sonrası girdiği ikinci seçimden de galip çıktı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçim öncesi yaptığımız söyleşide, bu seçimlerin sonucu önceden ayarlanmış, antidemokratik ve meşru bir seçim olmadığını, ifade etmiştim. Buna rağmen bütün dünyanın gözleri önünde sergilenen bu ‘çakma seçim’ sonrasında Erdoğan seçimi şöyle kazandı böyle kazandı, halk şöyle dedi böyle dedi, şöyle olsaydı böyle olsaydı diye yapılan yorumların fazla bir anlam taşıdığını düşünmüyorum.
‘Dışarda bırakılan şeylerin içerde kalanlar kadar önemli olduğunu’ anlatan bir deyiş var. Bunun sanatta ve hayatta olduğu kadar siyasette de geçerli olduğunu, hatta bazen dışarda bırakılan şeylerin daha çok belirleyici ve önemli olduğunu düşünürüm. Seçimlerde olan bitene biraz da buradan bakılabilir.
SEÇİM VE SONUÇLARI MEŞRU DEĞİL
BirGün gazetesinde seçim öncesindeki söyleşimizde altını çizmeye çalışmıştım; Seçimler yıllar öncesinden özel olarak ramazan ayının hemen sonrasına rastlayan Ağustos ayının ortasına denk gelecek şekilde ayarlanmış. (Buna sadece ‘raslantı’ diyemeyiz, bu sayede kim oldukları çok iyi bilinen hem mevsimlik işçiler hem de tatilciler büyük ölçüde seçim dışında tutuldu.) Keza 12 Eylül’den kalma yüzde on barajının bir uzantısı olarak sadece en az yirmi milletvekili tarafından aday gösterilenler aday olabildi. (Bu yüzden devrimci sol gruplarla Alevilerin dahil olduğu toplumun geniş kesimlerinin temsilcileri seçime katılamadı.) Adaylardan biri tıpkı Kenan Evren’in devlet başkanı olarak kendisini onaylatması gibi, seçimlere iktidar partisinin başkanı ve Başbakan olarak (hakkındaki yolsuzluk iddialarının) hesabını vermeden katıldı. Devletin bütün olanakları ve bütün merkez medya ile birlikte herhalde balyalarla götürülmüş paralar ve ‘anket’ adı altında ortaya sürülen kamuoyu oluşturma mekanizmaları da istenen sonucun oluşturulması için çalıştırıldı…
Ama tabii, neticede Tayyip Erdoğan bir seçim kazanmış gibi görünüyor, önümüzdeki resmi hayat bu şekilde yürüyecek. Ancak bu şekilde her türlü hile ve usulsüzlüklerle dolu bu seçimin kendisi kadar sonuçlarının da meşru olarak kabul edilmemesi gerektiği de ortada.
ERDOĞAN ZATEN İSTEDİĞİNİ YAPIYOR
»Seçimler fiili başkanlık tartışmalarına nasıl bir cevap verdi sizce? Fiili başkanlığa geçişi oy oranı ya da kazanma-kaybetme üzerinden değerlendirmek doğru mu?
Oy hesaplarının, oranların ne kadar aldatıcı ve değişken olduğu ortada olduğuna göre konuyu bu çerçeve içinde tartışmak doğru olmaz.
Tekrar söylüyorum, burada mesele artık sadece başkanlık sistemi / parlamenter sistem meselesi olmaktan çıkmıştır. Tayyip Erdoğan zaten açıkça darbe dönemlerine has bir hukuksuzluk içinde istediğini yapıyor. Türkiye adım adım mezhepçilik temelindeki bir faşist rejime sürükleniyor. Erdoğan bu sürecin taşıyıcılığını üstlenmiş biri olması bakımından önemli. Emperyalist güçlerin (sonuçlarını ibretle izlemekte olduğumuz) Ortadoğu politikaları açısından özel olarak seçilmiş bir unsur olarak görevlendirildi ve her aşamada önü açılarak iktidara getirildi. 12 Eylül faşizminin getirdiği tümüyle antidemokratik, adaletsiz ve hileli/ayarlanmış seçim süreçlerinden destek alarak, şimdi ülkenin bütün kültürel ve toplumsal yapıları, bütün geleceğimiz faşist bir gerici toplum mühendisliği temelinde yeniden şekillendirilirken devlet de bu doğrultuda tepeden tırnağa dizayn ediliyor. Din bu proje açısından her yanı yolsuzluk, rant ve para olan, toplumun bütün ortak değerleri ve hayatları üzerinde egemenlik kuracakları bu yeni sistemin bir örtüsünden ibaret. Önemli olan bu ve halkın büyükçe bir kesimi olup bitenden habersiz.
ERDOĞAN’IN UFKU BÖYLE AŞILMAZ
»Muhalefetin Ekmeleddin İhsanoğlu ile geliştirdiği ‘çatı aday’ stratejisi doğru muydu? Seçim sonuçları ‘çatı’ formülü için ne anlama geldi?
Muhalefetin meselesinin aslı şu aday bu aday meselesi değildi. Onların ufkunda bu günkü sistem dışında bir şey yok. Onların yapabileceği en doğru şey aday göstermeyerek bu oyunu bozmak olabilirdi. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu kriz ancak krizi derinleştirecek devrimci politikalarla aşılabilir. Yoksa mevcut kurgunun içinde kalarak, sistemi şu veya bu yönden tamir ederek, Erdoğan’ın “Yeni Türkiye’sinin” ufkunu aşamazsınız. Sadece günü kurtarmaya çalışmakla geleceğin kazanılamayacağı gibi, günün de kurtarılamayacağı bir kere daha görüldü.
TAYYİP GİDER MAYYİP GELİR
»Erdoğan’ın seçilmesiyle birlikte AKP’nin ANAP benzeri bir sürece gireceği ve zamanla dağılacağı yorumları tekrar ağırlık kazandı. Bu görüşe katılıyor musunuz? Böyle bir olasılığın gerçekleşmesi Türkiye’deki sorunları çözer mi?
Bu tür spekülasyonlar bizim kendi sorunlarımız açısından fazla bir anlam taşımıyor. Seçimlerden önce Ekmel bey de kazansa bizim için meselenin özü değişmez demiştim, bu konuda da aynı şeyi söylüyorum.
Elbette bazı şeyler değişir, ama siz bugünkü durumda kalmaya devam ederseniz, bu sisteme bir seçenek oluşturamaz, ‘muhalefetin muhalefetçilerinin’ de yaptığı gibi yüz yıl öncesinin simgelerinin arkasına saklanmaktan başka bir şey yapmazsanız, Tayyip gider Mayyip gelir, sonuçta hiçbir şey değişmez.
Bugün Türkiye’de gerçekleştirilen düzen küresel kurgunun bir eseri. Daha beterini hemen güney komşularımızda izliyoruz. Belki abartıyorsun diyecekler ama özünde farkımız çok da fazla değil.
AYRIM ÇİZGİLERİ AYRI TARTIŞMA
»Selahattin Demirtaş’ın seçim süreci politikasını ve aldığı oy’u nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerçek bir seçenek yaratılabildi mi?
Demirtaş, sevdiğimiz değerli bir arkadaş. İnsanların, önlerine getirilen üç aday arasında onu seçmesi çok normal. Aldığı oyların BDP-HDP çizgisini epey aşmış olması Kürt sorunu açısından toplumda bir rahatlama yaratması bakımından da olumlu olacaktır.
Seçim sürecindeki konuşmalarında geleneksel sol söylem çerçevesinde yoğunlaşan bir dil kullanmakla birlikte Demirtaş görüşlerini ‘radikal demokrasi’ diye tanımladıkları bir programa dayandırıyor. ‘Radikal demokrasi’ genelde toplumsal/siyasal devrim yerine etnik ve dinsel ayrımlara dair bugüne kadar karşılanmamış hakların devlet sistemi içinde çözümünü öngören liberal bir anlayışa tekabül eder. Kürt sorununun çözümü için devletle müzakere içinde bazı özgün katkılarla geliştirilen bu ‘radikal demokrasi’ programı Kürt Hareketinin geldiği aşamadaki hedeflerinin sınırlarını belirliyor. Elbette “İlk turda Selahattin, ikinci turda Ekmelettin” diyerek oy kullanan seçmenler bu konuda bir seçimde bulunmadı, bu yüzden sorunuzdaki ‘bir seçenek oluşturma’ açısından bu ‘radikal demokrasi’ programıyla bir Toplumsal/Siyasal Devrim perspektifi arasındaki bilinen ideolojik-politik ayrım çizgileri ayrı bir tartışma konusu.
***
Üstümüze çöken karanlıkla baş edebiliriz
»Seçim sonuçları Türkiye’deki toplumsal muhalefet bakımından neye işaret ediyor? Bu sonuçlar soldaki birleşik muhalefet arayışı için ne ifade ediyor?
Durum ortada. Seçimlerden önce bir kırılma noktasında olduğumuzu söylemiştim. Şimdi biz ne dersek diyelim karşı karşıya olduğumuz durum, basit oy hesaplarıyla oyalanarak geçiştirilecek bir durum değildir.
Erdoğan bu çakma seçim sonucunda kıl payı sağlayabildiği çoğunluğa dayanarak sadece Roboski ve Gezi eylemleri sırasında kendi sorumluluğu altında işlenmiş cinayet ve katliamlarla, ayyuka çıkmış rüşvet ve yolsuzluklarını unutturmaya çalışmakla kalmayacak, daha da saldırgan bir tutum içinde ülkeyi daha karanlık bir geleceğe sürüklemekten çekinmeyecektir.
Tüm muhalif sesleri bastırmaya çalışıyorlar. Önlerine çıkabilecek her türlü eleştiriyi ve karşı çıkışı itibarsızlaştırma ekipleri kurmuşlar. Her akşam televizyonlarda, gazetelerde oluşabilecek tüm dayanışma ve karşı çıkma hallerini bastırarak zaten uzun bir süredir medyaya teslim olmuş bir toplum bilincini iyice geriletme ve istedikleri şekli verme ayinleri yapıyorlar.
Hiçbir adaletsizliğin, çürümüşlüğün, şiddetin yargılanmadığı, göstermelik mahkemelerle kamu vicdanlarının bir nevi rehin alındığı, iktidara övgü yarışmalarının düzenlendiği bir dönemdeyiz.
GEZİ UMUDUMUZU TAZELEDİ
Bize dayatılana teslim olarak, onun çizdiği sınırlar içinde kalarak, boyun eğerek devrimci siyaset yapılamaz. Geçmişimizden ve dünyanın birçok yerindeki devrimci hareketlerden de biliyoruz ki üstümüze çöken bu karanlıkla baş edebiliriz. Gezi umudumuzu tazeledi ve bize yol gösterdi. Şimdi bütün devrimci muhalefet unsurları bu yolda kararlı yürümelidir. Devrimci bir muhalefet hareketinin en önemli sorunlarından biri her zaman kitleler indindeki inanılırlığını sağlamak olmuştur. Bunun için öncelikle söylediğiniz şeye önce kendiniz inanacak ve ona uygun davranacaksınız. Söylenen sözler kadar onun hayattaki karşılığı ve kitleler için ne ifade ettiği önemlidir.
Bizi yolumuzdan döndürmek, birbirimizden, yaptıklarımızdan, yapacaklarımızdan şüphelenmemizi, birbirimize düşman olmamızı isteyecekler, bunun için gayret edecek özel ‘gönüllü elemanlar’ kullanacaklardır. Kitleler birbiriyle uğraşan, kendi kendisiyle dövüşen bir muhalefet hareketine asla inanmayacaktır.
EN BÜYÜK GÜCÜMÜZ DAYANIŞMA
Bunun için eğer bize dayatılana teslim olmayarak kazanmak istiyorsak, mutlaka bütün Devrimci Muhalefet unsurlarının dayanışma içinde olduğunu kitleler indinde görünür kılarak özgüvenini arttıracak birlikteliğimizin bir yolunu bulmak zorundayız.
Kapitalizm ve faşizm iktidarı ve gücü asla halka asla teslim etmek istemez. Bu yüzden dayanışma bizim en büyük gücümüz olacaktır. Kin, nefret, şiddet iktidarın söylemidir. Biz iyilikle, sevgiyle, güzellikle dayanışma yolları bulmalı ve bunları yaygınlaştırmalıyız. Kadına yöneltilen hakaret ve şiddet dili iktidarın uzun zamandır kadın üzerinden geliştirdiği politikanın sonucudur. Kadına yöneltilen bu yok etme politikası sadece kadını yok etme değil, aynı zamanda tüm dayanışma çabalarının yok edilme politikasıdır. Muhalefet şu anda iktidarın direkt hedefinde olan kadınlarımızın yanında olmalıdır. Soma bize gösterdi ki işçi örgütlenmelerimizi tekrar gözden geçirmeliyiz. Gerekirse yeni örgütlenme biçimleri oluşturmalı, bu oluşumları tartışmalıyız. Kadın, işçi, eğitim, din, tüm bunların konuşulup, tartışıldığı yerel birimler oluşturup bunların var olan yerel şartlar içinde değerlendirilmesini, devrimci bir çizgiye yansımasını sağlamalıyız. Kapitalizmin, faşizmin sızdığı tüm alanları temizleme seferberliği başlatmalıyız. Bu bağlamda ideolojik yapılanmalarımızı ve bilincimizi tekrar ve tekrar sorgulamalıyız…
Evet, “Asıl hesabı toplumsal muhalefet kesecek” demiştim, ama bu öyle kendiliğinden olacak bir şey değildir.
Kazanmak istiyorsak önce onu hak etmeliyiz.