Bir “Kobane diyalektiği” var; var ama bu Kobane özgülünde şekillenen bir diyalektik değil…
Bir yanda şöyle bir Kobane var: “Rojava fikri”nin yansıması olan, sol-seküler değerler üzerine inşa edilmiş bu fikrin bir parçasını oluşturan, enternasyonal dayanışma adına Suphi Nejat’ların, Kader Ortakaya’ların yaşamını yitirdiği, dinci faşizme karşı kadınlı erkekli direnen, direnişini Stalingrad’a benzeten ve bu benzetmeden bizim olsa olsa gurur duyabileceğimiz bir Kobane.
Bir yanda ise şöyle bir Kobane var: Peşmergenin desteğe gittiği, Barzani’yle kantonların, yani “Rojava fikri”nin tam da temelini oluşturan modelin “ulusal birlik” adına pazarlığa açıldığı, ÖSO’yla işbirliği yapan, ABD’yle -silah yardımının da ötesinde- bir tür stratejik ortaklık kurma sinyalleri veren bir iradenin hızla şekillenmesine vesile olan ikinci bir Kobane.
Demek ki bir “Kobane diyalektiği” var; var ama bu Kobane özgülünde şekillenen bir diyalektik değil, “Kürt sorununun diyalektiği”nin doğrudan bir yansıması aslında; Kobane bu diyalektiğin cisimleştiği, ete kemiğe büründüğü yer sadece.
Ne demek istiyoruz, daha da somutlaştırmaya, açmaya çalışalım, bunun için de işe o en temel soruyu yanıtlamakla başlayalım: “Kürt sorunu nedir” sorusunu yanıtlamakla.
Kürt sorunu nedir? Bir “emekçi sorunu” mudur örneğin, ya da bir “geri kalmışlık sorunu” mudur? Evet, bunların hepsi sorunun farklı boyutlarına işaret etmektedir ama öncelikle kabul edilmesi gereken şey şudur: Kürt sorunu, esas itibariyle etno-politik bir sorundur. Bu ise şu anlama gelir: Kürt sorunu, uluslaşma sürecindeki devletsiz bir etnik grubun, bu sürecin eninde sonunda ulaşacağı bir evre olarak politik statüsünün nasıl belirleneceğine dair bir sorundur. Yani Kürt sorununun çözümü Kürtlerin kolektif bir varlık olarak siyasi bir statüye -ki bu ulus-devlet de, federasyon da, bugün savunulduğu üzere demokratik özerklik de olabilir- kavuşmalarıyla mümkün olabilecektir ancak.
Kürt siyasi hareketinin iki doğası
İşte tam da bu, yani Kürt sorununun etno-politik bir sorun olması ve çözümünün de siyasi statü sahibi olmaktan geçmesi, Kürt siyasi hareketine “birinci doğası”nı verir. Kürt siyasi hareketinin temel hedefi, temel siyasi amacı, devletsiz bir etnik grubu bir ulusa dönüştürmek ve bütün ulusçu akımlarda olduğu gibi o ulusun siyasal bir statüye, yani bir devlete ya da devletimsi bir yapıya sahip olmasını sağlamaktır.
Bu “birinci doğa”dır ama bir de “ikinci doğa” söz konusudur. Kürt siyasi hareketi, Türkiye solunun içerisinden çıkmış, bir zamanlar sadece bağımsız bir ulus-devlet kurmayı değil, sosyalist bir ulus-devlet kurmayı amaçlamış, Marksist-Leninist ideolojiyi benimsemiş, sonraları ulus-devlet ve Marksizm-Leninizm’den vazgeçmişse de, ideolojisini ve söylemini sol argümanlar üzerine bina etmeye devam etmiştir.
Birinci doğa nedeniyle, ABD’yle de görüşülür, Barzani’yle pazarlık da yapılır, “Kürtlerin Akdeniz’e inmesini engellemek istiyorlar” tarzı cümleler de kurulur, devletle pazarlık masasına da oturulur, Demokratik İslam Kongresi de toplanır, Kürt burjuvazisi de harekete dâhil edilir, petrol üzerinden bir strateji de geliştirilir. Bunlar bir ulusal hareket için “meşru”dur; çünkü devlet kurma iddiasındaki ulusal hareketlerin görevi bir yandan “ulusal birliği” sağlarken, öte yandan siyasi temsilcisi oldukları etnik grubun “ulusal çıkarları” doğrultusunda hareket etmektir. Buna örnek arayanlar, Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal ve kadrosunun izlediği siyasete bakabilirler.
Ancak, bir yanlış anlamaya mahal vermemek adına belirtelim ki; bir eylemin ya da siyasal tutumun “meşru” olması, eleştirilemez olduğu anlamına gelmez. Kürt siyasi hareketinin Kürt ulusal birliği ve Kürtlerin ulusal çıkarları adına yaptıkları ulusal hareketin birinci doğası nedeniyle meşrudur; sosyalistler bunu bilirler ama bu, eleştirinin önünde bir engel değildir. Ulusal hareketin ulusallığı nasıl ki eylemlerini meşru kılıyorsa, sosyalistlerin sosyalistliği de bu eylemlerin eleştirisini meşru kılar.
İkinci doğa ise, her şeye rağmen Kürt hareketinin siyasi yelpazenin solunda durmasını gerektirir, “devrim” sözcüğünü telaffuz ettirir, kadınların siyasal yaşamın her alanındaki varlığını beraberinde getirir, yoksulları harekete geçirir, Türkiye soluyla işbirliği arayışlarının devamını sağlar, Rojava Anayasası’nın yazılmasıyla sonuçlanır vs.
“Kürt sorununun diyalektiği” derken kastettiğimiz tam da bu “ikili doğa”ya dairdir; bir ulusal hareket olmakla bir sol hareket olma arasındaki, yani birinci doğayla ikinci doğa arasındaki çelişkiler, örtüşmeler ve karşılıklı belirlenimler bu diyalektiği oluşturmakta, Kürt siyasi hareketinin eyleme ve söyleme biçimlerini doğrudan belirlemektedir.
Kobane’den sonra
Kobane direnişiyle birlikte Kürt sorununda yeni bir evreye geçmiş olabilir miyiz? Bu sorunun yanıtının kesinlikle “evet” olduğunu düşünüyorum, artık bir “post-Kobane süreci”nin, -“Kobane-sonrası” diye de adlandırabiliriz- tam ortasında bulunuyoruz. Yani, o beylik ama işe yarar terimi kullanarak söyleyecek olursak, Kobane’den sonra Kürt sorunu bağlamında “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Hemen şöyle bir bakalım post-Kobane sürecinin gelişmelerine: Kürtler arasında “ulusal birlik” fikrinin eskisinden çok daha güçlü bir şekilde gündeme gelmesi, “ulusal birlik” yolunda atılmış güçlü bir adıma işaret eden Duhok anlaşması, peşmergenin geçişiyle birlikte Barzani’nin Türkiye ve Suriye Kürtleri açısından yeniden sevilen, sayılan bir lider hüviyetine kavuşması, ÖSO’yla artan işbirliği, ABD’yle YPG’nin askeri işbirliği, çözüm sürecine ABD’nin müdahil olması talebi, 6-8 Ekim ve 1 Kasım eylemlerinin gösterdiği üzere Kobane’yle, daha doğrusu Rojava’yla süreç arasındaki bağın kesinliğe kavuşması ve sürecin bir süreliğine askıya alınması…
Tüm bunların bize gösterdiği şudur: Yazının başında belirttiğimiz üzere bir yanda “ikinci doğa”dan kaynaklanan Paramazlar, Ortakayalar, enternasyonalist dayanışma, Stalingrad’a benzetilen bir direniş vardır; ancak post-Kobane süreciyle birlikte “birinci doğa” ikincisine baskın çıkmaya başlamış, “ulusal birlik” ve “ulusal çıkar” temelli eylem ve söylemler çok daha güçlü bir şekilde ön plana çıkmaya başlamıştır. Birinci doğanın baskın hale gelişiyse, ikinci doğa açısından açıkça bir risktir; çünkü bu, harekete ulusallıkla birlikte karakteristiğini veren solculuğun hızla bir kenara itilmesine, solda durmanın bir retorikten ibaret hale gelmesine yol açabilir.
Nasıl bir ilişki?
Tüm bu söylenenlerden hareketle, genel olarak Türkiye solunun (bu satırların yazarı bağlamında ise özel olarak Birleşik Haziran Hareketi’nin) Kürt hareketiyle kuracağı ilişkiye dair birkaç kelam ederek yazıyı sonlandırmak gerekirse; öncelikle vurgulanması gereken, solun “Kürt sorununun diyalektiği”ne gözünü kapayamayacağıdır. Kürt sorununun diyalektiği, Kürt hareketinin birinci ve ikinci doğasına işaret eder ve sol bu ikisini veri almak durumundadır. Birinci doğa, yani Kürt halkının bir siyasi statü uğrunda mücadelesi sonuna kadar meşru bir haktır, öncelikle bunun kabul edilmesi gerekir.
Ancak bu kabul, solun tıpkı Türk emekçileri gibi Kürt emekçilerinin çıkarları adına konuşmasını da, Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte mücadelesi için siyaset üretmesini de engellemez. Bu ise Kürt siyasi hareketinin “ikinci doğası”nı gözeterek hareket etmek anlamına gelir ki; Kürt siyasetiyle kurulacak “sağlıklı” bir ilişki, tam da bu şekilde, yani birinci doğanın bir gerçeklik olduğunu unutmadan ama “ikinci doğa”yı öne çıkarmaya, onu baskın hale getirmeye çalışarak hayata geçirilebilir. Sanıyorum ki bu, “Kürt hareketi neylerse güzel eyler” diyenlerden de, Kürt hareketinin ontolojik olarak işbirlikçi ve taşeron olduğu ya da eninde sonunda emperyalizmle anlaşacakları kabulünden hareketle siyasal pozisyon belirleyenlerden de farklı ve doğru bir yerde durmanın anahtarını oluşturmaktadır.
Bir yanda ise şöyle bir Kobane var: Peşmergenin desteğe gittiği, Barzani’yle kantonların, yani “Rojava fikri”nin tam da temelini oluşturan modelin “ulusal birlik” adına pazarlığa açıldığı, ÖSO’yla işbirliği yapan, ABD’yle -silah yardımının da ötesinde- bir tür stratejik ortaklık kurma sinyalleri veren bir iradenin hızla şekillenmesine vesile olan ikinci bir Kobane.
Demek ki bir “Kobane diyalektiği” var; var ama bu Kobane özgülünde şekillenen bir diyalektik değil, “Kürt sorununun diyalektiği”nin doğrudan bir yansıması aslında; Kobane bu diyalektiğin cisimleştiği, ete kemiğe büründüğü yer sadece.
Ne demek istiyoruz, daha da somutlaştırmaya, açmaya çalışalım, bunun için de işe o en temel soruyu yanıtlamakla başlayalım: “Kürt sorunu nedir” sorusunu yanıtlamakla.
Kürt sorunu nedir? Bir “emekçi sorunu” mudur örneğin, ya da bir “geri kalmışlık sorunu” mudur? Evet, bunların hepsi sorunun farklı boyutlarına işaret etmektedir ama öncelikle kabul edilmesi gereken şey şudur: Kürt sorunu, esas itibariyle etno-politik bir sorundur. Bu ise şu anlama gelir: Kürt sorunu, uluslaşma sürecindeki devletsiz bir etnik grubun, bu sürecin eninde sonunda ulaşacağı bir evre olarak politik statüsünün nasıl belirleneceğine dair bir sorundur. Yani Kürt sorununun çözümü Kürtlerin kolektif bir varlık olarak siyasi bir statüye -ki bu ulus-devlet de, federasyon da, bugün savunulduğu üzere demokratik özerklik de olabilir- kavuşmalarıyla mümkün olabilecektir ancak.
Kürt siyasi hareketinin iki doğası
İşte tam da bu, yani Kürt sorununun etno-politik bir sorun olması ve çözümünün de siyasi statü sahibi olmaktan geçmesi, Kürt siyasi hareketine “birinci doğası”nı verir. Kürt siyasi hareketinin temel hedefi, temel siyasi amacı, devletsiz bir etnik grubu bir ulusa dönüştürmek ve bütün ulusçu akımlarda olduğu gibi o ulusun siyasal bir statüye, yani bir devlete ya da devletimsi bir yapıya sahip olmasını sağlamaktır.
Bu “birinci doğa”dır ama bir de “ikinci doğa” söz konusudur. Kürt siyasi hareketi, Türkiye solunun içerisinden çıkmış, bir zamanlar sadece bağımsız bir ulus-devlet kurmayı değil, sosyalist bir ulus-devlet kurmayı amaçlamış, Marksist-Leninist ideolojiyi benimsemiş, sonraları ulus-devlet ve Marksizm-Leninizm’den vazgeçmişse de, ideolojisini ve söylemini sol argümanlar üzerine bina etmeye devam etmiştir.
Birinci doğa nedeniyle, ABD’yle de görüşülür, Barzani’yle pazarlık da yapılır, “Kürtlerin Akdeniz’e inmesini engellemek istiyorlar” tarzı cümleler de kurulur, devletle pazarlık masasına da oturulur, Demokratik İslam Kongresi de toplanır, Kürt burjuvazisi de harekete dâhil edilir, petrol üzerinden bir strateji de geliştirilir. Bunlar bir ulusal hareket için “meşru”dur; çünkü devlet kurma iddiasındaki ulusal hareketlerin görevi bir yandan “ulusal birliği” sağlarken, öte yandan siyasi temsilcisi oldukları etnik grubun “ulusal çıkarları” doğrultusunda hareket etmektir. Buna örnek arayanlar, Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal ve kadrosunun izlediği siyasete bakabilirler.
Ancak, bir yanlış anlamaya mahal vermemek adına belirtelim ki; bir eylemin ya da siyasal tutumun “meşru” olması, eleştirilemez olduğu anlamına gelmez. Kürt siyasi hareketinin Kürt ulusal birliği ve Kürtlerin ulusal çıkarları adına yaptıkları ulusal hareketin birinci doğası nedeniyle meşrudur; sosyalistler bunu bilirler ama bu, eleştirinin önünde bir engel değildir. Ulusal hareketin ulusallığı nasıl ki eylemlerini meşru kılıyorsa, sosyalistlerin sosyalistliği de bu eylemlerin eleştirisini meşru kılar.
İkinci doğa ise, her şeye rağmen Kürt hareketinin siyasi yelpazenin solunda durmasını gerektirir, “devrim” sözcüğünü telaffuz ettirir, kadınların siyasal yaşamın her alanındaki varlığını beraberinde getirir, yoksulları harekete geçirir, Türkiye soluyla işbirliği arayışlarının devamını sağlar, Rojava Anayasası’nın yazılmasıyla sonuçlanır vs.
“Kürt sorununun diyalektiği” derken kastettiğimiz tam da bu “ikili doğa”ya dairdir; bir ulusal hareket olmakla bir sol hareket olma arasındaki, yani birinci doğayla ikinci doğa arasındaki çelişkiler, örtüşmeler ve karşılıklı belirlenimler bu diyalektiği oluşturmakta, Kürt siyasi hareketinin eyleme ve söyleme biçimlerini doğrudan belirlemektedir.
Kobane’den sonra
Kobane direnişiyle birlikte Kürt sorununda yeni bir evreye geçmiş olabilir miyiz? Bu sorunun yanıtının kesinlikle “evet” olduğunu düşünüyorum, artık bir “post-Kobane süreci”nin, -“Kobane-sonrası” diye de adlandırabiliriz- tam ortasında bulunuyoruz. Yani, o beylik ama işe yarar terimi kullanarak söyleyecek olursak, Kobane’den sonra Kürt sorunu bağlamında “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Hemen şöyle bir bakalım post-Kobane sürecinin gelişmelerine: Kürtler arasında “ulusal birlik” fikrinin eskisinden çok daha güçlü bir şekilde gündeme gelmesi, “ulusal birlik” yolunda atılmış güçlü bir adıma işaret eden Duhok anlaşması, peşmergenin geçişiyle birlikte Barzani’nin Türkiye ve Suriye Kürtleri açısından yeniden sevilen, sayılan bir lider hüviyetine kavuşması, ÖSO’yla artan işbirliği, ABD’yle YPG’nin askeri işbirliği, çözüm sürecine ABD’nin müdahil olması talebi, 6-8 Ekim ve 1 Kasım eylemlerinin gösterdiği üzere Kobane’yle, daha doğrusu Rojava’yla süreç arasındaki bağın kesinliğe kavuşması ve sürecin bir süreliğine askıya alınması…
Tüm bunların bize gösterdiği şudur: Yazının başında belirttiğimiz üzere bir yanda “ikinci doğa”dan kaynaklanan Paramazlar, Ortakayalar, enternasyonalist dayanışma, Stalingrad’a benzetilen bir direniş vardır; ancak post-Kobane süreciyle birlikte “birinci doğa” ikincisine baskın çıkmaya başlamış, “ulusal birlik” ve “ulusal çıkar” temelli eylem ve söylemler çok daha güçlü bir şekilde ön plana çıkmaya başlamıştır. Birinci doğanın baskın hale gelişiyse, ikinci doğa açısından açıkça bir risktir; çünkü bu, harekete ulusallıkla birlikte karakteristiğini veren solculuğun hızla bir kenara itilmesine, solda durmanın bir retorikten ibaret hale gelmesine yol açabilir.
Nasıl bir ilişki?
Tüm bu söylenenlerden hareketle, genel olarak Türkiye solunun (bu satırların yazarı bağlamında ise özel olarak Birleşik Haziran Hareketi’nin) Kürt hareketiyle kuracağı ilişkiye dair birkaç kelam ederek yazıyı sonlandırmak gerekirse; öncelikle vurgulanması gereken, solun “Kürt sorununun diyalektiği”ne gözünü kapayamayacağıdır. Kürt sorununun diyalektiği, Kürt hareketinin birinci ve ikinci doğasına işaret eder ve sol bu ikisini veri almak durumundadır. Birinci doğa, yani Kürt halkının bir siyasi statü uğrunda mücadelesi sonuna kadar meşru bir haktır, öncelikle bunun kabul edilmesi gerekir.
Ancak bu kabul, solun tıpkı Türk emekçileri gibi Kürt emekçilerinin çıkarları adına konuşmasını da, Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte mücadelesi için siyaset üretmesini de engellemez. Bu ise Kürt siyasi hareketinin “ikinci doğası”nı gözeterek hareket etmek anlamına gelir ki; Kürt siyasetiyle kurulacak “sağlıklı” bir ilişki, tam da bu şekilde, yani birinci doğanın bir gerçeklik olduğunu unutmadan ama “ikinci doğa”yı öne çıkarmaya, onu baskın hale getirmeye çalışarak hayata geçirilebilir. Sanıyorum ki bu, “Kürt hareketi neylerse güzel eyler” diyenlerden de, Kürt hareketinin ontolojik olarak işbirlikçi ve taşeron olduğu ya da eninde sonunda emperyalizmle anlaşacakları kabulünden hareketle siyasal pozisyon belirleyenlerden de farklı ve doğru bir yerde durmanın anahtarını oluşturmaktadır.
Birgün Gazetesi