HDP Heyeti, belirsiz, somut karşılığı olmayan genel geçer açıklamalarla kendisini oyalıyor. İki yıldır görüşme sürecinde olan Heyet’in şu soruya yanıt vermesi gerekir: Hem Sayın Öcalan ile hem de AKP Hükümeti ile yaptığı görüşmelerde, sorunun çözümüne dair belirlenmiş bir plan var mı?
AKP iktidarı, Ortadoğu’da izlediği politikalar sonucu Türkiye’nin bölgede izole olmasını sağlamakla kalmadı, politik denklemin dışına düşmesine neden oldu. IŞİD’in Kobanê’ye saldırmasından hemen sonra, Erdoğan’ın ‘Kobanê düştü düşecek’ açıklaması, Kürt toplumunda ciddi bir tepkiye yol açtı. 6-7 Ekim 2014 tarihinde özellikle Kürt coğrafyasında meydana gelen toplumsal tepki, devletin bölgede işlevsizleştiğini ortaya çıkardı. Devletin resmi kurumları dışında hiçbir varlığının olmadığını ve halkın ortaya koymuş olduğu irade ile Türkiye’nin iç politik denkleminin de artık değiştiğini gösterdi. Böylelikle, Kürt toplumunun sosyolojik ve sosyo-politik bakımdan kendi iradesini konuşturabileceğini pratik olarak göstermiş oldu. Kitlelerin toplumsal tepkisi ani reaksiyonlara dönüşüp kontrolden çıktığında, pratik yansımalarında yanlış sonuçlar doğabilir. İçinde bir kısım eksikler taşımasına rağmen, 6-7 Ekim sürecinde yüz binlerin katıldığı süreç, toplumsal bir ayaklanma olarak tanımlanabilir.
Uluslararası ve bölgesel ilişkilerde izole olan AKP iktidarı, 6-7 Ekim sosyal patlamasıyla içte çok daha kapsamlı politik krizle karşı karşıya kalacağını gördü. Adına ‘çözüm süreci’ denen tasfiye politikası, bir kez daha Kürt toplumsal dinamiklerinin duvarına çarptı. Çözümün çözümsüzlüğü bir kez daha görüldü.
Çözüm sürecine dair birçok değerlendirme yaptım. Ortaya çıkan veriler söylediklerimizi bütünüyle doğruladı. Geçmişten beri söylediklerimizi bir kez daha özetlersek; Anadolu ve Mezopotamya’da yaşan bütün halkların barışa ihtiyacı olduğunu, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu savaşın yarattığı sonuçlarda görmek mümkündür. Kürt Hareketi, sürecin pozitif olarak gelişmesi ve halklar arasında karşılıklı güvenin yeniden oluşabilmesi için taleplerini minimum düzeye indirgeyerek ‘barışçıl ve demokratik’ çözümden ısrar etti. AKP’nin 12 yıllık iktidarı boyunca, özellikle her seçim öncesinde tek taraflı ateşkesler yaparak sürece katkı yapmak isteyen Kürt Hareketinin barışa yönelik attığı her adım karşılıksız kaldı. Bugün AKP’nin devletleşmesinin politik arka planında, Kürt Hareketinin ‘demokratik çözüm’ için vermiş olduğu ‘tavizlerin’ önemli bir etkisi olduğu açık. Bu tarihsel bir hata olmaktan çok, demokratik çözüm sürecinde ısrar etmiş olmasından ileri geliyor. Ancak devletin stratejik merkezi olarak işlev gören MGK, Kürt sorununun demokratik çözümünden yana olmadığını, esas stratejinin tasfiye olduğunu, her ateşkes sürecinde çok belirgin olarak gösterdi. AKP’nin izlediği strateji; her türlü aracı kullanarak, Kürt Özgürlük Hareketini öncelikli olarak askeri alanda işlevsizleştirmek daha sonra da politik ve toplumsal gücünü kırmaktır. Bu strateji halen çok yönlü devam ediyor.
Mevcut tabloyu doğru okumak gerek. Orta ne bir çözüm süreci var ne de bir müzakere var. AKP’nin belirleyip uygulamaya koyduğu bir tasfiye stratejisi bulunuyor. Uluslararası ilişkilerde çözüm ve müzakere süreçlerini az çok bilenler; bu işlerin böyle yürümediğini bilirler. Kimin ne düzeyde etkili olduğuna, hangi somut planlar üzerinde çözüm sürecinin geliştirildiğine, müzakereyi kimin hangi koşullarda yürüttüğüne dair hiçbir proje yok. AKP, kendi planını uyguladığını, devletin bir demokratik çözüm sürecine dair bir projesi, dahası böylesi bir derdinin olmadığını çok açık ifade ediyor. Çünkü müzakere karşılıklı güçler arasında olur. AKP ile Kürt Hareketi arasında somutlaşmış belli bir plana ve perspektife bağlı bir süreç oluşmuş değil. Bundan sonra da olmayacağına dair birçok veri bulunuyor. AKP, kendi politikalarını Kürt tarafına dayatarak, süreci kendi planı doğrultusunda yürütüyor. Bu çok açık ve net olarak ortaya çıkmış durumda.
Sorunun muhatabı olan Kürt tarafının elinde somutlaşmış bir plan ve proje yok. HDP adına İmralı ve AKP ile görüşen milletvekili heyetinin, sürecin geldiği aşama, belirlenen hedefler, alınan ortak kararlara dair, bugüne kadar kamuoyuna yaptığı inandırıcı ve ikna edici bir açıklaması bulunmuyor. HDP Heyeti, belirsiz, somut olmayan genel geçer açıklamalarla kendisini oyalıyor. İki yıldır görüşme sürecinde olan Heyet’in şu soruya yanıt vermesi gerekir: Hem Sayın Öcalan ile hem de AKP Hükümeti ile yaptığı görüşmelerde, sorunun çözümüne dair belirlenmiş bir plan var mı?
Sorunun iki yönü bulunuyor. Birincisi, çözüm sürecinin teknik olarak nasıl yürütüleceği ve buna paralel olarak kurulması gereken kurumsal yapılar. İkincisi ve esas olan ise politik olarak hangi ilke ve kurallar üzerinde çözüm sürecinde ilerletileceğidir. Yani Kürt sorunun çözümünü içeren stratejik kararlardır. Bu iki konuda atılan herhangi somut bir adım var mı? Buna dair alınan ve uygulanması gereken karalar var mı? HDP Heyeti, bu sorulara çok açık yanıt vermediği sürece, hem inandırıcılığı kalmaz, hem de sürecin bir aktörü olmadığı, tersine AKP’nin politikalarının arkasında sürüklendiği algısı gelişmeye başlar.
AKP iktidarı, 6-7 Ekim sürecini, Kürtlere karşı tam bir psikolojik savaşa dönüştürmüş durumda. Örneğin, Kürt Hareketinin bundan sonra kitlelerin gücünü oluşturan toplumsal eylemlere kesinlikle başvurmamasını garantiye almak istiyor. Hiçbir somut gelişme olmadan, gerillanın sınır dışına çekilmesi ve silahların bırakılması şartının dayatılması gibi stratejik tasfiye politikasını yeniden gündemleştirdi ve durdurulan görüşmelerde bir şart olarak ileri sürdü. Böylelikle Kürt sorunun demokratik çözümü için değil, devlet içerisinde kurumsallaşmak için anti-demokratik yasaları yaşama geçirmenin bir aracı haline getirmek istiyor. Türkiye’nin anti-demokratik yasaların somutlaştırılmış biçimi olan ‘Kamu Güvenliği Yasası’ esasen Kürt Hareketinin toplumsal gücünü kırma projesinin çok önemli bir halkasıdır. AKP, medya gibi ideolojik araçları kullanarak anti-demokratik süreci meşrulaştırmaya, resmileştirmeye çalışıyor. Özellikle Ankara’da konumlanan Kürt politik temsilcileri üzerindeki baskısını arttırarak kendi çizgisine çekmek için bütün gücünü kullanıyor. AKP temsilcileri arasında yapılan görüşmelerden sonra, HDP yöneticilerinin ‘Kamu güvenliğine’ vurgu yapmaları, AKP’nin belirlediği hassasiyetler konusunda uzlaşıldığına bir veri olarak algılandı. Bu sürecin ortaya çıkaracağı politik sonuçlar tahmin edilenden çok daha ağır olacaktır. Kürt sorununun çözümü, anti-demokratik yasalar üzerinde yükselmez. Tersine Kürt sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önemli bir aracı olmalıdır. Bu perspektif politik bir strateji olarak benimsenmeli ve ısrarla savunulmalıdır.
AKP, bu politik süreçte ciddi bir darbe aldı ve sarsıldı. Gelişmeler AKP’nin aleyhinedir. Bu nedenle ya kendi politik çizgisini Kürt tarafına dayatarak yeniden daha üst düzeyde bir inisiyatif alacak, ya da kendi denetiminde sürdürdüğü süreci de bitirecek. AKP, hükümet olduğundan beri ilk kez bu düzeyde sıkışmış bulunuyor. Oylarının yüzde 40 civarına düştüğü bir süreçte, yeni hamlelere ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle MGK’da alınan kararlar çerçevesinde Kürtlere yönelik yeni politikalar uygulanmaya konuldu. Özellikle ‘legal görünümlü illegal faaliyetler’ kararının alınmış olması, Kürt Hareketine yönelik yeni bir saldırı dalgasını içeriyor. Arınç’ın HDP’nin kapatılabileceğine dair yaptığı açıklamalar MGK’nın ve AKP’nin politik eğilimini yansıtıyor.
Devlet ne yapmak istiyor:
Birincisi; PKK-PYD, Ortadoğu denkleminde iki aktif güç olarak toplumsal ve politik düzenin oluşumunda artık sorumluluk alma düzeyine gelmiş bulunuyorlar. Türkiye gibi bazı güçler, Ortadoğu denklemini doğru okuyamadığı için etkisizleşti, tersine PKK-PYD, bölgede güç dengelerini belirleyebilecek politik ve toplumsal hareketler olup artık kalıcı bir güç haline geldi. Türk devleti, bu gelişmenin Türkiye’nin iç politik denklemini çok ciddi oranda etkileyeceğini görüyor.
İkincisi, 6-7 Ekim süreci, Kürt toplumsal dinamiklerinin ne kadar güçlü olduğunu gösterdi. Bölgesel düzeyde etkisi artan Kürt Hareketinin, iç politik dengeleri çok daha hızlı değiştirebileceğini gören hükümet, yeni saldırı stratejisini uygulamaya koydu. Böylelikle çözüm sürecini tek taraflı yürüttüğünü bir kez daha ortaya koydu.
Üçüncüsü, ‘silahların bırakılması ve Kürt askeri güçlerinin sınır dışına çekilmesi’ gibi tasfiye politikasının uygulanması için baskı arttırılacaktır. Ortadoğu’da silahlı ve politik bir güç olarak PKK-PYD’nin Türkiye’yi de kapsayacak değişim sürecinin Ortadoğu’daki aktörlerinden biri olarak oynayacağı rol engellenmeye çalışılıyor. Bunun en önemli halkası da gerillanın silahları bırakması veya ‘silahsızlandırma’ politikasının acilen yaşama geçirilmesidir. Çözüm denen çözümsüzlüğün devamı için ilk şartlardan birisi ‘silahsızlandırılmanın’ yaşama geçirilmesidir. Askeri olarak kırılmış bir hareketin politik olarak tasfiye edilmesinin ve toplumsal gücünün kırılmasının çok daha kolay olacağı Ortadoğu denkleminde net olarak görülüyor.
Üçüncüsü, uyguladığı politik-psikolojik baskıyla kendi politik eğilimini Kürt Hareketine dayattı. Buradaki temel amaç, önümüzdeki süreçte toplumsal ayaklanma düzeyindeki sarsıcı eylemleri engellemektir. Böylelikle Kürtlerin politik gücünü etkisizleştirerek veya yanına çekerek kendi dinamiklerini güçlendirmek ve böylece devlet kurumlarındaki gücünü sağlamlaştırmak istiyor. Bu planın başarılı olması için en geç Haziran 2015 tarihinde yapılacak olan seçimlere kadar süreci oyalayarak götürmek istiyor. Gelecek yıl yapılacak seçimlerde AKP, bugünkü gücünü kullanırsa, Erdoğan’ın fiilen uyguladığı yarı-başkanlık sistemine geçmiş olacak. Bu süreç, Kürt sorunun çözümü değil, tasfiyesinin bütünüyle uygulanmak için çok daha sert politikaların uygulanacağı dönem olacaktır.
Dördüncüsü; AKP, 6-7 Ekim olaylarını bahane ederek, özellikle Ankara merkezli Kürt Hareketini dizayn etmeye çalışıyor. Örneğin Eş Başkan Selahattin Demirtaş’a yönelik saldırıların artırılarak, gözden düşürülmesi için uygulanmaya konulan psikolojik savaşın etkili olduğu görülüyor. Demirtaş fiilen işlevsizleştirilmiş ve sürecin dışına kalmış görünüyor. Buna paralel olarak AKP’nin söylemlerine uygun açıklamalar yapan Hatip Dicle’nin giderek ön plana çıkartılması, önümüzdeki dönemde HDP’de yeni sürprizlerin yaşanacağını gösteriyor.
Beşincisi; MGK, Kandil’i politik karar alma sürecinde devre dışı bırakmak için düğmeye bastı. Böylelikle, Rojava’da, Maxmur’da, Şengal’de izlediği doğru politikalarla bölgesel güç ilişkilerinde ön plana çıkan Kandil, esasen Türkiye’nin tasfiye politikasını boşa çıkarttı. AKP ve MGK, Kandil’in politik gücünü kırmadığı sürece, Kürt hareketinin tasfiyesinin başarılı olamayacağını görüyor. Bu nedenle ‘silahların bırakılması’ politikasının yeniden gündemleştirilmesi esasen Kandil’in etkisizleştirilmesine yönelik bir hamledir. Kandil’in hedef tahtasına oturtularak ‘çözüm’ denen sürecin önündeki engelmiş gibi gösterilmesi çok bilinçli ve hesaplı yürütülen bir politik saldırıdır. Önümüzdeki süreçte Kandil’in başarısız gösterilmesi için itibarsızlaştırma faaliyeti hız kazanacaktır. Amaç, Kandil’i izole ederek, denklemin dışında tutmaktır. Ankara merkezli Kürt hareketinin bazı söylemlerin de buna hizmet etmesi de bir tesadüf değildir. Kandil’in tarihsel birikimi ve deneyimi bu oyunları görebilecek düzeydedir. Ancak 21 Mart 2015 tarihine kadar Kürt Hareketi cephesinde İmralı-Ankara-Kandil üçgeninde önemli gelişmeler yaşanabilir. Başka bir yazıda olası gelişmeleri ele alacağız.
Altıncısı, AKP’nin bütün bu tasfiye politikaları başarısız kaldığında, HDP’nin kapatılması, yeni KCK operasyonlarını yapılması gibi bir kısım planların hızla uygulanması için MGK’da karar alındı. Sürecin gelişme biçimine bağlı olarak bütün bunlar uygulanacaktır. Erdoğan’ın milliyetçi söylemleri sıklıkla dile getirmesi bir taktik olmayıp, kafasında uygulamaya koyduğu stratejinin bir parçasıdır.
AKP merkezli devlet politikası Kürt sorununun çözümünü değil, tasfiyeyi içeriyor. Kürtlerin politik talepleri resmileştirilmeden, belli bir hukuka bağlanmadan, çözümün kurumsal yapıları oluşturulmadan, atılacak her adım tasfiyeye yol açar. Kürt Hareketi kritik bir dönemden geçiyor. Ankara merkezli Kürt Hareketi, AKP’nin planına uyar, Haziran 2015 seçimlerine kadar oyalama sürecine uyum sağlarsa, tarihsel bir fırsatı kaçıracak ve çok daha kapsamlı bir yenilgiyle karşı karşıya kalacaktır.
Böylelikle niyetinden bağımsız olarak ‘en kötü barış, savaştan iyidir’ diyen bakış açısının, tasfiye sürecinin bir parçası haline gelmesi kaçınılmaz olur.
(Sendika.Org – 16 Kasım 2014 – Mustafa Peköz)