Türkiye toplumunun “muhafazakar” bir “doğu toplumu” olduğu, toplumun bu öz niteliklerini görmezden gelen Kemalist elitin “tepeden inmeci batıcılığı”nın, toplumun dipten gelen direnci karşısında tutunamadığı, solun toplumun muhafazakar kimliğini ve “doğulu” öz niteliklerini veri sayarak politika geliştirmediği için Türkiye toplumu ile kaynaşamadığı liberallerin yarım yüz yıldır ağızlarında çiğnedikleri bir sakızdır.
Bu yaklaşım tarzı Türkiye toplumundaki din kümelerinin ve pratiklerinin tamamını “ayrımsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak görmekte ve çoğunluğun inancı olan Sünni-Hanefi mezhebine tanınan ayrıcalıkları toplumun etkin talebinin bir sonucu olarak göstermektedir.
1924’ten 1932’ye kadar geçen 8 yıllık bir süre içinde “cenazesini kaldıramaz” hale gelen, “imamlarını dilencileştiren” bir Sünni-Hanefi İslam cemaati gerçeği bu tezlerin hiçbir geçerliliğe sahip olmadığının tarihsel kanıtıdır. Yüzyıllardır herhangi bir devlet korumasına sahip olmayan Aleviliğin ve çok yakın bir zamana kadar kendi haline bırakılmış olan Sünni-Şafi mezhebinin hayatta kalma yeteneği ile karşılaştırıldığında, Sünni-Hanefi mezhebinin Osmanlı’dan bu yana aldığı “devlet desteği”nden yoksun kaldığında dinsel kurumlarını sürdürme yeteneğinin son derece zayıf olduğu görülecektir.
Kemalizm’in Anadolu toplumunu Türk kimliği çerçevesindeki tek tipleştirmesinin “zayıf bağı” olan Sünni-Hanefi İslam’ın devlet himayesine alınması, emperyalist yeni sömürgecilik politikalarının gereksinim duyduğu toplumsal temelin inşasının bir parçası olarak ele alınmalıdır. Türkiye toplumunu soyut siyasi ilkelerden hareketle “yeniden inşa etmeye kalkışan” tek girişimin Kemalizm’den geldiği iddiası, ABD emperyalizminin güdümlediği egemen sınıflar oligarşisinin izlediği “Muhafazakar-Türk toplumu” inşa hareketini görmezden gelmektedir. Bu körlük, Türkiye toplumunda geliştirilen siyasi gericilik ve ırkçılığın ve bu temel üzerinde meşruiyet kazandırılan sömürge tipi faşizmin toplumsal kaynaklarının gizlenmesine yardımcı olmaktadır.
Sünni-Hanefi inancının devlet himayesi altına alınması, yalnızca “komünizme karşı mücadele”yi değil, aynı zamanda yeni sömürge kapitalizminin inşası için toplumsal bir kabulleniş yaratmayı hedeflemiştir. Bu politikaların yarım yüzyıllık uygulaması, sonunda Siyasal İslam’ı neoliberal yeni sömürge kapitalizminin iktidarı haline getirmiştir.
İslamcı-Neoliberal AKP iktidarının iç politikadaki mezhepçi faşizmiyle bütünleşen “tevekkül kapitalizmi”nin dışlama ve güvencesizleştirme potansiyelinin yüksekliği, İslamcı-Neoliberal kamusallığın toplumu bir “dışlanmışlar hapishanesi”ne, üretim alanını emekçiler için ölümcül bil arenaya dönüştürme becerisi, Siyasi İslam’ın Türkiye’deki yeni sömürge kapitalizminin “öz evladı” olduğu gerçeğinin sağlaması olarak karşımızda durmaktadır.
AKP’nin İslamcı-Neoliberal politikalarının dış politikadaki izdüşümü olan Türkiye-Katar-Suudi Arabistan koalisyonunun dağılması, Müslüman Kardeşler’in emperyalist güçlerin gözünden düşmesi gibi olgulara bakılarak, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki sömürgesel fetih ve yeniden sömürgeleştirme politikalarında “Siyasal İslam’ı” gözden çıkardığı ve Ortadoğu’nun “seküler” politik aktörlerini öne çıkarmaya karar verdiği biçimindeki gözlemler son günlerde emperyalizm-sever liberal çevrelerin umut kaynağı olmaktadır. Oysa Ortadoğu’daki işlerini öteden beri Siyasi İslam’ın sponsorluğuyla yürüten emperyalistler için bölgenin seküler aktörlerinin (PKK, FHKC, Arap Solu, Türkiye Solu) içerisinde yer alacağı bir siyasi merkezin “işbirliği”nden çok tehdit vaat ettiği bunlar dışındaki kumandalı-seküler figürlerin siyasal-toplumsal ağırlık merkezi oluşturamayacak bir zayıflık içinde olduğu bilinmektedir. Bu nedenle ABD emperyalizminin Ortadoğu politikalarındaki güncel revizyonunda “dere geçerken at değiştirmesini” ummak gerçekçi değildir. Yalnızca IŞİD’e karşı oluşturulan “Koalisyon”un siyasi bileşenlerine bakmak bile öngörülen revizyonun Siyasal İslam ittifakını terk etmek değil denetim dışılıklarını yeniden güdümlemeyi amaçladığının anlaşılmasını sağlar.
Dolayısıyla Laiklik, Türkiye’de ve Ortadoğu’da neoliberal yıkım ve sömürgecilik politikalarına karşı geliştirilecek eşitlikçi, demokratik, bağımsızlıkçı bir hareketin vazgeçilmez bir kurucu ilkesi olacaktır. Suriye İç Savaşı’nın yarattığı siyasi kriz atmosferi içinde baş gösteren Rojava Devrimi sürecinin Kürt Ulusal Özgürlük hareketine Ortadoğu’nun en önemli demokratik dinamiği imajını kazandırmasında, temsil ettiği “seküler-demokratik alternatif”in belirleyici olması bunun kanıtıdır.