Emperyalist ülkelerin kârlarını rahatça artırabildikleri kapitalizmin genişleme dönemlerinde, ganimetin yeniden bölüşülmesi talebi ortaya çıkmaz. Çıksa bile, bu talep bastırılır. Kârların düştüğü, rekabetin kızıştığı dönemlerde ise durum savaşlar aracılığıyla sürdürülmek zorundadır.
Kapitalizm, tarihinin en ağır krizlerinden birini yaşıyor. Geçmişte ve bugün yüzlerce yerel ve bölgesel savaşa, bunun yanı sıra iki paylaşım savaşına sahne olmuş dünya, emperyalist iç çelişkilerin geldiği aşamada ciddi çatışmaların çıkma potansiyeline ulaşmış durumda. İçinde bulunduğumuz bölgenin pazar ve hammadde olanaklarını da düşündüğümüzde, bizleri, kartların yeniden karıldığı zamanların beklediği görülür.
1970 ekonomik krizi ile birlikte hayat bulan neoliberalizm, sermayenin hareketinin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını talep ediyordu. “Ulusdevletlerin” sonu bu yüzden ilan edildi. Sınırlarda yaratılan “serbest bölgeler”, ülkeler arası “gelişmiş” entegrasyon modelleri, devletin ekonomik ağırlığının azaltılması, eğitim-sağlık gibi konularda ise ticarileştirmenin, piyasa kurallarının hayata geçirilmesi, buna karşılık bir denetim aygıtı olarak “şiddetin uygulayıcısı devlet”in karşımıza dikilmesi neoliberal politikaların birer sonucuydu. Tüm bunlar emperyalistlerin krizi aşmasına yetmedi.
Bugün gelinen noktada başta ABD, zayıflayan iktisadi yapısı ile özellikle Ortadoğu’da enerji kaynaklarının kontrolü üzerinden Rusya ve Çin’e karşı hakimiyet mücadelesi veriyor. Bu mücadelede rakipleriyle doğrudan karşı karşıya gelmemek için “Arap Baharı” paravanını kullandı. Daha geniş çaplısına soluğu yetmediği için kontrollü bir kaosu Ortadoğu’da hayata geçiren ABD’nin aksine bugün Rusya ve Çin, henüz “oyun”a savaş araçlarıyla bölgede dahil olmamanın sefasını sürmekte.
ABD’nin bölgeye girişi ve IŞİD’in gerçek niteliği konusundaki en net açıklamaları ise Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah yaptı. ABD öncülüğünde kurulan koalisyonla ilgili, “ABD varsa, biz yokuz” diyen Nasrallah, bölgedeki terörün esas sorumlusunun ABD olduğunu vurgularken, IŞİD’in de ABD ve Türkiye’nin çıkarlarına hizmet ettiğini söyledi. Hizbullah lideri, ABD’nin temel hedefinin de Esad’ı devirmek değil, bölgedeki haritayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden çizmek olduğunu belirtti.
ABD ne istiyor?
2011 yılının başlarında Suriye’ye yönelik emperyalist müdahale girişiminde Esad yönetimini devirmek isteyen ABD devleti, bölge politikalarında “stratejik derinlik” iddiasındaki Türkiye’ye önemli görevler vermişti. Bu görevleri kendisi yerine bir başkasına havale ederek denklemde yerini almayı, bölgesel güç olma heveslerini İslamcı örgütler aracılığıyla kotarmayı hedefleyen Türkiye hükümeti Rusya’nın devreye girmesiyle de birlikte stratejik derinlikten stratejik hiçliğe doğru adım adım ilerledi. IŞİD çetesi, emperyal güçlerin ekonomik kaynakları ve sermaye yatırımları için tehlikeli ve kontrol edilmesi zor bir güç haline geldiğinde ABD tarafından Türkiye’ye pisliği temizlemesi yönünde görev verilmek istendi.
Boğazına kadar çetelerle girdiği ilişkinin pisliğine batmış olan Türkiye ise IŞİD bıçağını Kürtler karşısında koz olarak kullanmaya yeltendi.
IŞİD bıçağı; sapını tutan kadar, bıçağın hedefindeki tüm halkları daha da fazlasıyla tehdit etmekte. IŞİD katliamları Arap Alevilerinden, Ezidi Kürtlere; Ermenilerden Kobanê halkına değin bölge halklarını kitlesel göçlere zorluyor; siyasal ve askeri bir tehdit unsuru olarak halklara, halkların öz-savunma güçlerine, PYD’ye bölgedeki denklemin emperyalistler lehine işlemesi için dayatılıyor.
Foreign Policy tarafından ifşa edilen ABD-PYD görüşmelerinde, ABD’nin PYD’den istediği şeylerin; 1) Esad yönetimi ile ilişkilerin kesilmesi, 2) ÖSO’ya katılım, 3) ÖSO olmazsa Barzani ile ilişkilerin güçlendirilmesi olduğu görüldü.
PKK’nin Irak’taki Şengal’e yönelik IŞİD saldırısı sırasında oynadığı rol, bunun yanı sıra Irak’ta yine IŞİD’le çatışmalarda Peşmerge ile birlikte yer alma hamlesi ve Kobanê direnişi ile birlikte uluslararası meşruiyet kazanmış olması, bu Hareketin politik manevra alanını genişletti. Salih Müslim aracılığıyla sıkça dillendirilen “yardım” talep edilmediği vurgusu, olası ABD ve müttefiklerinin taleplerine karşı kantonların varlığının sürdürülmesinde ısrar olarak okunmalıdır. Buna karşılık Duhok’ta gerçekleştirilen toplantı ve sonrasındaki gelişmeler Rojava’da gelişen yeni toplumsal düzene ABD’nin, hatta asıl olarak Türkiye’nin, tahammülü olmadığını, Barzani merkezli çözümü Kürtler’e dayatmakta ısrarcı olduğunu ve olacağını göstermekte.
Emperyal ve bölgesel güçlerin kartları yeniden karmak üzere yola çıktığı Ortadoğu coğrafyasında Osmanlıcı emperyal emellere sahip AKP hükümetinin Kobanê karşısında takındığı tavır, ABD’nin de devreye girmesiyle hezimete uğradı. 2003 Irak işgalinin ardından Güney Kürdistan’a yönelik hamilik dayatmasının benzerini PYD’ye “özerkliği kabul edemeyiz” şeklinde dayatan TC, o dönemde askerlerinin başına geçirilen ABD çuvalı ile bu maceradan vazgeçmişti. Şimdi karşı karşıya kaldığı ise bu çuvaldan çok daha fazlası.
AKP’nin ve Türkiye’nin pozisyonu
Kobanê kuşatması sürerken Türkiye’nin içine düştüğü durum, umduğundan azına razı olmayı içine sindiremeyen, ancak fazlasını yapmaya da gücü yetmeyen yandaş pozisyonu. Bütün bölgedeki Esad karşıtı güçler Esad’ın devrilmesinin yaratacağı sonuçlardan çekinerek durumu yeniden değerlendirmesine rağmen, AKP, Esad’ı devirme hülyasından bir türlü vazgeçmedi. Dolayısıyla ABD ile arasında yürüyen pazarlık, Kobanê’ye yapılacak bir müdahalenin tüm Suriye’ye yapılıp yapılmayacağı üzerinden döndü. Yani AKP Kobanê’nin düşmemesi karşılığında savaşın tüm Suriye’ye yayılması talebinde bulunuyor, ABD ise önceliğin Esad olmadığında ısrar ediyordu.
Erdoğan ve Davutoğlu ABD’nin Kobanê’ye askeri yardım yapmasından önce söyledikleri her şeyi sineye çekmiş görünüyor. Kimi çıkışlarda bulunsalar da akabinde, söylediklerini ağızlarına tıkayan Amerikan açıklamaları geldi.
Suriye direnişi kırılamamış ve Esad devrilememiş iken, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in devrilmiş olmasıyla ilk perdesi kapanmış gibi görünen Yeni Osmanlıcılık hayalleri, IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle ikinci perdeyi oynamaya hazırlanıyordu. Oysa Kürdistan Demokrat Partisi (PDK) ile PKK’nin Rojava üzerinden “birliğe” zorlanıyor olması ve Kürt Hareketi’nin meşruiyet alanını genişletmesi AKP’nin oyun dışına düşme olasılığını güçlendiriyor. Buna karşılık AKP de bir yandan Peşmergeler (PDK), diğer yandan kendine yakın ÖSO güçleri üzerinden Kobanê’ye elini sokup müdahil olmaya çalışıyor.
AKP’nin hegemonya alanı
Stratejik derinlik yaklaşımının mucidi Davutoğlu’nun başbakanlığa getirilmesi, AKP’nin “yeni Türkiye” ısrarının bir göstergesidir. AKP iktidarına değin Türkiye, bölge ülkeleriyle saldırgan olmayan ilişkiler yürütme politikası gütmekteydi. Stratejik Derinlik söylemi/doktrini ile birlikte genişleme hayallerinin peşine kapılan AKP hükümeti, dış politikada daha aktif, dolayısıyla müdahaleci bir çizgiyi benimsediğini duyurarak, bu yönelimine uygun pozisyonlar alma gayretine girişti. Dış politikada Sünni Müslüman dünyanın liderliğine soyunan hükümet, iç politikada da buna uygun bir “millet/makbul vatandaş” yaratma çalışmasına girişti. Böylece ülke bir “partinin devleti”, bir “partinin milleti” olma üzerinden yeniden inşa sürecine sokuldu. Bu süreç, AKP’nin devletleşmesi ve toplum ile siyasal sistemin AKP’nin iktidarını sürekli kılacak şekilde yeniden yapılandırılması girişimiydi aynı zamanda.
Kamusal alanda izdüşümlerine rastlanan Osmanlıcı algı mühendisliği Ortadoğu’nun
yeniden şekillendirilmesine uygun olarak Sünni-İslamcı bir nitelik de taşımaktadır. Osmanlıcılık ve İslamcılık AKP “derinliğinde” birbirini kapsayan ve yeniden üretilen zeminler olarak karşımıza çıkmaktadır. İslamiyet olmadan düşünülemeyecek bir Türk algısı, milliyetçi hezeyanlara kapı aralamaktadır ki Kobanê ile dayanışma eylemlerinde sokağa inen/indirilen güruhun varlık temelinde bu algı çalışması yatmaktadır.
İktidar bugün arkasına aldığı, her yaptığını olumlamaya çalışan güdümlü bir medya ve her geçen gün şiddet dozunu artıran polis zoru ile varlığını devam ettirmeye çalışmaktadır. Tayyip Erdoğan kaçınılması zor görünen kendi felaketine ülkeyi de beraberinde sürüklemek istemektedir. Stratejik Derinlik adını verdiği ve bugün dış politikada yaşananlarla çöktüğü aşikar olan saldırganlık doktrininin sahibi Davutoğlu ile birlikte ülke adım adım bu felaketi yaşamaktadır. Ödenen bedeller sadece ülke içindeki “parti milleti”nin dışında kalanlar için değil, bölge halkları için de geçerlidir. AKP’nin dış politikada kendisine müttefik olarak seçtiği İslamcı örgütler, bölgede her türlü zulmü gerçekleştirirken “daha büyük” emperyalistlerin önünde ne yapacağını şaşırmış; Roboski katliamı başta olmak üzere, Afrika ülkelerine gönderilen silahlardan IŞİD çetelerine yardıma değin bir dizi savaş suçundan yargılanma korkusu hükümeti sarmıştır. Yıllardır Kürt halkını oyalamanın adı olan “çözüm süreci” ne serhildanlarla karşılık verilirken, stratejik derinlik merkezli sermaye yandaşlığı, maden ocaklarında ve Şengal dağlarında yerin altına gömülmüştür.
Aleviler, kadınlar, işçiler, Kürtler, Ermeniler hakaretlerle, katliamlarla karşı karşıya kalmışken bir yönetim aracı olarak zorun öne çıkarıldığı, hukukun ayaklar altına alındığı bir Türkiye fotoğrafıyla yola devam etmek, olsa olsa stratejik sığlıkla açıklanabilir. 12 yıllık AKP iktidarının “çıraklık” döneminde liberallerden aldığı destek ve yarattığı söylemsel imaj ile Cumhuriyet’in Kemalist tahakkümcü ideolojik arka planı çözülürken, gündelik hayatın ve kamusal alanın İslami referanslara göre tesis edilişine de şahit oluyoruz. Siyasal İslamcıların kullanageldiği mağduriyet dilinin de ürettiği laiklik karşıtlığı, çarpıtılmış bir düşüncenin ürünü oysa… 4+4+4 eğitim sisteminin meyvelerini gelecek on yıl içerisinde toplamayı planlayan AKP iktidarına karşı, maalesef ne ülkenin muhalif sendikaları ne de toplumsal muhalefet yeterince güçlü bir direniş gösteremiyor.
AKP’nin bugünkü “yeni” Türkiye söyleminde ise Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında görülen laisizmin tersine döndüğünü, tersine dönerken aynı mantıkla bu sefer başka bir “taraf ”ın devlet eliyle kayırıldığını görmek mümkün. Türkiye’de devlet “laisist” olmuş ama asla laik olmamıştı. Devlet, resmi olarak meşruiyet kaynağını din (İslam) olmaktan çıkarmışsa da, dinle ilişkisini hiçbir zaman kesmemişti; tam tersine bir yandan dini kontrol altına alırken, diğer yandan itaatkar bir toplum yaratmak için alttan alta “kendi” din ve mezhep yorumunu (Sünni Hanefi İslam) yaymaya devam etmişti.
Şimdi olansa, AKP’nin, adım adım egemenliğin ve hukukun meşruiyet zeminini dinsel referanslar lehine aşındırmaya, her otoriter rejim gibi kendi muhafazakar ideolojisi (ve din yorumu) doğrultusunda toplumu/bireyleri şekillendirmeye, farklı yaşam tarzı ve inançların varlığını tanımayarak onları zorla asimile etmeye yönelmesidir.
AKP, dini temellere dayandırdığı otoriter muhafazakarlığını topluma dayatırken, asıl misyonu olan sermaye sınıfının çıkarlarını savunma ve en üstü düzeye taşımayı da “layıkıyla” yerine getiriyor. AKP iktidarı döneminde TÜSİAD’çı sermaye grupları kârlarını katlar, yandaş sermaye grupları semirir, çıkar ortaklığını alta doğru taşıyan taşeron sistemi yaygınlaşırken, işçilerin çalışma ve yaşam koşulları insanlık dışı bir hal alıyor. En son Ermenek’te 18 madencinin, Isparta-Yalvaç’ta 15 tarım işçisinin ölümü bu vahşi sömürü çarkını bir kez daha gözler önüne serdi.
Sonuç olarak
Kürt halkı Kobanê’de askeri anlamda direnirken aynı zamanda siyasi olarak da “başka” bir dünyanın mümkün olabileceğinde ısrar ediyor. PKK Merkez Komitesi’nin toplantı sonuçlarında da bu ısrarı, sosyalizme yapılan vurguyu, antiemperyalist mücadelede tüm bölge halklarının ortaklığına yapılan çağrıyı görmek mümkün.
AKP, giderek herşeyi belirler hale gelmiş gibi görünürken, aslında düşüşe geçmiştir. Her geçen gün şiddetin dozunu bu yüzden artırmaktadır ve artıracaktır da. HSYK’da yapmak istediği değişiklikler de olası yargılanma aşamasının önünü kesebilecek yandaş hukukun bugünden tesis edilmesiyle, ülkenin kaynaklarının talan edilmesini hukukçuların desteğiyle yürütmek istemesiyle ilgilidir.
Ülkenin emekçilerine, seküler, devrimci, demokrat güçlerine düşen görev ise AKP ile ve AKP sonrası mücadele hattını bugünden belirlemek, Türkiye işçi sınıfının bölge halklarıyla birlikte anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadelede yerini alacağı örgütlü anlayışı ülkede hakim kılmaktır.