Etyen Mahçupyan’ın “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” başlıklı yazısının, onun “safını” nasıl belirlediğinin örneği olarak okunması meseleyi küçümsemek olur. Beş vakit iktidara tapınıp secde eden bu algının yürürlüğe girmesi rastlantı değil tersine tarihteki bir cümleyi güncelleştirildiği için tehlikeli. Malum cümlenin Hitler’i savunanların cümlesine ne kadar benzediğini görelim: “Doğru, Hitler Almanya’yı Yahudilerden temizlemeye çalışmak gibi bazı korkunç şeyler yaptı fakat her şeye rağmen unutmamalıyız ki o otobanların inşası, trenlerin zamanında gelmesi gibi iyi şeyler de yaptı!”
AKP başka özelliklerinin yanı sıra “demagoji partisi”dir. Devrim, sosyalizm, işçiler ve halklar aleyhine olan bu demagojiye “geçici” ya da “kesin kayıt” yaptıran devletli “sanatçıları” ve “yanlış okumuşları” aklımızda tutarak “kendi üstümüze vazife” olan konulara değinelim. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sathı mahalline girdiğimiz şu günlerde, malum sanatçıların Erdoğan’a destekleri, “oy” vermenin, iktidarla fotoğraf çektirmenin ötesinde “iktidarın suçlarını üstlenmek” olarak özetlenebilecek daha derin bir soruna işaret ediyor. Bu sanatçıların “ipliklerini pazara çıkarmak” önemli ama bizim için yaşamsal olan yerel seçimlerde başarılamayan “bizim mahalleli sanatçılarla ilişkiler” bahsini “acilen” gündeme alıp adımlar atmaktır. Arkadaşımız Selahattin’e (Demirtaş) oy vermek, destek çağrısı yapmak işin en kolayıdır. Ama hayattaki ve birbirimizdeki kapsam alanlarımızı genişletmek “oyun” ötesine geçmekle, sanatçılarla “oy” ve “şekil şartları itibarıyla” değil hakikaten ilişkilenmek, tanışmak ve yeniden tanışmakla mümkündür. Sanatçıların, bu tarihsel-siyasal taşın altına ellerini, dillerini, kalemlerini koymalarını sağlamak öyle “kendiliğinden” olacak bir şey değildir. Bu konuda somut önerim; espriyle karışık söylersem “çevresi geniş” arkadaşımız Sırrı’nın (Süreya Önder) sanatçılarla ilişkilerin yürütülmesine ön ayak olmasıdır.
Taşın altına el, dil, kalem, koymaktan söz açılmışken sürdürelim. Bu kampanya, egemenlerin ritüellerine hiç ama hiç benzemeyecekse öte yandan kendi ritüellerimizin eleştirisi üzerine de yükselecekse, arkadaş/heval Selahattin’in kişisel becerisine, yarattığı atmosfere bağlı olarak kurgulanmamalıdır. Sosyal medyadaki “destek” cümleleri önemlidir ama daha önemlisi kampanyanın oluşturucu eşit özneleri olarak kapı kapı dolaşıp kitle içinde aday çalışması yaparak hegemonya alanımızı genişletmektir. Kimse gücenip kızmasın ama, yıllardır muhalifleri tahakküm altına alan %10’luk “psikolojik eşiği” aşmak “seçimler/parlamento” zemininde radikal bir “(d)evrimdir!” Bu kampanyayı sahiplenenlerin kendileriyle sınırlı destek/oy algısını değiştirerek, damlaya damlaya sol olur, perspektifiyle sahaya inip sol’ları sıvaması şarttır. Gezi İsyanı, AKP’nin ezberini bozan, sendeleten bir sokak itirazıysa seçimler de kendi türünde bir itirazdır. Düzeyli ve ilerletici eleştirileri öpüp başımıza koyarak, seçimleri sandıktan ve oylardan ibaret sayıp, “devrimi” ve “sokağı” işaret eden arkadaşlara hatırlatmakta yarar var: % 6-7’lik oylar, Kürtlerin ve elbette cürmünce sosyalistlerin yıllar süren, dağ dağ, şehir şehir, ev ev sürdürdüğü kıran kırana mücadelenin de sonucudur ve kıymetlidir. O nedenle, “oyumuz sokağa” deyip “devrimi” işaret etmek mecazen güzeldir lakin, seçimlerle elde edilen kazanımların, siyasi bir isyanın, dağların ve sokağın oyu olduğunu unutturduğu için sorunludur.
Lenin’in “Parlamento burzuvazinin ahırıdır” mealindeki soyutlaması, lakin koşullar “boykotu” gerektirmediğinde Bolşeviklerin Duma seçimlerine katılması geliyor aklıma. Sonra da Cemal Süreya’nın, “Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu” dizesi… Diyalektik böyle bir şey olmalı.