Mustafa Sönmez: “Ekonomik ve politik kırılganlık durgunluğa sürüklüyor”

 

Ekonomist Mustafa Sönmez ile dünyadaki ekonomik krizin Türkiye’ye yansımalarını, Türkiye ekonomisinin durumunu, AKP’nin ekonomi politikası içinde inşaat sektörünün neden ayrıcalıklı yer tuttuğunu ve sermaye sınıfı içindeki öbeklerin ortaklaşan ve farklılaşan tutumlarını konuştuk. Röportaj: Halit Elçi

mustafa-sonmez_halit-elciDünya çapında büyüme artış oranlarında düşüş görünüyor. Türkiye de bu eğilime girdi. Kriz nasıl seyrediyor? Dünyadaki ekonomik krizin Türkiye’ye yansımaları ne olabilir?

Krize giriş yılı olarak 2008 yılını alırsak, 2008’den sonra 2009 yılında bütün dünya ekonomisi küçüldü. Özellikle de merkez ülkeler yani Amerika, Avrupa küçüldü ve akabinde belli ölçülerde tabii Türkiye gibi ülkelere de yansıdı. Hem sermaye çıkışı olduğu için hem ihraç pazarları daraldığı için Türkiye gibi ülkeler de küçüldü. Türkiye yüzde beşe yakın küçüldü 2009’da ama Türkiye dünya ekonomisinden farklı olarak kısa süre

de maliye politikalarıyla krizi onardı ve yabancılar için tekrar yatırım yapılabilir bir ülke haline geldi. Yabancılar tekrar döndü. Tabii Türkiye ekonomisinin çok karakteristik bir özelliği var, yabancı parayla büyüyor, dış para girerse ekonomi büyüyor geri çekilirse küçülüyor.

Tabii dünya ekonomisi 2009’dan sonra kısmi iyileşme ile “kriz giderici önlemlerle” halen ayakta kalmaya çabalıyor. Bütün ülkelerin burjuvazileri plansız kapital devletlerine, hükümetlerine gitti ve onlardan yardım istedi. İstisnasız bütün ülkeler de hem para hem maliye politikalarıyla bir can simidi attılar sermayedarlarına. Bu Amerika’da da, Avrupa’da da böyle oldu. Bu sayede çok büyük bir çöküş önlenmiş oldu şimdilik. Tabii Avrupa bir bütün olarak aynı reaksiyonu vermiyor. Avrupa’da tuzu kuru merkez ülkeler biraz daha krize dayanıklı hatta krizden Almanya gibi kârlı çıkmış olanlar da var, daha çok Akdeniz ülkeleri İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan… bunlar çok ciddi hasar gördüler. Hala büyük bir kamu açığı ile cebelleşiyorlar. Başları hala dertte. Banka sistemleri ciddi olarak yaralanmış durumda.

Şimdi ABD para politikasını değiştiriyor. Bunun ne gibi sonuçları olur?

Amerika, bütün o alınan önlemlerle beraber, geçen yıl ortalarında FED Başkanı’nın ağzından bir işaret verdi, para politikalarını değiştireceklerine dair. Yani “Bu gevşek para dolayısıyla can simidi atma iklimini yavaş yavaş sonlandıracağız. Artık koltuk değneği yeterli, biz bunları çekeceğiz ve suyun üstünde kalan kalır kalmayanı bekleyemeyiz. Bu böyle sürecek değil” dedi. Bu sinyalle beraber dünyada muhtelif iş yapabileceği ülkelere -Türkiye dahil olmak üzere- dağılmış olan uluslararası finans kapital, orası daha güvenli, daha az riskli diye baktıkları için yüzünü Amerika’ya doğru çevirdi.  Bu kez Türkiye gibi ülkelerden sermaye çıkışı başladı ve doların fiyatı ciddi olarak yükselmeye başladı. Dolar bu tarihlerde 1,80 TL idi sonra 2,40’lara kadar geldi. Tabii bu sıçramada etkili olan sadece ekonomik kırılganlık değil; aynı zamanda Türkiye’de başlayan politik kırılganlık, AKP ile Cemaat arasındaki kavga, sonra yaşanan Irak ve Suriye’deki jeopolitik kriz… bütün bunlar yabancıların Türkiye’ye karşı yaklaşımlarını, iştahını etkiledi. Artık yabancı girişi eskisi gibi değil hatta yer yer çıkışlar var. Ya da çok fırsatçı giriş çıkışlar var.

Bunlar haliyle ekonomide büyüme oranlarını etkiliyor. İktidar dövizin bu fırlamasını frenlemek için faizleri yükseltmek zorunda kalınca, ekonomi hem yüksek doların yıkıcılığı hem de yükseltilen faizin yıkıcılığı altında durgunluğa girdi. İç talepte ciddi düşüş var. Her ne kadar bu üçüncü çeyrekte biraz kıpırdama olsa da konutlarda eski satış yok. Otomobildi, beyaz eşyaydı, insanların gıda dışındaki harcamalarında önemli bir daralma oldu. Yatırımlar, yatırım niyetleri askıya alındı. Yani bu yılın büyüme oranı yüzde 3’ü ancak bulur, halbuki hedef yüzde 4’tü. Seneye ve ondan sonraki seneye ilişkin konulan hedefler de çok iddialı değil. Yani bu iktidar şunun farkında; bu para rejimi Amerika’dan başlayarak dünyada değişiyor, onun için bu para bize artık zor gelir, zor gelirse de o zaman büyüme kolay olmaz. Çünkü Türkiye ekonomisinin büyümesinde iç tasarruflar yetersiz. Orada yüzde 12-13’lere düşmüş bir iç tasarruf var, onun için beş paraya muhtaçlık hali var, bu para gelmeyince de Türkiye ekonomisi ciddi bir daralma ya da düşük büyüme gibi bir şeye kapılabilir. Tabii bunun da bir dizi sonuçları olacak.

Avrupa tutunacak bir dal olabilir mi?

Burada, Avrupa aktör olarak önemli. Avrupa, Amerika kadar toparlanma vaat etmiyor. Orada sorunlar sadece erteleniyor. Özellikle Akdeniz ülkelerinde işte en son yapılan banka stres testlerinde İtalyan bankalarının fazla umut vermediği anlaşıldı. Böyle şeyler yapıldıkça yeni baştan kabuğa çekilme hikayesi oluyor ya da yatırımcılar oradan uzaklaşıyorlar.

Avrupa’daki başlamayan iyileşme Türkiye’yi de olumsuz etkiliyor. Türkiye’de iç pazarın durgun gittiğinden bahsetmiştim. Geriye dış pazar kalıyor. Dış pazarda da Avrupa’nın durumu umut vermeyince Ortadoğu pazarları kalıyordu. Irak, Almanya’dan sonra Türkiye’nin ikinci pazarıydı ama Irak’ta başlayan iç savaş halleri orayı da büyük ölçüde tahribata uğrattı. Yani dış pazarlar da fazla umut vermiyor.

Tabii bir taraftan da Çin meselesi var. Orası büyüdükçe dünya ekonomisini biraz ayakta tutuyordu, oradan da durgunluk belirtileri gelmeye başladı. Ona bağlı olarak petrol fiyatları düşüyor. Petrol fiyatlarının düşmesi demek Rusya, İran gibi petrolle yaşayan ülkelerin ekonomilerinin daralması demek. Yani dünya ekonomisi bir taraftan öyle belini doğrultacak sinyalleri verirken bir taraftan tekrar bir yanları çukura düşüyor. Böyle bir belirsizlik hali devam ediyor.

Amerika’daki finansal türev ürünler hacminin yeniden krizin patladığı dönemin düzeyine çıktığı yazılıyor.

Tabii kapitalizm hiçbir zaman bu balon meselelerinden vazgeçmez. Bunun önlemini de kolay alamazlar. Sonuçta bir dönem konut kağıtlarını şişirerek kârlarını belli bir yerlere götürmeye çalıştılar. Zaman oluyor bu konut kağıdı olmuyor da başka bir emtia oluyor, petrol kağıtları oluyor ama bu kapitalizmin doğasında var. Bu balonlu spekülasyonu yapmadan yaşayamıyor. Bu krizle beraber şöyle bir tartışma başlamıştı; acaba ranta karşı, faize karşı üretkenliği teşvik etse, bu finanslaşmayı kuşatsa devletler hatta devlet üstü örgütler, dolayısıyla bu balonlar başımıza gelmese gibi, daha çok Keynesyen bir yaklaşım vardı ama bunun o kadar da kolay olmadığı, bunu denetlemenin o kadar da mümkün olmadığı, yani sermayenin doğasında olan kârlı birikimi her halde ve şartta çok da dünyanın ahvalini ve gidişatını umursamadan sürdürmek istediği açık. Benden sonrası tufan diye birileri gene kendisine en yüksek kâr nereden gelecekse orada bildiğini okur, sen de bunu kolay kolay denetleyemezsin. Bu gerçeklik de ortaya çıkıyor.

Avrupa Merkez Bankası’nın piyasaya para pompalama durumu bir şekilde devam ediyor. Bunun Türkiye’ye olumlu bir etkisi olabilir mi?

Avrupa Merkez Bankası’nın işi biraz daha zor. Çünkü 28 üyeli bir topluluğu idare etmek durumunda. Hepsine aynı reçeteyi uygulayamıyor. Ya da bir reçete tespiti yaparsa birisi hoşlanmıyor bundan, bu bizden götürüyor onlara yarıyor diye. Ama orada FED’in gösterdiği “karalılığı” Avrupa Merkez Bankası kolay gösteremiyor. Euro iklimine adapte olamamış İtalya, İspanya gibi ülkeleri hiç ihmal edebilecek hali yok. Dolayısıyla zaman zaman böyle ciddi bir resesyon yani durgunluk hali var. Onu aşmak için enflasyona da ihtiyacı var. Gevşek para politikası izlemek istiyor zaman zaman ve izliyor da. Ama bu her zaman mümkün olmuyor yani beklenen etkileri göstermiyor. Bir de oradaki dozaj Türkiye’nin umduğu kadar olmuyor. Türkiye bunu umuyor aslında. Neden umuyor? Çünkü gevşek para politikası tekrar oradaki bir takım paraların Türkiye’ye akması demek. Yani Amerika daraltırken hiç olmazsa Avrupa genişletirse bize yine damlar, bize yine girişler olur diye. O da çok olmuyor. Orada dikkatli davranmaya çalışıyorlar. Onun için bankaları, kaçı krizlere karşı dayanıklı kaçı değil diye teste soktular. Bir takım İtalyan bankaları dışında genelde memnun ayrıldılar testten. Özellikle Avrupa’nın çok-uluslu bankalarının krize dayanıklı hale geldiğine dair bir bilgi ortaya çıktı. Belki onlar da yavaş yavaş gevşek para politikası yerine Amerika ile paralel seyredebilecek bir para rejimini küçük küçük de olsa başlatabilirler. Ama tabii Avrupa’nın durumu ileriye dönük doğrusu daha belirsizliklerle dolu. Yani Euro ile yaşamak ne kadar mümkün olacak, nasıl olacak, bunlar hala büyük soru işaretleri.

mustafa-sonmez2Finans kurumlarının, Türkiye’nin en kırılgan ülke olduğu yönündeki tespitini doğru buluyor musunuz? Kırılganlığın temel nedenleri neler?

Özellikle IMF’in son raporunda da bu vardı. Kırılganlığa temel ölçüt, o ülkenin döviz varlıklarıyla döviz yükümlülükleri birbirini ne kadar karşılıyor ve ne kadar zayıf. Diyelim bir taraftan ciddi dış borç kullanmışsınız, yabancı kaynak kullanmışsınız, ihracat güçleriniz belli, bunlar sizin yükümlülükleriniz ama bir tarafta da diyelim dışarıda döviz kazanma kabiliyetiniz var, bunlar birbiriyle kıyaslanıyor. Tabii o eş yükümlülükler içerisinde borçların kısa vadede olması hadiseyi biraz daha vahim hale getiriyor. Bu kıstaslara bakıldığında bir ölçü var; döviz varlığıyla döviz yükümlülüğü ve bunu karşılama imkanı, kapasitesi gibi açılardan Türkiye en kırılganlardan biri hakikaten. Çünkü dış borç stoku 402 milyar dolara ulaşmış, en küçük büyüme yıllarında bile 500 milyar dolara yakın cari açık veriyor ve bu cari açığı finanse etmek için dış paraya ihtiyaç var, 402 milyar dolarlık dış borcun yüzde 40’a yakını 12 ay vade içinde çevrilmek durumunda. Bir kısmının vadesi 12 ay, bir kısmının da 12 aydan az süreye gelmiş. Bunların hepsi kırılganlık unsuru. Tabii ihracat gücü, rekabet gücü ne kadar, ne kadar ithalata bağımlı, gibi unsurlar da dikkate alındığında Türkiye, evet en kırılganlardan biri. Güney Afrika var benzer yapıda olan. Meksika’dan bahsediliyor, Şili, Brezilya, Hindistan gibi ülkelerin de belli kırılganlıkları var ama içlerinde gerçekten büyük cari açık veren, sırtında epey bir dış borç stoku biriktirmiş olan Türkiye var en kırılgan olarak.

Türkiye’nin diğerlerinden belki tek avantajı kamu bütçesini sıkı tutuyor olması. Bu da yabancılar için önemli. Bu, bir tür yangın tankında su bulundurmak gibi. Yabancılar, bir ülkenin kamu maliyesi fazla açık vermiyorsa ve direngense o ülkeye güvenirler. Buraya gittiğimizde kriz olursa da yangına su sıkacak tankları var derler. Ama tabii yabancılar artık Türkiye’yi değerlendirirken sadece ekonomik göstergelere değil oradaki politik istikrara da bakıyorlar. Bölgedeki jeopolitik duruma da bakıyorlar. Bu açıdan aslında Türkiye iyice dikkat edilmesi, ihtiyatla yaklaşılması gereken ülke gibi görünüyor. Yatırım yapma güvenini büyük ölçüde kaybetti. Gelenler de doğrusu, düşmüşken gidip kapalım biraz yükselince satarız, şeklinde gelen spekülatif sermaye.

Erdoğan, “IMF’ye borcumuz kalmadı hatta biz onlara para veriyoruz” diyor. Bu bir iyileşme göstergesi midir?

Değil. Bu son derece gayri ciddi, demogojik bir söylem. Bir kere IMF’ye olan borçlar Türkiye’nin toplam dış borcunun içinde kamuya ait olan ve cüzi miktardaki bir borçtu, Türkiye 2001 krizinde borçlanmıştı bu rakamı, sonra bunları taksit taksit geri verdi. Yani Türkiye’nin şu anda 402 milyar dolar dış borcu var, bunun yüzde 70’i özel sektörün yüzde 30’u devlet sektörünün. Erdoğan yönetimindeki devletin hala 120 milyar dolara yakın bir dış borcu var. Yani siz IMF’ye borç ödeseniz bile geride Dünya Bankası’na borcunuz var, başka resmi kuruluşlara borcunuz var, uluslararası bankalara borcunuz var. Özel sektörün borcundan bahsetmiyorum bile, devletin borcu, kamu dış borcu olarak bu borç var. Kamu’nun içeriye borcundan da bahsetmiyorum, kamu dış borcu olarak halen 120 milyar dolar bir dış borcumuz var. Bu az değil, eskiye göre belki toplam içinde az görülebilir çünkü özel sektör borcu üçte ikiye çıktı. Onlar iktidara geldiğinde IMF’den alınan borçlar dolayısıyla kamu daha borçluydu. Kamu toplam dış borçların üçte ikisine sahipti ama zaman içerisinde özel sektör daha hızlı borçlandığı için şimdi özel sektör üçte ikisinden fazlasına sahip. Bu IMF meselesi demogojik bir söylem, hiçbir inandırıcılığı yok. Ama halkımız şimdiye kadar dışa bağımlılık, dıştan bir baskı olarak IMF’yi ezberlediği için bunu fütursuzca meydanlarda, ortalıklarda konuşup durdular.

Özel borçlarda da devletin garantörlüğü var mı?

Bu resmi olmasa bile fiili olarak böyledir. Yabancı bankalar ya da finans kuruluşları Türkiye’deki borçlarını tahsilde zorlandıklarında IMF’ye giderler. IMF de aba altından sopa gösterir, nitekim 2001 krizinde böyle olmuştu. Ecevit “Borçlarınız devletin garantisi altındadır merak etmeyin” demişti. Çünkü iktidar bunu demek zorunda kalır. Aksi taktirde o ülke müflis ilan edilir, sadece özel sektör değil bütün toplum aslında müflis duruma düşer.

Türkiye’nin nisbi büyümesinde Ortadoğu, özellikle Körfez ülkelerinden gelen sermayenin önemli bir payı olduğu söyleniyor. Bu doğru mu sizce ve bu sermaye akışı bir azalma eğilimine mi girdi?

Yok, o bir rivayettir. O rivayetin de niye ortaya çıktığını söyleyeyim. Türkiye’nin büyümek için dışarıdan kullandığı yılda 40 milyar doları bulan para girişi esas olarak Batı kaynaklıdır. Yani bildiğimiz kayıtlı, legal paralardır. Bunlar üç türlü gelirler; ya sizin şirketinizi, bir kamu kuruluşunuzu satın almaya gelir, hatta gayrimenkul satın almaya gelir. Bunlar kayıtlıdır, menşei bellidir. Ya da borsaya gelir, borsada kağıt alır, devlet kağıdı alır. Bunlar gene kayıtlıdır. Bunlar da bir takım emeklilik fonları, vs’dir. Ya da çok uluslu bankalardır, bunlar kısa-uzun vadeli krediler verirler.

Bu paralar ağırlıkla Batı kaynaklıdır, yani merkez ülkelere aittir. Ama bu, Ortadoğu’dan bir takım yatırımlar olmadığı anlamına gelmez. Bunlar da kayıtlıdır. Yani Katar’dan, Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye yatırım yapılıyorsa, birileri şirket alıyorsa, birileri borsaya giriyorsa, petrol sultanlığının ortağı olduğu bir banka geliyorsa bunlar kayıtlıdır.

Orada şaibeli olarak adlandırılan şey şudur: Ödemeler dengesinde “net hata noksan” diye bir kalem vardır, onun büyümesi halinde bu para nereden geldi, hükümetle dayanışma içinde olan Ortadoğu’dan mı geldi, kara para mı, suç parası mı?.. Bu durumlarda bu Körfez ülkelerinin parası tartışma konusu yapılır. Açıklanamayan bir döviz girişidir bu, çünkü her zaman ödemeler dengesinde döviz girişlerinin adı bellidir, bu ihracattan, bu turizmden, bu taşımacılıktan, inşaattan gelmiştir diye. Giderler de bellidir, şu kadar para ithalata harcandı bu kadar para turizme, faize harcandı diye.

Şimdi bunların birbirini karşılaması lazım. Giderlerle gelirler arasındaki fark cari açık oluşturur. Cari açık nasıl karşılandı diye sorulur? “Dışarıdan doğrudan sermaye geldi, adı belli kayıtlı kuyutlu, doğrudan borsaya para geldi şu fonlardan adı belli, şu bankalardan da krediler geldi” denir. Peki ama yine de açıklanamayan bir şey var. Karşılamamış gelen para. Belki Merkez Bankası’nın rezervlerinden okuyorsunuz, orada da açıklama var, tamam ama gene de açıklanamayan bir şey olunca bunun adına “net hata noksan” deniyor. O zaman demek ki açıklanamayan, kayıt altında olmayan bir para girişi olmuş. O zaman bu ne olabilir? Belki birileri kasada tuttuğu dövizi borç ödemesi için çıkardı, bunlar kayıt altında değildi. Belki suç ekonomisinden dolayı bir döviz girişi oldu. Ya da bu bahisler içerisinde yine kayıt dışı olmak üzere bir yerlerden bir para geldi, burada döviz fiyatlarının daha fazla artmasının önlemek için falan.

Ama rakamlar, baktığınızda bellidir. Mesela bu yılın ilk sekiz ayında 9 milyar dolar -ki önemli bir rakam bu- gibi açıklanamayan bir para söz konusu ama bunlar büyümenin esas rüzgarı olan paralar değildir. Büyüme kayıt dışı paralarla olmaz. Böyle bir şeye bağlamak da gereksiz. Batı yani merkez ülkelerden bir sermaye ihracı ile bu oluyor.

AKP inşaat sektörünü ekonominin motoru gibi görüyor ve böyle kullanıyor. Yatırımlar içinde de yüzde 45 gibi bir oran tuttuğu belirtiliyor. Ama bu aynı zamanda diğer sanayi ve tarım sektörü aleyhine de bir durum değil mi?

Doğru, bugünden geriye baktığımızda bütün bu 12 yıllık AKP iktidarında, inşaat ana sürükleyici sektör görünüyor. Tabii bu tercihte ekonomik ve siyasi nedenler de var. Bir kere ekonomik olarak inşaatı aslında iç pazara dönük sektör olarak görmek lazım. Sonuçta konut da, otel de bir alt yapı yatırımı da olsa iç pazara satılan, iç pazardan karşılık bulan bir sektör. Dolayısıyla aslında AKP’nin dış kaynak girişi ile beraber tercih ettiği büyüme hattı, iç pazara dönük büyüme oldu.

Bunun da karşılığı vardı. Nasıl karşılığı vardı? Bir kere Türkiye’de, özellikle 2001 kriziyle pekişen bir kırdan kente göç var. Kentte nüfus artıyor. Onların barınma ihtiyaçları, hem kiralık konut hem mülk konut açısından bir açık vardı inşaata yönelmenin altında. Yanı sıra Türkiye, özellikle İstanbul, dış dünyadan ilgi görüyor, o anlamda turist gelişleri, onun talep edebileceği yeni oteller… Bunun yanı sıra AKP’nin bilinçli bir politika olarak izlediği sivil havacılığı geliştirme ve buna dönük olarak hava meydanları vs. Ve artan kentleşme ile beraber kentlerin alt yapı ihtiyaçları, hizmetleri. Bunlarda tabii ana aktör yine konut ama bir böyle bir iç talebi karşılayabilecek bir potansiyel vardı Türkiye’de 2003’ten beri. Konut açığı, büyük kentlerin alt yapı açığı, ulaştırmada alt yapı açıkları dolayısıyla oradan buraya doğru bir tercih kullanıldı.

mustafa-sonmez3Sanayi değil de, inşaat sektörünü öne çıkarmanın avantajları nelerdi?

İnşaat sonuçta dış rekabete kapalı bir sektör. Türkiye inşaat sektöründe zaten epey deneyimi var. Bunun yerine mesela sanayiyi seçmiş olsaydı, hem ithalatla rekabet etmek zorundaydı, iç pazara satsa bile dışarıdan gelecek mallarla rekabet edebilecek bir hadiseden bahsediyoruz, ya da bu ürünleri hem iç hem dış pazara satacak kadar bir rekabete girmesi gerekiyordu. Dolayısıyla inşaat böyle rekabet de gerektirmeyen bir sektör. Böyle bir tercih yapabilirsiniz ama bunu çevirebilecek para nerede sorusuyla karşılaşıldığında, bunlar dört ayak üstüne düştüler. Kemal Derviş ve IMF programıyla beraber ekonomi 2001 krizinde rayına oturtulduktan sonra dışarıda da bir likidite bolluğu olduğundan dolayı Türkiye’ye büyük bir para girişi oldu. O para girişi bu tercihi besledi.

Bunun yanı sıra politik olarak da inşaatın tercih edilmesinin nedenleri var. Çünkü inşaatın bir özelliği.. bir kere inşaat ruhsatları, kamu arsalarının kullanılması, imar izinleri yönünden iktidara çok bağımlı bir sektör. Burada AKP şunu gördü bence; bu sektöre ağırlık verip bu sektörü ekonominin öncüsü haline getirirken: “Bütün bu sermaye kesimini canımızın istediği gibi kontrol altına alabiliriz. TOKİ üstünden, kamu yatırımları üstünden, bu mega projeler üstünden bu rantları kullanırken kendi sermayedarlarımızı yaratabiliriz. Çünkü buna karar veren biziz, inşaat izinlerini, arsa tahsislerini yapan biziz, kendi burjuvazimizi yaratabiliriz.” Çünkü AKP’nin iktidarı sıradan bir iktidar oluş değildir, bir rejim inşasıdır. Rejim inşası da kendi burjuvazisini güçlendirmeden olmaz. İnşaat bir kere buna imkan verecek.

Yani inşaat sektörü, yeni rejim kuruluşunun temel araçlarından biri…

Yanı sıra burada çok dehşetli rantlar var. Bu rantların bir kısmını rüşvet olarak almak mümkün. Bu rüşveti illa cebinize koymanız gerekmez. Partiyi, rejimi güçlendirme, bir takım paralel bütçeler oluşturma, paralel bütçelerden bir takım birikmiş süreçleri bile etkileme şansınız olur. Tabii bunu da sağladı. Özellikle İstanbul rantını paylaştırma konusunda çok önemli kent rantları ortaya çıktı. Bunu kime verecek? Verdiklerinden karşılık olarak ne alacak? Kimlerden esirgeyecek? Dolayısıyla birilerinin bileğini bükmede nasıl kullanacak? Bu imkanı veriyordu inşaat. Ve geriye dönüp baktığınızda da TOKİ üstünden sürdürülen bütün o inşaat süreci ister başta İstanbul olmak üzere kent alt yapı yatırımları, ister metrolar, marmaraylar, duble yollar, sivil hava meydanları, daha mega proje denilen hikayelerde hep bunun izini görürüz. Burada farklı bir sermayedar grubu yaratma ya da bunun aracılığıyla var olan sermayeleri -Doğuş gibi, Ciner gibi- yanına çekme olanağı var. İnşaat böyle bir politik gerekçesi de olan bir tercih.

Ama bu aynı zamanda ayağa da dolanan bir tercih oldu. Neden? Sonuçta iç pazara dönük, Türkiye’nin gayrimenkul satışına giren yıllık 3 milyar dolardır. İhracattan 100 milyar dolar girerken gayrimenkulden 3 milyar dolar giriyor. Döviz kazandırmıyor buna karşılık döviz harcıyor.

Sanayi aleyhine, inşaat lehine bir durum var…

İnşaatta kullandığınız tercih sanayiyi de aynı zamanda şekillendirmeye başladı. Sanayide de inşaata girdi veren sektörler bir ivme kazanırken diğer sektörlerde aynı heyecan olmadı. Ayrıca finans kredilerini de şekillendiren bir sektör oldu. Çünkü verilen bütün tüketici kredilerinin içinde konut kredileri önemli bir yer tuttu. Bu resmin tamamlayıcı bir unsuru da tüketiciyi konut almaya teşvik etmek üzere bir kredi sistemi geliştirildi. Bankaların dışarıdan aldığı kredilerin bir kısmı tüketici kredisi olarak insanlara verildi. 130 milyar dolarlık kullanılmış konut kredisi stoku var. Satılan konutların üçte biri krediyle satın alındı.

Tabii bu inşaat faaliyeti aynı zamanda büyümenin dinamiği olunca ve görünen bir iş olunca bunun seçmen nezdinde yarattığı bir getirisi de var. Seçmen bütün bu her yerin şantiye olması, her yere binaların yapılmasını falan… çalışan bir iktidar olarak değerlendirdi. Oy oranlarını artırmada bu inşaat, metro, alt yapı yatırımları olsun, vatandaşı konut sahibi yapma vs, krediye erişim sağlama anlamında olsun, bu sektör AKP’nin tabanını genişletmesi konusunda da etkili oldu. Buna tabii sermayedarlar derken, inşaatta iş bulan, taşeron, esnaf, işçi gibi unsurları da dikkate almak lazım. Bütün bunlar beraberinde bir oy getirdi.

Genel olarak inşaat sektöründe özellikle kamu sektöründe bir balondan söz edilebilir mi? Aşırı üretim var gibi görünüyor.

Bu konuda bir stok rakamı yok. Yani memlekette şu kadar konut üretildi ve şu kadarı satılmadı gibi bir stok rakamı yok ama bir taraftan da satışlar düşüyor, yavaşladı. Bu yılın özellikle ilk iki çeyreğinde düşmüştü, üçüncü çeyrekte biraz arttı ama şu anda geçen yılın dokuz ayına göre yüzde 4’e yakın satış düşüşü var. Satışların olmaması, aslında bu balon yaptı, artık satılmıyor, yorumlarına yol açıyor. Bunu aşmak için de kampanyalar filan başlatıyorlar, stokları eritmek üzere. Ama bir taraftan da üretimi sürdürmek istiyorlar, konut üretmeye devam etmek istiyorlar. Onu da zorlayan… konut üretme ya da inşaat firmaları eski satıcı firmaları gibi değiller artık, büyük endüstriyel kuruluşlar. Ellerindeki makinalar, donanım, personel vs açısından tıpkı bir sanayicinin kapasitesini atıl tutması nasıl ona zarar verirse, inşaatta da böyle, bir yandan üretmeye zorluyor.

Ama “satılacak mı satılmayacak mı?”yı bile düşünmeden hatta, arsayı bulmuşken bunu kaçırmayalım diyerek bir yandan üretimi artırıyor, stokları biriktiriyor. Bir yandan da tabii şu anda var olan haller geçicidir diye bir beklenti var. Başbakan ne yapıp eder bize yeni baştan şu an daralmış olan kredileri faizleri düşürerek yeniden açar. Tekrar Türkiye’ye dış para gelir beklentileri içerisinde aslında cahil cesaretiyle inşaatlarını devam ettirenler var. Tabii böyle ironik bir şekilde bazı yerlerde fiyatlar düşürülürken, bazı yerlerde, özellikle İstanbul’da konut fiyatlarının çok yükseldiğini görüyorsunuz. Burada spekülatif bir fiyat artışı var. İstanbul hiç bir zaman zarar ettirmez, rantı yüksektir, giderek daha fazla ilgi görecektir, İstanbul yakında finans merkezi olacaktır, yabancılarda patlama olacaktır, çünkü hava alanıyla beraber zaten inanılmaz bir şey olacaktır, küresel kent olacaktır filan gibi beklentiler içerisinde fiyatlar şişiriliyor.

Balon söylentileri bundan mı çıkıyor?

Balon söylentisinin ortaya çıkmasının bir nedeni de şudur; insanlar öyle fiyatlarla alıyorlar ki, bir gün akılları başlarına gelecek, bu fiyatların gerçek fiyat olmadığı, satmaya kalktıklarında bu fiyatlarla satamadıklarında anlaşılacak. Şişirilmiş fiyatlarla aldıklarını fark edecekler. Böyle bir ihtimal var ama dediğim gibi bu konuda elimizde çok net şeyler yok. Fiyatların arttığını biliyoruz ama stoklar ne kadar artıyor, balon denebilecek bir stok boyutuna mı ulaşıyor, bunu eritebilecek bir talep gerçekten kalıcı olabilir mi? İkinci çeyrekte almıyor da üçüncü çeyrekte alıyor. Neden alıyor? Ya biraz faizler düştü gitti kredi aldı ya da müteahhit sıkıştığını görünce taksitli satışa, kampanyaya başladı. Fiyat düşürdü, biraz faizleri düşürdü, alıma hazır kesimler de aldılar.

Tabii bir de şu var, konutta talebi belirleyen en önemli şeylerden biri, konutun yatırım aracı olması. Alternatif yatırım kanallarında getiri düştüğü için, özellikle son dönemi de dikkate alırsak eskisi kadar faiz getirmiyor insanların birikimleri. Döviz, borsa risk ama halkımız mülkiyete para yatırma, bunun alım-satımından ya da kiraya vererek gelir elde etmeyi kültürüne daha yakın buluyor. Bunlar da aslında bu talebin altını dolduran realiteler. Bir yatırım aracı olarak da konuta, gayrimenkule yatırım hala revaçta. Diğer yatırım araçlarının getirisi düşük olduğu için de bu karşılık buluyor.

Merkez Bankası’nın faizleri düşürme meselesi de bununla ilgili değil mi?

Bununla ilgili. Dövizi frenlemek için geç de olsa faizi artırdılar ama bu kez faizi artırdığı için bu konut, taşıt, ihtiyaç kredilerinin borçlanmaları pahalı hale geldi. Dolayısıyla piyasa duruldu. Piyasa durulunca mallarını satamayanlar Başbakan’a baskı yaparak Merkez Bankası’nın faizleri düşürmesini istedi.

mustafa-sonmez1Bu düşürme durumunda ortaya çıkabilecek başka komplikasyonlar neler?

Bir dizi komplikasyon çıkar tabii. Böyle faiz düştüğü anda tekrar döviz başını kaldırır, o bile tek başına yeterli bir şey. Onun için de çıkardığı kadar düşüremedi. 5,5 puan çıkarmıştı 1.5 puan ancak düşürebildi. Yaklaşık 4 puanlık bir artış söz konusu. Yine son para toplantısında da hiç ellerini dokunduramadılar. Öyle bir imkan kalmadı.

TUSİAD karşısında MÜSİAD’ın hızla yükseldiği ve TÜSİAD’la bir rekabet içine girdiğine dair de yorumlar var. (Bir dönem TUSKON da vardı, ama o şimdi karşıt pozisyona alındı.) Tersi yorumlar da var, aslında MÜSİAD sermaye ilişkileri açısından halen TÜSİAD’ın bağımlısıdır diye. Siz de söylediniz, AKP kendi burjuvazisini yaratmak istiyor ve Anadolu Aslanları denen grubu da destekliyor, sanırım Özal’dan başlayan bir süreç bu ve bunların da bir yükselişi var. Ama bu yükseliş hangi boyuttadır? Örneğin bu kesimin finans kapital ailesine katıldığı söylenebilir mi?

Tabii her politik akım burjuvazi içinde kendi organik sermayesini yaratmak ister. Bu politik İslam da daha evvelki bakan döneminde buna girişti. Rejim inşasında böyle bir organik sermaye gerekiyor ama tabii atı alan Üsküdar’ı geçmişti. TÜSİAD çatısı altındaki büyük sermaye, bu politik İslam’ın güçlenmesine kadar hem merkez sağı hem merkez solu etkileyen, gerektiğinde 12 Eylül darbesine ciddi omuz, destek veren, dış dünya, dış güçlerle beraber dominant bir kesimdi. Şimdi bu politik İslam’ın AKP ile beraber yeniden sahneye çıkışının ardından bütün bu konuştuğumuz büyüme süreçlerini, çeşitli imkanları da kullanarak AKP kendi organik burjuvazisini güçlendirme yönünde açık bir çaba gösterdi ve bunu saklamadı da. TÜSİAD’ı geleneksel ekonomik vesayet gibi değerlendirerek, MÜSİAD’ı hatta o zaman koalisyon ortağı olan TUSKON’u kayıran davranışlar içine girdi. Temsilde MÜSİAD’a daha çok yer vermeye başladı. Hatta en son Dış İlişkiler Konseyi’nin (dış ilişkileri yürüten ekonomik bir konseydir) bağımsızlığına son verip onu bir anlamda devletleştirdi ve orada MÜSİAD’a biraz daha söz hakkı tanıdı. Bölgelerde, kalkınma ajanslarında mümkün olduğu kadar MÜSİAD’ı kayıran bir tavır içinde. Şimdi tabii ekonomik cesamet olarak bakıldığında TÜSİAD üyeleri hala dominant güçler. TÜSİAD’a yön veren Koç’lar, Sabancılar ekonomik cesamet olarak hala üstteler. Ama bir yandan diğer tarafla olan açıklarını kapama gayretinde Tayyip Erdoğan, diğer yandan da onları biat etmeye zorlayarak bir tür MÜSİAD’laştırma gayreti içinde. Yani en azından kendisine ayak bağı olmaktan, bir baskı odağı olmaktan onları çıkarmaya çalışıyor. Tabii bu konuda elinde ekonomik silahları da var. Vergi silahı gibi, belli ihalelere sokmama gibi… Ama yanı sıra hiç hukuk dinlemeden savcı ile yargı ile tehdit ediyor, açıklarını bulabileceğini ima ederek. Burada tam bir fütursuzluk söz konusu.

Bu kesim zaman zaman direnmeyi düşünüyor. Gezi direnişi sırasında bir şeyler oldu, oradan cesaret bularak. Bence çok açık etmeden Amerika’ya dışarıdaki Avrupa Birliği’ne Hükümet’le ilgili endişelerini, buradaki hukuksuzluğu filan da taşıyorlar, oradan dayanışma, destek istiyorlar. Dışarısı buradan aldıkları bilgileri de değerlendiriyor.

Aslında Tayyip Erdoğan’sız bir AKP, biraz daha Abdullah Gül, Babacan, Mehmet Şimşek gibi “makul” bir AKP’ye itirazları olmayabilir TÜSİAD’ın. Yürütme, yargı, yasamanın tek elde toplanmaya çalışıldığı bu dönemde Tayyip Erdoğan’ı yalnızlaştırıp AKP’yi daha merkez sağ bir parti haline getirerek pekala bir uyum denemesi olabilir TÜSİAD’ın. Bence zaman zaman buna teşebbüs de etti ama tabii bu tür senaryolara Tayyip Erdoğan hiçbir şekilde izin vermiyor. Bunları anında etkisiz hale getirebiliyor.

TÜSİAD sermayedarlarının AKP döneminde en yüksek kârları da elde ettiğini  de unutmamak lazım.

Tabii tabii, ekonomik olarak yürütülen icraattan bir şikayetleri olmadı. Kemal Derviş’ten aldıkları IMF programı sonuçlanıncaya kadar militanca sürdürdüler. Anti sendikal tavırlarda herkese parmak ısırtıyorlar. Tek parti olmaktan dolayı da, çalışkan bir iktidar olmalarından dolayı da bir şikayetleri yok. Ama şikayet bu kayırmacılık, kendi çevrelerini oluşturma, hukuku gasp etme ve yok etme konularında… Bu tabii tehlikeli bir şey, bir kere bunu uluslararası sermaye kolay kabul etmez, bunların korkuları bu, “Sermayeyi kaçıracaksınız, bundan biz zarar göreceğiz. Biz çarkımızı bunlarla döndürüyoruz. Dış dünyadan destek göreceğiz onun için AB normlarına uygun davranın, hatta AB tam üyeliğinden sapmayın” şeklinde beklenti halleri var ama diğer taraf daha tek parti olma, tek lider olma ve otoriterleşme hatta politik İslamlaşma için diğer şeylere mecbur kalınca, bunların beklentilerinin üstünde bir yere gelince, uyumsuzluk başladı.

Politik itirazları var…

Mustafa Sönmez: Daha çok dış politikada. AKP’nin bu yeni Osmanlıcılık politikaları, Amerika ile beraber bu kesimi de rahatsız etmiş görünüyor. Bunları serüven olarak gördü. Dış politikada yalnızlaşma, giderek AB normlarından, AB’nin, Amerika’nın duruşundan kopma endişeleri aralarında bir uyumsuzluk yaratmış durumda. Ama hali hazırda düşük profille gidip, yine çok çatışmadan, “Bekle gör”e geçerek, biraz da Amerika’yı takip ederek, Cemaat’i ve onlarla kavgalarını takip ederek ama sürekli bir B planı inşa ederek kendi çaplarında bir faaliyet sürdürüyorlar.

MÜSİAD TÜSİAD’a bir rakip olabilir mi? Bunlar rakip olarak değerlendirilebilinir mi?

Yok. Cesamet olarak değil ama Hükümet’in sürekli büyüttüğü, beslediği bir sermaye öbeğidir bunlar. AKP kendi burjuvazisini yaratma ve diğer tarafı biata zorlama isteklerinden vazgeçmeyecektir. Bunları MÜSİAD çatısı altında yapması şart değil. MÜSİAD’ı bir olanak olarak büyütürken TÜSİAD’ı da içeriden kendisine biat eden, en azından çatı olarak değilse bile içindeki tek tek unsurları… Doğuş TÜSİAD’da değil mi? Gördüğüm kadarıyla Sabancı’nın çok muhalefeti yok. Yani MÜSİAD’ı bir denge unsuru olarak tutup TÜSİAD’ı da içeriden kollama ya da etkisiz hale getirmeye yani biat ettirmeye çalışıyor. Böyle gayretler var.

Yoruma kapalı