Poyraz Kolluoğlu – Queen’s Üniversitesi/Kanada
Üniversite bütçelerine yük olmayarak esnek asistan emeği olanağı sağlayan TÜBİTAK araştırma projelerinin üniversitelerdeki plaza vandalizminin tavan yaptığı nüveler olduğu kanaatindeyim.
Vahşi plaza zihniyeti olarak adlandırdığım neoliberalizmin tezahürlerini artık ne yazık ki olması gereken en son yerde üniversitelerde de vukuu bulmakta. İktidar, özellikle İstanbul’da, otoban kenarlarında açtığı butik üniversitelerin niceliği ile övüne dursun, buralarda verilen eğitimin ve yapılan araştırmaların niteliği maalesef plaza vandalizmi ile eklemlenmiş durumda.
Kendini kanıtlama hırsına kapılmış doçentler ve yukarılara tırmanmak isteyen genç, hırslı akademisyen adayları, proje yazarları maalesef neoliberal zihniyetler çerçevesinde araştırmalarını sürdürüyorlar. Üniversite bütçelerine yük olmayarak esnek asistan emeği olanağı sağlayan TÜBİTAK araştırma projelerinin ise üniversitelerdeki plaza vandalizminin tavan yaptığı nüveler olduğu kanaatindeyim.
İnternette “TÜBİTAK proje asistanlığı” diye bir arama yaparsanız şikayetlerini ve problemlerini dile getiremeyen, getirmekten çekinen, korkan, “kovulan” ve kovulma endişesi yaşayan birçok TÜBİTAK mağdurunun yaşadıklarını çeşitli forumlar ve tartışma sayfalarında okuyabilirsiniz.
TÜBİTAK projeleri, kurumun kendisinin oluşturduğu seçici kurullar tarafından belirlenen özgül kıstasların sağlandığı takdirde oluşan ve belirli bir hibe bütçe karşılığı proje yazarları, akademisyenlerin yürüttüğü bilimsel araştırmalar. Bu araştırmalar sayesinde proje sahibi akademisyenler üniversitelerden bağımsız bir biçimde kendi bütçeleri dahilinde ve haftada azami 20 saat iş yükü (bu iş yükü saati TÜBİTAK’ın bursiyer haklarını korumaya aldığı bir kaç noktadan biri sanırım) ile görevli “proje bursiyerleri” eşliğinde araştırmalarını yaparlar. Kısaca, akademisyenler TÜBİTAK projeleri sayesinde, emsalsiz özgür şartlar altında araştırma olanağına kavuşurlar. Ancak akademisyenlerin elde ettiği bu özgürlük alanı -ki ben buna mutlak hakimiyet diye isimlendiriyorum- proje içinde yer alan bursiyerler için ise biat kültürü anlamına geliyor.
Geçici veya kalıcı asistan kadrolarının azlığından, hatta yokluğundan ve piyasadaki uygun iş imkanlarının noksanlığından mütevellit TÜBİTAK projeleri Türkiye’de yüksek öğretim gören öğrenciler için cazip “çalışma” ve araştırma yapma alanları olarak ortaya çıkıyor. Ancak bu projelerdeki geçici asistan istihdamı o kadar esnek şartlar ve akışkan bir zemin üzerine kuruludur ki, projelerde çalışan asistanlar adete taşeron bir kurumun işçileri gibi çeşitli temel haklardan yoksun biat ilişkileri içinde bu projelerde yer alıyorlar. Zaten bu proje asistanlarının proje belgelerindeki titri de “TÜBİTAK bursiyeri” olarak belirlenmiş.
Proje bursiyerleri aylık olarak talep edilen öğrenci belgeleri ve imzaları karşılığında projede çeşitli görevler üstleniyorlar. Aylık burs miktarlarının proje sorumları akademisyenler tarafından keyfi bir şekilde aşağı çekildiği bir ortamda (örneğin bir TÜBİTAK yüksek lisans proje asistanın bursu 1.500 TL iken bu miktar proje yazarının talebi üzerine aşağı çekilebiliyor) proje bursiyerleri yemek, ulaşım ve yapısal diğer desteklerden yoksun bir şekilde istihdam ediliyorlar. Hatta bursiyer olmalarına rağmen kadrolu işçiler gibi haftada beş gün tam mesai saatleri içinde projelerin yürütüldüğü yerlerde çalışmak zorunda kalabiliryorlar. Bursiyerlerin kendi ders yükleri ve araştırmaları düşünüldüğünde durumun vahametini sizin tahayyül etmenizi bekliyorum.
Genç ve hevesli araştırmacılar maalesef bu esnek emek şartlarında plaza zihniyetinin en tehlikeli tezahürü olan çeşitli mobbing olayları ile de yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Başarı baskısı, asistanlar arasında yaratılan suni rekabet ortamları, dolaylı-dolaysız verilen mesajlar ile emeğin değersizleştirilmesi, verilen burs miktarının aşağı çekilmesi, aşırı talep, 20 saatlik azami çalışma saatlerini artırma, suçlama, küçümseme, aşağılama, küsme-konuşmama, verilen izinlerin geri alınması, projede çalışmasına dair kanıt referansı yazmama gibi pratikler bu mobbing örnekleri içinde yer alabiliyor.
Hacettepe Üniversitesi’nden Özlem Sert ve Arzu Akkoyunlu Wigley’nin üniversitelerde mobbing üzerine araştırması mobbing pratiklerinin toplumsal cinsiyet, altında çalışılan akademisyen ile bilimsel alan ve görüş yakınlığı gibi etmenlerle de ilinti olduğunu göz önüne seriyor. Bu ve benzeri akademik profesyonelliğe yaraşmayan mobbing olaylarının sosyal bilimler ve hatta sosyologların yürüttüğü projelerinde dahi görülmesi gerçekten kaygı verici olduğu kanaatindeyim.
Asistan pozisyonları için talebin çok olduğu ve iş güvencesinin proje sahibi tarafından “sözle” verildiği bu araştırmalarda plaza çalışma ortamlarda sıkça duyduğumuz mobbing, yabancılaştırma ve emek sömürüsü pratiklerinin görülmesi gayet doğaldır. İş kanunundan doğan ve sendikal hakların verilmediği ve araştırma yürütücülerinin bireysel tasarruflarına açık bu güvencesiz esnek istihdam sağlayan TÜBİTAK projeleri ile alakalı yönetmelik düzenlemelerini yetkili mercilerin baştan gözden geçirmesini şiddetle talep etmekteyim.
Birkaç sene önce Akdeniz Üniversitesi’nde intihar eden asistan arkadaşımız Murat Albay örneği ve kaleme aldığı intihar mektubundaki çalışma koşulları üstüne yazdıkları bize gösteriyor ki asistan istihdamındaki plaza vandalizmi can dahi alabiliyor. TÜBİTAK’ın ve belki Yüksek Öğretim Kurumu’nun getirecekleri düzenlemeler ile tamamen proje sahibi inisiyatifine bırakılan bu projelerdeki hem can alabilecek manevi hem de maddi usulsüzlüklerin -maalesef birçok akademisyenin bu proje üstündeki mutlak hakimiyetinden dolayı proje bursiyerlerinin burslarına ilişkin maddi usulsüzlük yaptığı da forumlarda yazıyor ve akademik çevrelerde kulaktan kulağa fısıldanıyor- de önüne geçeceklerini umut ederim. Ve Türkiye’deki bilimsel araştırma ortamının bu vandalizmden arındırılması için duyarlı hocalarımız da gerekli adamları atacağını temenni ederim.