Bir şey yaparken, onun gerçek koşullarını, doğasını başka şeylerle olan ilişkilerini anlamıyorsanız, onu yöneten yasaları ya da o işin nasıl yapılacağını ya da nasıl daha iyi yapılacağını bilmiyorsunuz demektir.
[Mao, Çin Devrimci Savaşında Strateji Sorunları]
Marksist politika kavramsal düzlemde kendini ifade edebilmelidir. Bu düzlem tamda politikanın nesnesi olan devlet aygıtıyla bu aygıtı yıkmaya çalışan öznenin devrim karşında konumlanışını açığa çıkaracaktır. Eğer salt bir tarih felsefesi alanında kalmış olsaydı Marksizm, tek başına sınıf kavramı konjonktürü açıklayıcı olabilirdi, öznesi için. Marksizm alanında, tek başına sınıf kavramına konjonktürde açıklayıcı bir statü veren özneler yok mu? Elbette var ve var olmaya devam edecekler.
”Devrimci teori, devrimci politika içindir” sözüyle birlikte Lenin, Bolşevik Parti pratiğinin somutluğunda, politik öznenin dışında kurulan bir politika felsefesine ya da bir ara yüzey olarak teori varyantlarının oluşumuna noktayı koymuştur. Blanki ile Marx arasında kurulan politik ilişkileniş “biçimi”nin, dışsal haline politik özne kendini kapatmıştır. Lenin’le birlikte devrimci teoriyi, politik öznenin dışında inşa etmek mümkün değildir, devrimci bir teori için yanında yöresinde değil tamda içinde olmak lazımdır. Marksizmin bir tür akademi kürsüsüne dönüştürülmesinin karşısında yer almak sadece teorik değil aynı zamanda pratik bir var oluşu zorunlu kılmaktadır. Pratik politikanın öznesi olma derdinde olmayan bir “çevrelerin”, “devrimci teori”den anladığı sadece “ayrımlar” üzerinden cisimleştirdiği bir “teoridir.”
Devrimci teori’de salt sınıf kuramı gören politik özne, işçi sınıfının öncüsü olarak kendini kurmakta ve konjonktürde devleti yıkma halinin varlığını “özne nesne” diyalektiğine havale etmektedir. Sorun; Marksizm alanında yer alan işçi sınıfı partilerinin “kimlik siyasetini” dışarıda bırakmaları değil, işçi sınıfı politikasının gereği olarak, “kimlik siyasetini” politik pratik düzleme geçirmemelerinde kaynaklanmaktadır.
Marksizmin bilim alanı diyalektiğe indirgenmiştir, tüm ihtişamına rağmen “yapısal kriz analizlerinin” yöresi işçi sınıfı partisinin varlığında diyalektiğe hizmet etmektedir. “Devrim niye yapamadınız?” sorusuna verilen cevap nesnesizdir “ekonomik kriz yok [nesnel koşul]“; peki kriz var olduğunda verilen cevap “öncü parti yok [öznel koşul]“
Tarihe diyalektik kategorilerle bakınca, kendisini işçi sınıfının partisi olarak gören bir öznenin tarihsel olarak yenilgisinden de bahsedilemez. Bu anlamıyla kendisini işçi sınıfı partisi olarak gören özneler kendilerini tarih felsefesi alanına atıyorlar ve bir anlamda özneyi komünist manifestonun politik alanı dışına taşımış olunuyor; oysa devleti yıkmak gerek!
“Devleti yıkmak gerek!” politik önermesinin artık “ara yüz” bir felsefi akla ihtiyacı yoktur. Gramsci, felsefecileri “organik aydın”la özneden dışarı atarken, Althusser; Lenin pratiğinde meslekten felsefecileri özneden kovar.
“Devrim olur” tezinin 1844 elyazmalarındaki felsefi yükü manifestoda “hayır devrim yapılır“a bırakır yerini; çünkü devrimin yapılması için devletin yıkılması lazımdır. “Devrim olur” daki felsefi zorunluluk kategorisi, Kapital’in bilgi nesnesinde yerini “olasılıkçı determinizme” bırakır ve tarih politik devrimlere ve politik öznelere açılır. Bir anlamıyla sömürü üzerinden kurulan işçi sınıfı partisinin politika pratiğide tali alan olan felsefede hükmünü bulur. Çünkü Kapital’de sermayeyi bir ilişki biçimi olarak tanımlayan Marx, burjuvaziye de bir sınıf olarak bir misyon yüklemiştir, üretici güçleri geliştirmek. Bu anlamıyla sömürü tarih alanında teknik bir terim olarak ortadan kalkmış olur. Çalışma ve kalkınma ideolojinin kapitalizmin her döneminin zaman ve mekânda tek ayakta kalan ideoloji olması anlamında bir kez daha: “Her yüzyıldaki egemen düşünceler hep o yüzyılın egemen sınıfının düşünceleri olmuştur“
Tarih bir kez öznesiz kılındığında, devrimde öznesiz kılınmış olur. Devrimin hedefinde yer alan, “devlet nasıl yıkılacaktır?” felsefe tarafından bir kez dışarı itildiğinde toplumsal formasyonda ezme-ezilme ilişkisi de, dışarıda bırakılacaktır.
Devletin baskı ve ideolojik aygıtlarıyla toplumsal formasyona çekilen hat Marksist politikanın merkezinde yer alır. Bu hattın felsefi ideolojilerden arındırılması, politikanın kavramlarıyla konuşmakla mümkündür. Tersi bir işlem, yani toplumsaldan devlete doğru çekilen hat felsefeyi defakez buyur eder, olmayanı oldurur, ezilemeyeni ezilen zanneder, derdi olmayanı dertlendirir; oysa ortada sadece felsefi pratik vardır.
Bir özne toplumsaldan devlete bir hat çekebilir mi? Buna hakkı yok mudur? Elbette vardır ama bu hat sömürü ilişkisinden devlete çizilen hat gibi kendine ideolojik bir bütünlük kurmak zorundadır ve ezme/ezilme ilişkisi vuku bulana kadar, o alanda kalır. Bu hattın devrimcileşmesi mümkün olduğu uğraklar kopuşlarla mümkün olabilmiştir. “Her şeyde vardır bir hayır!”
Ne demişti Marx, filozoflar dünyayı sadece yorumlamakla yetindiler. O filozof’un adı Hegel’dir ve Hegel’den sonra “filozofa gerek yoktur!”
Devletten toplumsala uzanan ezme/ezilme ilişkisinde poltik özneyi devleti yıkmaya dönük pratik için iki kavram sunar Marksizm; ideolojik aygıtlar ve baskı aygıtları. Sorulan soru artık nesnelidir:” ideolojik olarak kim baskı altına alınmaktadır? İdeolojik olarak baskı altına alınan nesneye uygulanan devlet şiddeti söz konusu mudur?”
Lenin’e göre devleti yıkmak için devrimci strateji açık ve somut bir biçimde “kiminle birlikte kime karşı ve tam olarak hangi koşulurda savaşabiliriz ve savaşmalıyız” sorusuna yanıt arar, böylece politik özne konjonktüre girer ve elbette devrim anından önce devrimcilik ayracı açılır.
Lenin “üçlemesi”, “Devlet ve Devrim“, “Savaş ve Sosyalizm” ve “Emperyalizm, Kapitalizm’in en Yüksek Aşaması”,Marx’ın Fransız “üçlemesine” [Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-50, Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i veFransa’da İç Savaş] denk düşen bir kavramsal çerçeveyi Marksist politik özne’yle buluşturdu.
Ancak, ekonomik indirgemecilik nasıl Fransa’da sınıf savaşımlarına musallat olduysa, Lenin’in emperyalizm teorisinede o minvalde musallat oldu. “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar, birleşin!” politik önermesinin ezilen kısmı olarak emperyalizm söz konusu edildiğinde “ezilen ulus kimliği” Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte, politik özneler tarafından edinimindeki, “ulusların kendi kaderini tayin hakkına” dönük tüm ideo/politik metinleri sorunlu hale getirdi.
Ekim Devrimi sonrası konjonktürel öncüler “ezilen haklar”
“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı“nın politik nesne haline getirmeyen, ekonomik indirgemecilik Wilsonculukla/Leninizm arasında fark görmez. 1920′de Doğu Halkları Kurultayında “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar, birleşin!” şiarının tüm özneleri ulusal devrimle, sosyalist devrim arasında senkronize bir ilişki kuruyordu. Bu politik etki neredeyse üççeyrek yüzyıl kendini göstermiş ve ulusal devrimler sosyalist devrimlere neden olmuştur. Bu süreç içerisinde devrim yapamayan ya da emperyalist işgali bertaraf edemeyen özneler tüm değişim momentlerine rağmen varlıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Wallerstein “ekonomizmi”, Nelson Mandela Güney-Afrika’nın başına geçtiğinde yerküre üzerindeki tüm uluslaşma süreçleriyle parantezi kapatmıştır. Ancak yanılmıştır, çünkü emperyalist müdahale “yeni uluslaşma” süreçlerini doğurmaktadır. Ancak Sovyetler Birliğinin yokluğunda bu “uluslaşma süreçlerine” taraf olmak politik özneler açısından sıkıntı yaratmaktadır. 20. yüzyılda olduğu gibi her uluslaşma süreci kolay özümsenemiyordu: bu ekonomist indirgemeciliğe göre emperyalist müdahale kaynak savaşımı yüzünden meydana gelmektedir ve kurulan tüm uluslar birer “kukla“dan başka bir şey değildir.
Bu ekonomik indirgemecilik, yeni yüzyılın başta uluslaşma süreçlerine, diğer taraftan Marksizm dışı devrimci, milliyetçi, etnik, dini ayaklanmalarına karşı şüpheyi pekiştirdi. Öyle ki merkezi iktidara başkaldıran her ayaklanma emperyalist komplonun bir parçasıydı; direnişçi her örgüt ideolojisi ne olursa olsun emperyalist gizli servislerinin ajanı durumuna sokulmaktadır. Unutulmamalıdır ki; Lenin ve yoldaşları “mühürlü tren”le Rusya’ya döndüklerinde Alman ajanı olarak suçlanmışlardı! Kimler yoktu ki listede…
Cepheye girmeyen bir ABD karşıtlığı, kâh kendi ulus-devletini mevzi edinmekte kâh iç-savaşın yaşandığı ulus-devleti mevzi edinmektedir. Mevzi edinmeyenler ideolojik alanda kalmakta ısrar etmektedir. Ama her iki kesimin derdi iç-savaşın yakıcılıyla değil, iç savaş içinde ABD’ye göre konum alan, kendi ulus hükümetinin karşıtlığında ya da lehinde politik bir tutum almaktan ibarettir. Sürece göre tutum almada [ki bu süreç ABD’nin muzafferliğini baştan ilan etmiştir] lehte ya da aleyhte propaganda açısından kategorik bir fark yoktur.
İç-savaş ve emperyalist müdahale koşullarına süreçten bakarak kurulan bir politik tutum alış, konjonktürel öncülüğü reddeder; ideolojik alanda kalınıp konjoktürün tamamlanması beklemek en iyisidir. Çünkü işçi sınıfı mücadelesinin önünün açılması için geç uluslaşma süreçlerinin tamamlanması gerekir. Devrimi oluştan ibaret gören bu tarih felsefesi, uluslaşmayı da aynı kerteye yerleştirmektedir.
Konjonktürün öncüsünü, reddedip ulus devletini mevzi edinen ideo/politik yaklaşımlar, kendi devleti ile savaşmadan devletlû ideolojilerin [bu ideolojilerden hangisi kendi meşrebine uyuyorsa] devrimcileştirebileceğini ya da evrimleştirebileceği düşünür. Bugün AKP iktidarı karşısında, devletlû ideolojilerin, devrimcileştirileceğini sanan ulusalcı-sol iken, AKP iktidarı yanında yer alan ve evrimcileştirebileceğini sanan “cemaatler” söz konusudur. Evrimleşme gayreti içinde olanlar, kavimi devletin içinde eritme derdindedir. Devrimcileştirme derdinde olanlar darbe peşindedir. Devletlû ideolojilerin; ne evrimleştiği ne de devrimcileştiği tarihte görülmemiştir.
Marksist devrimcilik, iç-savaş koşullarında ve emperyalist müdahale olasılığında konjonktürel öncüler arar kendine. Bu anlamda Marskizmin devrimciliği ABD karşıtlığı ve ulus devlet karşıtlığında konjonktürel öncünün varlığında vücut bulur.
Devrimin, devlet karşındaki motor gücü ezme ezilme ilişkisinde kendini toplumsalda açığa çıkarır, toplumsalda açığa çıkan ezilme durumunun politik öznesinin belirgin olması ya da olmaması arasında politik ilişkileniş bakımından; Marksist devrimcilik ideolojik dolayıma ihtiyaç duymaz. Eğer, Marksist devrimci öznelerin ilişkilenişindeki farklar söz konusu ise ideolojik değil taktikseldir. 20. yüzyılın ilk üççeyreği göstermiştir ki, emperyalist işgal karşıtı savaşan uluslaşma süreçleri önemli bir kısmı sosyalist devrimlerle sonuçlanmıştır.
Mağrip ve Maşrıkta “yeni özneler” süreci: “Marksist Arabizm“
Mağrip ve Maşrık’ta baas partileri, İngiliz emperyalizmiyle “uzlaşma” zemininde bulunan krallık, şah vb. yönetimleri bir bir devirmeye başladı, Leninizm, Wilsonculuğa ağır bir darbe indirdi. 1950–60 yıllar da bölgenin “İslam tarihine” paralel anakronik bir şekilleniş baş göstermişti, Mağrip’te Mısır, Maşrık’ta Suriye bu anakronizmin merkezleriydi. Sosyalizm, Arap ulusunun kurucu unsuru olarak bir program dahilinde düşünülmekteydi. Baas’ın başlıca teorisyeni olan, Şamlı Hıristiyan Mişel Eflak’a göre tek bir Arap ulusu vardı ve birleşik bir devlet içinde yaşama hakkına sahip olmalıydı. Bu ulus büyük bir tarihsel deneyimle, İslam dininin Muhammed tarafından yaratılması ile bu dini cisimleştiren toplum tarafından oluşturulmuştu. Bu deneyim sadece Arap Müslümanlara değil, onu benimseyen ve dünyada özel bir misyona, bağımsızlık ve birlik hakkına sahip olma iddialarının temeli olarak gören bütün Araplara aitti. Bu hedefe ancak çifte bir dönüşüm aracılığıyla ulaşılabilinirdi bir Arap ulusu fikriyle sonrada siyasal ve toplumsal bir sistemle.
Baas partileri öncülüğünde kurulan Arap Birliğinde İslam, ulusalcılığa ve birliğe göre daha az vurgulanıyordu. Arap ulusunun devrimi 1962′de çıkarılan “ulusal sözleşme”de şu şekilde öne sürüldü:
“Devrim Arap ulusunun kendisini prangalardan ve üzerine yüklenen karanlık mirastan kurtarabilmesinin yoludur… Bu yol baskı ve sömürüyle ona dayatılmış olan azgelişmişliğin üstesinden gelmenin, Arap uluslarını ve öteki azgelişmiş ulusları bekleyen meydan okumayı cesaretle karşılamanın yegane yoludur. Bu meydan okuma ileri ve geri ülkeler arasındaki uçurumun genişlemesine yardımcı olan şaşırtıcı bilimsel buluşlardan gelmektedir. Acı ve umut çağları nihayetinde Arap mücadelesinin belirgin hedeflerini üretmiştir. Arap bilincinin hakiki ifadesi olan bu hedefler, özgürlük, sosyalizm ve birliktir… Günümüzde özgürlük, ülkenin ve yurttaşlarının özgür olması anlamına gelir. Sosyalizm hem bir araç hem de bir sonuç haline gelmiştir: araç olarak kendine yeterliliği, sonuç olarak da adaleti sağlar. Birliğin yolu halkı tek bir ulusun doğal düzenini yeniden kurmaya çağırmaktan geçer.”
Mağrip ve Maşrık’ta devletten sonra devrimcilik iki hat üzerinden yürümekteydi, birinci hat devrimini tamamlamış ülkelerden meydana gelirken ikinci hat İsrail işgali ve Filistin’in ulusal bağımsızlığıydı. Suriye merkezli baasçılar toplumsal devrim ve İsrail ile doğrudan çatışmayla çözümlenebileceği ve yeni bir Arap ulusunun ancak bu yolla çözüme kavuşacağına dönük stratejisi, Yemen iç savaşıyla birlikte daha da güç kazanmakta ve Nasır’ı İsrail’e karşı doğrudan savaşa zorlamaktaydı.
1967 yenilgisi ağır oldu. Abdül Nasır, Birleşmiş Milletlerden, 1956 Süveyş savaşından sonra İsrail sınırına yerleştirilen güçleri çekmesini istedi ve istek yerine getirildiğinde Akabe boğazını İsrail gemilerine kapattı; İsrail ya birleşmiş milletlerde müzakereye oturacaktı ya da savaş çıkacaktı. İsrail Mısır, Ürdün ve Suriye arasında yapılan askeri anlaşmaların akabinde, kuşatmayı fark ederek 5 Haziran’da Mısır’a saldırarak hava kuvvetlerini imha etti. Savaşın ilk birkaç gününde İsrail, ateşkes anlaşması BM’lerde imzalanmadan önce Kudüs, Gazze ve Batı Şeria’yı işgal etti. (Ürdün’ün batısı).
Mısır ve Suriye öncüğündeki Arap birliği 1967 yenilgisini telafi etmek için 1973′te daha planlı bir saldırı hazırlığına girişti, çünkü Filistin yalnızca bir Filistin sorunu değil ki, Filistin artık Kudüs’tü. Mısır ve Suriye orduları, İsraillilerin en büyük bayramını kutladığı gün (Yom Kippur), yani 6 Ekim 1973 Golan tepelerinden tearuza geçti. 15 Ekim 1973 tarihinde Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliğinin OAPEC (OAPEC, OPEC üyesi Arap ülkeleriyle Mısır ve Suriye’den oluşur) Yom Kippur Savaşında ABD’nin İsrail Ordusuna destek vermesine karşılık olarak serbest petrol piyasasının merkezi olan Hollanda’ya ihracat ambargosu koydular.
Mısır’sız savaş kazanılmaz, Suriye olmadan barış olmaz… 1973 savaşı müzakereyle sonuçlandı, 70′de Nasır’ın ölümden sonra Mısır Devlet Başkanı olan Enver Sedat, 73 saldırısının planyacısı olsa da, bundan iki yıl sonra Sovyetler Birliği’yle ilişkisini kesti. 1977′de Kudüs’e giden Enver Sedat, İsrail’le barış görüşmelerine başladı.
17 Eylül 1978′de ABD’nin arabuluculuğunda, İsrail’le masaya oturarak, “Camp David” Sözleşmesini imzalamıştır. Bu antlaşma ile İsrail tarafından “Altı Gün Savaşı”nda ele geçirilen Sina Yarımadası, Mısır’a geri verilmiştir. Mısır ABD’den büyük miktarda mali ve askeri yardımla ödüllendirildi. Mısır, karargâhını Kahire’den Tunus’a taşıyan Arap Birliği’nden resmen ihraç edildi. Enver Sedat ise ihanetinin bedelini hayatıyla ödemiştir. 1981 yılında, Mısır’ın bağımsızlığının kutlandığı tören sırasında silahlı saldırıya uğrayarak öldürüldü. Resmigeçit töreni sırasında askeri konvoy içinde bulunan Halit el-Islambuli tarafından önce el bombaları atılmak suretiyle, Sedat’a, üst düzey komutanlara ve diğer seçkin yöneticilere saldırılmış, daha sonra ise otomatik silahlarla platformun önüne gelinerek platformda bulunanlar taranmıştır. Bu saldırı sırasında Enver Sedat’a 72 kurşun isabet etmiştir. Sedat’ı öldüren İslamcı Yüzbaşı Halid el-İslâmbûlî, 1982 yılında idam edilmiştir. Ancak Sedat’ın yerine geçen Hüsnü Mübarek ABD merkezli politikalarını sürdürmeye devam etti. Mısır düşmüş savaş kaybedilmişti artık…
Devrimci anakronizm ve Selahaddin
Arap Birliğine dönük miras köklerini Hilafet’ten alır. Kudüs yalnızca dinsel bir merkez değil aynı zamanda hilafet’in tamamlanması için politik bir hedef olarak var ola gelmişti. Bir Sünni Kürt olan Selahaddin Eyyübi’nin Kudüs’ü fethetmesi için önce Fatimi hâkimiyetindeki Mısır’a vezir olması arkasından Suriye’de siyasi birliği sağlamak zorundaydı, önce Halep sonra Kürtlerin yaşadığı cezire bölgesi fethedildi. Kudüs’ün Mısır ve Suriye hattından kuşatılmadan düşürülmesi mümkün değildi.
Selahaddin, Fatimi Halifesi’nin hizmetinde Kudüs’ü kuşatması başka bir mirasın konusu oldu. Selahaddin, Fatimi Bayrağı altında savaşsa da, Sünniler, Şii halifeliğine bağlılığın şeklen olduğunda ısrar ettiler. Ancak ne olursa olsun, Selahaddin’in Kudüs fethi, Kudüs’ün Mısır ve Suriye olmadan düşürülemeyeciğine dönük güçlü bir anakronizm bıraktı. Bu anakronizm o kadar güçlüydü ki Lübnan Hizbullah’ının 2007′de İsrail saldırısına karşı başarı kazanmasının ardından albay Kaddafi “Fatımi devleti bize mirastır, onu tekrar kuracağız, siz gençler, sizin birkaç katınız olan Mısırlı, Tunuslu, Cezayirli, Faslı Moritanyalı gençler, ikinci Fatımi devletini kuracak” dedi.
Sokaklarda güç gösterisi yapan Arap orduları, hep birlikte düşmanlarına karşı savaşacaklarına İslam dünyasına utançtan başka bir şey getirmediğini söyleyen Kaddafi, Arap Şiiliğini Farsi Şiilikten ayırması dikkat çekicidir. Fatımi devleti döneminin geçtiğini ve bunun bir ihtilaf sebebi olduğunu söyleyenleri de gerici olarak suçlayan Kaddafi, tarihi ihtilafları yeniden diriltmek değil, etnik, kabilevi ve mezhebi ayrılıkları ortadan kaldırarak birliği sağlamak niyetinde olduklarını ifade ederken ismini zikretmese de Selahhaddin dönemine atıfta bulunmaktaydı.
IŞİD bu devrimci anakronizmin pratik olarak merkezinde yer almaktadır. IŞİD’in hilafet ilanı ve bu kadar güçlü bir şekilde vurgu yapması, Şii ya da Sünni olsun herkesi kendi bayrağı altında savaşmaya ona boyun eğmeye zorlamaktadır. Suriye, Lübnan, Mısır, Irak kendi bayrakları altında siyasi birlikteliğe kavuşmadığı sürece Kudüs’ü kuşatmak ve İsrail Devleti’ni düşürmek mümkün değildir.
IŞİD kime hizmet ediyor sorusu politika-altı ve devrimci iç savaş dışı bir sorudur!
Devrim; öznesini görmez. Devrimin öznesini gören ve onun için savaşan pratik akıl, “komplo teorilerini” yerle bir eder. YPG’nin Genel Komutanı Sipan Hemo, devrimci iç savaş koşullarında IŞİD’in kendisi için savaştığını şu sözlerle dile getirir:
“IŞİD herkesten daha kurnaz çıkarak bütün bu ülkelerin istihbaratlarından çok ince bir şekilde faydalanarak, pratikte kendini her yerde hâkim kılmaya çalıştı. Örneğin, IŞİD iki yıla yakın bir süredir Rojava’da Kürtlere yönelik çok vahşice saldırılarda bulundu. IŞİD niye Kürtlere saldırdı ya da saldırtıldı? Çünkü IŞİD iyi biliyordu ki Türkiye istihbaratıyla ancak Kürtlerle savaşarak, yakın ilişki geliştirebilirdi. Ve gerçekten de böyle oldu. Biz bunu kendi pratiğimizle, yaşadıklarımızla gördük. IŞİD bizimle savaşırken Türkiye sınırını Türkiye asker ve yetkilileri hiçbir rahatsızlık göstermeden kullanıyordu, bütün yaralılarını Türkiye hastanelerinde tedavi ettiriyordu. Buna bazıları ‘iddia’dır diyebilir. Fakat bizim elimizde resmi belgeler var. Elimizde esir olan bir IŞİD emiri daha önce yaralanarak Ceylanpınar Devlet Hastanesi’nde 9 gün boyunca tedavi gördüğünü kendisi ifade etmektedir.”
IŞİD, neden mi Rojava’ya saldırıyor, anakronizme sadık kalıyor, “Cezire düşmeden Şam düşmez!”
İç savaş koşulları devrimin öznesiyle düşünülmeli ve tasnif edilmelidir. Devletlû cemaatler, mezhepler ya da devletlû ulusalcılar, kendi ideolojik meşreplerine göre kendi devletleriyle düşünmekte ve IŞİD’in “cihadına” dönük pozitif ya da negatif eleştirilerini yöneltmektedirler. Peki, Marksist Devrimcilik, hangi özneye göre düşünecektir?
“Biz burada devrim yapıyoruz yoldaş!”
YPG’nin ve elbette PKK’nin objektif durumu, tüm komplocu teorileri yerle bir etmektedir. IŞİD arkasında “emperyalist devletlerin ve onun istihbarat güçleri” olmadan bu kadar güçlenemeyeceğini ve bir anda Musul’u ele geçiremeyeceğini düşünen bu akıl, Rojava Devrimi’nin ve YPG’nin direnişinin arkasında da “gizli bir el” olduğunu iddia eder, edecektir. Bu öyle bir devrim ve halk ordusudur ki, yalnızca kendisine saldıran “cihatçı” örgütler tarafından istenmemekle kalmıyor, Esad rejimi tarafından, İran tarafından, Irak tarafından, ABD ve İsrail tarafından, Türkiye tarafından ve kendi soydaşı olan Barzani tarafından istenmemekle imleniyor.
Rojava ve YPG konusunda tüm komplo teorileri çürümektedir. YPG bölgede uluslararası güçlerin, Kürtleri muhatap alması gerektiğine dair “bin bir dil” dökse de bu objektif durum, hiç bir ideolojik giydirmeye gerek kalmaksızın, Rojava’yı bizden yapmaktadır.
Komplocu mantık, Rojava Devrimi güçlendikçe muhakkak bir “gizli el” bulup çıkaracaktır. Ancak objektif koşullar Rojava’nın bir halk devrimi olduğu göstermektedir. Yine de şüphemiz mi var? Bu şüpheyi kaldırmanın, bertaraf etmenin ve hatta olası bir “gizli el”in etkisini kırmanın yolu, Kürdü “namerde” muhtaç etmemenin yolu; Rojava devrimi için seferber olmaktan, onun her anlamda lojistiği olmaktan geçmektedir.
Önderlik kendine konjonktürel bir öncülük misyonu yüklemişken bunun zamanı geldi de geçmektedir: “Hegemonik sistemin günümüzdeki en zayıf halkası Ortadoğu coğrafyasında oluşmaktadır. Bir nevi üçüncü dünya savaşı yaşanmaktadır. Kürdistan bu coğrafyanın merkezindedir. Özgürlük hareketi bu coğrafyadaki tüm halkların, ulusların, kültürel tüm grupların anti hegemonik mücadelesine öncülük konumundadır. İşçiler ve işsizler bu mücadeleye öz ideolojik ve pratik silahlarıyla önderlik etmek durumundadır. Geçmiş tarihinden ders çıkararak; bölge halklarının tarihine sahip çıkarak, başta köylülük ve varoşlar olmak üzere tüm topluma önderlik rolünü oynamalıdır. PKK kendi tarihi misyonunu böyle tanımlarken, başta Türkiye işçi sınıfına, tüm emekçi halkına, bölge halklarına karşı enternasyonalist dayanışmasını kararlılıkla ifade etmekte ve pratiğiyle yerine getirmektedir. Yaşasın İşçi Sınıfının ve Tüm Halkların Dayanışması! Kahrolsun kapitalist hegemonyacılık” [Abdullah Öcalan 2014 1 Mayıs mesajı]
Politika ile şiddet, legalite ve illegalite, kitle hareketi ve gerilla savaşı arasındaki ilişkinin devrimin yönetilmesi açısından aşılması gereken güçlükler doğurur. Şimdi bu aşılması gereken güçlükleri aşan/aşma iradesi gösteren ve buna bir de bölge devrimi ekleyen bir öncü/önder hareketi var.
Comandante Marcos, Zapatista bölgesine yolculuklarını anlatırken çok yerinde bir değerlendirme yapar “Biz Chiapas’a geldiğimizde her şey hazırdı zaten…“
Marcos, Zapatista Devrimi’nin sıradan bir neferiydi ve kendini “öldürmekten” çekinmedi.
Marksist devrimciler, Rojava devrimin sıradan neferleri olmak için yola çıktı bile. Yoldaşların, Rojava’ya ulaştığında hevallerin her şeyi hazır ettiklerinden eminiz!