Soma katliamı, Başbakan’ın siyasi-ideolojik alanda faşizan-dinci özüne dönüşünde önemli bir merhale. Sona doğru öze dönülür, sınıfsal nevroz da buna katkıda bulunur. Hayırlısı…
Recep Tayyip Erdoğan, Soma katliamı ile gerek siyasi-ideolojik davranışları gerekse halet-i ruhiyesi itibariyle artık özgül formatına dönmüş durumda. Bir nevi, Necip Fazıl Kısakürek geçmişinin yeniden canlanması yani…
Anayasa Mahkemesi ve Danıştay toplantılarında birincilik kemeri elinden ve belinden kayan boksör, Anayasa Mahkemesi salonunun aynı zamanda Yüce Divan salonu olduğunu hatırlayınca iyice bunalıma girdi. ‘Malum şahıs’ aslında korkuyor, çok korkuyor. Bu korkusunu yenmek için de giderek saldırganlaşıyor. Köşeye sıkışmış kedi manzaraları. Üstelik hiç de Tom ve Jerry karesi değil. Çünkü sevimsiz. Dr. Murat Paker’in alanına girdiğimin farkındayım. Bağışlasın…
İktidarda olmayan, iktidarı sadece mücadele edilecek bir mekan/makam olarak görenler, yani hayatta kaybedecek pek bir şeyleri olmayanlar, yani biz, bu gazetenin okurlarının büyük bir çoğunluğu, şahsın yerine koyamayız kendimizi. Çünkü biz, az çok demokrasi eğitimi aldık, bağımsız ve özgür olmak derdimiz. 1443 yıllık tabularla çevrili değil beynimiz, gönlümüz. Kimseye öteki gözüyle bakmayız. Herkesin özgür olmasını isteriz. Belki de en önemlisi biz hep hayattan yana olduk, kimsenin ölümünü istemedik, kimsenin ölümüne sevinmedik, kimsenin ölümüne de kılıf aramadık.
Soma’daki ünlü fıtratlı basın toplantısı sırasında cemaline bakın şahsın. Sonra da arabadan inip markete doğru giderken yüz kaslarını inceleyin. Çok vahim bir kişilik…
Zaten daha önce, yakın zamanda, ‘Bizim sağımız solumuz belli olmaz’ demişti. Bir Başbakan böyle konuşabilir mi? Bu görevi belirleyen sınırlar, ilkeler, kurallar var. Bir Başbakanın sağı da bellidir (Onu biliyoruz zaten), solu da (Bu sol sadece Yiğit Bulut’a göre mevcut) .
Gerçek, mizahı aşınca, iş tatsızlaşıyor. Danıştay cephe savaşında yenildiği Prof. Feyzioğlu’nu kınarken, ‘Bir saattir konuşuyor, olur mu böyle şey? Mecbur muyuz dinlemeye’ diye isyan etmişti. Zaytung da, hemen ardından ‘Başbakan bugün 22 TV kanalında naklen yayınlanan basın toplantısında Feyzioğlu’nu kınadı’ mealinde bir haber yayınladı. Danışmanlar Zaytung’u rehber mi edinmiş bilinmez ama, hakikaten 24 saat sonra Beyefendi 22 kanalde naklen bir saati aşan bir süre konuştu. Zaytung’un haberi doğru çıktı. Oysa ki onlar gırgır yapmak istemişlerdi. Artık mizah da etkisiz mi ne?
AYNA İLE CAM
Bir de tabi, benim hakiki gerçek/sanal gerçek çelişkisi dediğim mesele var. O sanıyor ki, sanal gerçekte kendimi güçlü, eşsiz, muhteşem gösterebilirsem, hakiki gerçek de buna boyun eğer. Halbuki, kimse, onun sandığı gibi aptal ve sersem değil. Aksine, sanal gerçekte kendisini olduğundan çok daha güçlü gösterince, hakiki gerçek sinyal veriyor hatta alarm zillerini çalıyor: Bu sanal görüntü, gerçek görüntüyü temsil etmemektedir. Gerçeği görmek için lütfen sokağa çıkınız!
Albayrakların, Akitlerin gücü yetmeyince Taminceler, Sancaklar ve Cinerleri de devreye sokup, Kuzey Korevâri bir medya tasarlayan şahıs, telefon dinlemelerinde, gazeteci görünümlü eski basın müşavirine ‘Mustafa eziliyor diğer iki konuşmacının karşısında, şöyle hepsi bizden bir panel yapsanıza yahu…’ demişti, hatırladınız değil mi?
Soma Roboski’dir, diyor Kürtler. Haksız değiller. Meselenin kaza değil, kâr hırsı nedeniyle neredeyse kasıtlı bir katliam olduğunu anlatmak için iyi bir benzetme. Keza, Türk egemen medyası Roboski’yi saatlerce gizlemeye çalıştı, Soma’da resmi ölü sayısı 5 iken, AKPli Belediye Başkanı ölü sayısını 127 olarak açıkladı. Roboski de Soma da, bir karşılık beklemeden, yani sadece siyasi olarak AKP’yi hala desteklemekte ısrar eden seçmenlerin kafasında hiç olmazsa bir istifham yarattı.
Soma Savcısı da ilginç: Bilgiler yazılı olarak açıklanacakmış. Gazeteciler Adliye’nin önünden gitsinmiş! Başbakan’ın ve çevresinin medyaya karşı tutumunda bir sürü acaiplik var: Zaten medyanın büyük bir kısmını doğrudan denetim altına almışsın, ama hala kendinden emin olmadığın için, gerçeği faş edebilecek ÇHD’li avukatları Pinochet Şili’sinde gibi gözaltına alıyorsun. Erdoğan’ın basın toplantısındaki ilk cümlelerden biri de ‘Sadece resmi açıklamaları kaale alın. Provokatörler acımızı suistimal etmek için…’idi.
ÜÇ MİKRO VAKA
Soma katliamında medya açısından üç mikro olay dikkat çekici:
Yılmaz Özdil vakası bis: Mardin asıllı İzmir maskeli bu yazar, zaten sabıkalı. Ahmet Türk’e Samsun’da yumruk atıldığında, saldırganı savunmuştu. Suriye Devlet Başkanı Esad, Erdoğan’ı eleştirdiğinde, Erdoğan’ı korumuştu. Nihayet Soma’da da Erdoğan’ın ‘Ölüm madencinin fıtratında’ deyişinin sözümona anti-AKP versiyonunu sergiledi. Halk TV’de söylediği açık ve seçik: ‘AKP mitingine gidersen madende ölüme müstehaksın!’. Burada derin tahlillere gerek yok. Faşizmin özünde insanlık düşmanlığı ve ölüseviciliği var. Hiç kimse herhangi bir partinin mitingine gitmekle ölümü hak etmez. Ayrıca, madencilerin mitinge zorla götürüldüklerini zaten biliyorduk, hayatta kalan madenciler de bunu daha sonra doğruladı. Özdil, suçüstü yakalanmanın verdiği telaşla, bilahare kendisini savunmaya çalışırken, AKP’nin herkesin kınadığı icraatlarını sıraladı, onu demek istemedim, bunu demek istemedim diye geveleyip Hürriyet’in arkasına sığınmaya çalıştı. Özdil, muhalif söylemin iktidar tarafından gayrı meşru ve insanlık dışı bir zemine kaymasına destek verdi. İktidar, Özdil’in bu tutumu nedeniyle, Hürriyet’e ve genel olarak muhalefete saldırma imkanını yakaladı ve bunu kullandı.
Bir Başbakan ya da iktidar, isim vererek bir gazeteciyle bu şekilde muhatap olmaz. Hele gazeteciyi patrona şikayet edip işinden atılmasını talep etmek kabul edilecek bir tutum değil. Özdil’in söylemi, nefret söylemi, gazetecilik etiğine yüzde yüz aykırı. Ancak burada yaptırım uygulayacak makam Başbakan değil. Gazeteciyi önce okuru, sonra meslek kuruluşu sonra da medyası değerlendirir. Bu somut olayda ölen madencilerin aileleri de Özdil’e karşı mahkemeye başvurabilir.
Başbakan’ın Aydın Doğan’a yönelik olarak ‘Onu hala çalıştırıyorsan sen de onun gibi düşünüyorsun’ şeklindeki çıkışı, Erdoğan’ın düşünce, ifade ve basın özgürlüğü konusundaki tutumunun sakatlığını gösterir. Gerçi kendisi aynı Akit gazetesi gibi düşünüyor ama o da onun basın özgürlüğü anlayışı…
İkinci vaka, Yazgülü Aldoğan’a yönelik saldırı: Aldoğan, meslek camiasında saygın bir arkadaşımız. Kendisinin de hakiki bir şehit kızı olması sadece bir ayrıntı. Çünkü sorun kişisel değil, mesleki ve siyasi. Soma’da öldürülen madencilere hükümetin birdenbire şehit ünvanı vermesine, haklı ve mantıklı bir gerekçe ile karşı çıkması önemli idi bu da Erdoğan’ı kızdırdı. Oysa ki Aldoğan, bu eleştirisi ile iktidarın katliamda kendi sorumluluğunu gizlemek için bir şirinlik gösterisi yaptığını teşhir ediyordu. Oyunu bozdu. Bu nedenle saldırıya uğradı. Erdoğan, kendisi ve kendi görüşleri dışındaki herkese, her görüşe karşı çıkıp çirkin bir şekilde kınadığı için, dünya alem Türkiye’de basın özgürlüğü olmadığını kayıtlara geçirdi. Aldoğan vakasında da, değerlendirme, eleştiri ya da yaptırım makamı Başbakanlık değildir. Gazeteciler, iktidarı eleştirmek için görev yapar. Aldoğan’ın yazısında bir olumsuzluk var ise, bunu okurlar, editörler, meslekdaşlar, meslek kuruluşları değerlendirir.
Üçüncü vaka: Muhsin Kızılkaya. İş kazası, ihmal, sorumsuzluk, katliam…ne derseniz deyin, yüzlerce işçinin öldüğü bir vakada, Kızılkaya, müthiş derin bir gazetecilik sezgisiyle kimsenin yakalayamadığı bir boyutu buldu ve Türk basın tarihine geçecek bir yazıyı kaleme aldı:’Yas Evinde Bir Ev Sahibi: Taner Yıldız’.
İktidar yalakalığı, mağrur kalemleri ne hale sokmuş, bu yazıda var. İnsan, insanlığını kaybetmesin… Bakanın sakalını övüyor. Uhrevi sözler ediyor. Ece Ayhan’dan sözcükler çalıyor. Ölenler, öldürülenler, ihmaller, sorumlular hakkında bir tek sözcük yok. Gömlekle insan canı arasında ilişki kuran bakan yok Kızılkaya’da tabi. Aşçılar meselesine de pek girmemiş. Keza Taner Yıldız’ın Soma Holding amblemli önlüğüyle çekilmiş fotografını da sayfaya eklemeyi unutmuş Kızılkaya. Biraz ar onur varsa, Taner Yıldız’ı bile utandıracak bir yazı: ‘Muhsinciğim güzel yazı ama abartmamış mısın biraz? Biz orada sadece görevimizi yaptık!’ demesi gerek.
AMANIN OF! SINIF NEVROZU
Erdoğan’ı da Kızılkaya’yı da aslında, kabul etmesek de, yani aklamadan anlamamız belki mümkün. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, 2006’da yayınlanan ‘Esquisse pour une auto-analyse’ (Bir otoanaliz için taslak- Bağlam) başlıklı çalışmasında, çocukluk-okul ve mesleki yaşamını, kendi toplumbilim teorileri çerçevesinde, biraz aydın özyaşamöyküsü biraz anı türünde kaleme almış. Bu metinde geçen ‘Sınıf nevrozu’(Sınıfsal kökenli sinir hastalığı) deyimi önemli. Marksist geleneğin bu önemli bilim insanı, sınıf kökeninin insan yaşamındaki konumunu, işlevini irdeliyor. Ertuğrul Özkök iyi bilir, çünkü yazıyor, bu ‘sonradan görmelik’, bu ‘sonradan olmalık’ çok kötü bir kaderdir yani… Sonradan olmalar, özde/kökende olanlardan daha hırçın ve daha tehlikeli olur. Çünkü bu ikinci kategoridekilerin önceki hale/sınıfa dönme endişesi var. Elbise sırtına büyük gelir sarkar, ayakkabı dar gelir sıkar, kravat yamuk durur filan… O tür insanlar ‘kendilerini vucutlarının/tenlerinin içinde iyi hissedemezler’. Üstelik bu menfi durum dışarı da fena halde yansır.
Ne var ki çürük manzara bu saydıklarımla sınırlı değil. Sınıf nevrozu karşı sınıfa hınç biler, hele karşı sınıf kendisinin eski sınıfı ise bu hınç katmerlidir.
Sınıfsal nevroz, sınıfsal çöküşü müjdeler.
(*) 25 Mayıs 2014 tarihli Birgün gazetesinin Pazar ekinden