Yakın zamanlarda Güney Teksas’ta et içermeyen beslenme biçimleri üzerine bir konuşma yaptım. Tahmin edebileceğiniz gibi aldığım tepki oldukça olumsuzdu. Aslında tek alkışı soru-cevap bölümünde dinleyicilerden biri yaptığım konuşmanın kendisinde gidip daha fazla et yeme hissi uyandırdığını söylediği zaman aldım. “Ayrıca” diye ekledi adam, “ne yediğim sadece beni ilgilendirir- bu, tamamen kişisel bir mesele”. On yıldan fazla bir süredir gıda ve tarım üzerine yazılar yazıyorum. O akşama dek bu temel soru üzerine ciddi olarak düşünmemiştim: yemek kişisel bir mesele midir?
Küresel gıda sisteminin iç yapısı hakkında eskisine kıyasla artık çok daha fazla şey biliyoruz. Gıdanın hem besleyebileceğini hem de öldürebileceğini biliyoruz. Üretiminin çevreyi hem yok edebileceğini hem de geliştirebileceğini biliyoruz. Çiftçiliğin hayatlarımızın her bir yönüne temas ettiğini biliyoruz- soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya ve ihtiyaç duyduğumuz toprağa.
Bu yüzden yemek yemenin kişisel bir mesele olamayacağı sonucuna ulaşmamak neredeyse imkânsız. Yediğiniz şey sizi etkiler. Yediğiniz şey beni etkiler. Beslenme biçimlerimiz; derinlemesine, içten içe ve kaçınılmaz olarak politiktir.
Bu idrak, hayvanları yememeyi seçenler açısından herşeyi değiştiriyor. Bir vegan olarak beslenme biçimimden dolayı özür dilemek şeklinde tuhaf bir ihtiyaç hissetmişimdir kimi zaman. İnsana rahatsızlık veriyor bu. Ahlâkçılık kokuyor.. Ama et üretiminin negatif etkilerini daha çok öğrendikçe aslında özür dilemesi gerekenlerin hayvan eti tüketicileri olduğunu hissediyorum.
İşte size bir sebep: çiftlik hayvanları endüstrisi mısır ve soya türü yemlere bağımlılığının sonucu sadece ABD’de kullanılan suni gübre üretiminin yarısından fazlasından sorumlu, böylece denizlerde ölü bölgeler oluşmasına diğer bütün sektörlerden daha fazla sebep oluyor. Amerika’nın batısındaki suyun %70’inden fazlasını tüketen de işte bu endüstri- su öylesine kontrol altındaki eğer sulama destekleri kaldırılsa sığır kıymasının kilosu 70 dolar edebilir. Çiftlik hayvanları küresel olarak salınan sera gazı emisyonlarının %21’ine sebep oluyor- bütün ulaşım biçimlerinin beraber sebep olduğundan fazla. Evcil hayvanlar-çoğu da sağlıklı- üretilen antibiyotiklerin %70’inden fazlasını tüketiyor. Sindirilememiş antibiyotikler gübrelerden süzülerek taze su sistemlerine karışıyor, ve balıkların cinsel organlarını kullanılamaz hale getiriyor.
Klasik şekilde sığır eti üretmek için bir galon yakıt gerekiyor. Hayvanlara verilen tahılların tamamını insanlar için kullansak Çin’i ve Hindistan’ı besleyebiliriz. Bu, daha işin başı.
“Alternatif” standartlara (ABD’de yaklaşık %1) göre elde edilen et daha iyi bir seçenek olabilir, ama ayrıcalıklı tüketicilerin inanmamızı isteyecekleri kadar değil. “Free-range tavuklar” teorik olarak kapı dışına çıkabiliyorlar. Ancak bir çok free-range tavuk asla gün ışığını göremiyor; çünkü kalabalık bölmeden betonun ötesindeki çimlere ulaşamıyorlar bile.
Otla beslenerek elde edilen sığır eti tahılla beslenenlerden 4 kat fazla metan üretiyor- bu seragazı karbon dioksitten 21 kat güçlü-, otla beslenen hayvanların çoğu sulama kanallı ve iyi gübrelenmiş yerlerde yetiştiriliyor. Yeşilliklere bırakılan domuzların vücutlarından parçalar koparılıyor hâlâ, ticari yemlerle besleniyorlar, birbirlerine burunlarıyla temas etmelerine izin verilmiyor- bu davranış domuzların cinsellik dışındaki en temel içgüdüleri.
Hayvan refahı konularına bütün et üretimi çeşitlerinde eşit şekilde temas ediliyor. Evcil hayvanlar onları bekleyen kaderin farkında olarak yoğun bir acı çekiyor. Bir yumurta fabrikasında erkek civcivler (ekonomik olarak değerleri olmadığı için) öğütücü makinelerin içine atılıyorlar. Domuzlar anestezi kullanmadan hadım ediliyor, kasalara kapatılıyor, kuyrukları koparılıyor, burunlarına kanca takılıyor. Süt sığırları tekrar tekrar sunî döllenme yoluyla gebe bırakılıyor, süt sağma bölmelerine kapatılıyor, normal koşullarda üretecekleri sütün 15 kat fazlasını üretmeye zorlanıyorlar. Buzağılar doğumdan hemen sonra annelerinden alınıyor, ve anneleri insanın yüreklerini parçalayan ağlayışlarla yavrularının yasını tutuyorlar.
Ardından mezbahayla karşılaşıyoruz- milyonlarca kiloluk cesedin boş arazilere atıldığı, fırlatıldığı bir operasyon bu ( deli dana hastalığı sonrasında et atığı işleme tesislerinin frene bastığını görüyoruz).
Şimdi, eğer birisi size bir şirketin havayı, suyu ve toprağı kirlettiğini; küresel ısınmaya ulaşım endüstrisinden daha çok zarar verdiğini; fosil yakıtları inanılmaz ebatlarda tükettiğini; masum ve duyguları olan canlılara en gaddar ve zalim şekillerde acılar çektirdiğini; atıklarını geri dönüşüme kazandıramadığını; bu arada damarlarımızı tıkadığını söyleseydi, tepkiniz ne olurdu? “Ama bu kişisel bir mesele” mi derdiniz? Herhalde demezdiniz. Büyük olasılıkla bu meseleyi çok ciddi bir tepki gerektiren çok ciddi bir konu olarak kabul ederdiniz.
Veganizm endüstriyel gıdaya karşı ortaya koyabileceğimiz en güçlü politik tepki değil sadece. Ayrıca reformlar meydana getirmek için olmazsa olmaz bir önkoşul. Hayvanları yemeye son vermek, küresel gıda makinesini temelinden sökmek demek çünkü.
Tarım ticaretinin suçları gazeteciler, aktivist film yapımcılar ve sürüdülebilir gıda yandaşları tarafından ortaya konuldu. Yiyeceklerimizi şirket menfaatlerinden kurtarmak için birşeyler yapılması gerektiğini biliyoruz. Ama merak ediyorum- gerçekten yapılması gereken şeyi yapmaya hazır mıyız? Elbette bir çok seçenek sunuluyor hepimize- organik alın, çatalınızla oy verin, yerel yiyecekler tüketin, adil ticareti destekleyin vb. Ama bütün bu tekliflerin temelinde başarılı bütün çevreci hareketlerin en önemli malzemesi eksik: samimi bir aktivizm.
İşte bu adımı atana, hayvanları yiyenlerin özür dileyeceği türden bir yemek kültürü yaratana dek şu anda bize sunulan öneriler çatalı çevresel bir değişim yaratacak gerçek bir araç olmak yerine boş bir sembole dönüştüren davranışlardan ibaret kalacaklar.
James McWilliams
*hayvanozgurlugucevirileri.com sitesinden alıntılanmıştır.