Başbakan ile oğlu Bilal’ın arasında geçen telefon konuşması, siyasete bomba gibi düştü. Böylece epey uzun bir süreden bu yana devam eden Cemaat- AKP çatışmasında yeni bir merhaleye ulaşmış bulunuyoruz. Merhalenin yeni olmasının sebebi şu: Cemaat saldırısı ilk defa bu denli direkt bir biçimde başbakanı hedef aldı. Önceki hamleler daha ziyade başbakanın kurmaylarına yönelik saldırılardı. Bakanları birbiri ardına istifaya sürükledi bu süreç.Şimdi ise çekirdek aileyi hedef alan bir saldırı söz konusu. Baba ve oğul Erdoğan’ın başrolü oynadığı filmde, kızı Sümeyye de epey etkin bir rolde. Dikkat edilirse seçim yaklaştıkça AKP’nin bürokrasiden Fethullahçı kadroları temizleme hamlesi karşısında, Fetullahçıların daha direkt ve daha vahim iddiaları gündeme taşıyan bir saldırı stratejisi benimsedikleri görülüyor. Büyük olasılıkla böyle gittiğinde cemaat cebinde daha ne varsa birbiri ardına çıkaracak, Erdoğan da bunlara cevap verecek. Erdoğan’ın saldırıya cevap verme biçimi büyük bir olasılıkla bürokraside cemaatçileri sürmek biçiminde bürokratik bir manevra ile değil, daha doğrudan siyasal bir hamle ile gerçekleşecek. Artık basına da yansıyan bu hamle kitlesel bir “paralel devlet” operasyonu biçiminde cereyan edecek. Erdoğan bürokraside yer değiştirerek kurtulamadığı cemaatçi kadrolardan onları cezaevine göndererek kurtulmaya çalışacak. Erdoğan, cemaatin giderek sertleşen saldırı dalgasına aynı sertlikte cevaplar vermeye başlıyor ama bu savaşta etrafı giderek boşalıyor. Cemaatin hamleleri anti AKP düzeyden anti Erdoğan düzeye doğru indikçe ve Erdoğan’ın kişisel kirli çamaşırları ortalığa saçıldıkça, savaş da AKP– cemaat arası bir savaş olmaktan Erdoğan -cemaat arası bir savaşa doğru evriliyor. Henüz açık vermeseler de bu durum AKP kurmaylarında Erdoğan için bedel ödeme haleti ruhiyesini zayıflatıyor, örgüt içi asabiye çözülüyor. Nereye kadar gider bilinmez. Ama devlet olanaklarını elinden kaçırmadığı sürece cemaatin Erdoğan’ı yenilgiye uğratması da güç görünüyor.
Tam bu noktada altını çizmek istediğim konu şu: Erdoğan, cemaatin üzerine giderken yasal çerçeveyi de bu saldırı dalgasına hazır hale dönüştürüyor. HSYK’ yı bakana bağlama ve yargıç bağımsızlığını ortadan kaldırma hamlesiyle, HSYK hükumetin basit bir aparatı haline dönüştürülüyor. Yargı bağımsızlığı denen şehir efsanesi fiilen de yok ediliyor. Yani aleyhte karar veren hakim ya da soruşturma açacak savcının kaderi bakanın iki dudağı arasına hapsedilmiş durumda oluyor. Bu şekilde AKP aleyhine olan soruşturmaların ancak AKP’nin ve Erdoğan’ın suçsuzluğunun kanıtlanmasına hizmet edeceğini görmek için müneccim olmak gerekmiyor.
Mit yasasında yapılan değişiklik ile MİT, hayatımızın en özel alanlarına kadar girebilecek ve hukuken soruşturulamayacak. Akp bu yasa değişimiyle MİT’i polise alternatif ve son derece operasyonel özelliği arttırılmış bir örgüt olarak yeniden yapılandırıyor. Adeta faşist diktatörlüklerdeki siyasi polise verilen yetkiler MİT için de geçerli hale getiriliyor.
İnternet yasası ile internete sansür uygulanıyor ve özel hayatın gizliliğine saldırıyı önlemek adına, Erdoğan ailesinin ve genelde de AKP’ ye karşı yayınların durdurulması hedefleniyor. İnternet özgürlüğü bir bürokratın iki dudağı arasına hapsediliyor. Yine trafiğin kaydedilmesi de özgürlüğü yok ediyor.
Özellikle bu üç yasa, AKP’nin cemaat ve diğer tüm muhalefetle savaşında elini güçlendirmek adına yapılan ve uluslararası hukuk açısından dahi kabul edilemez yasal değişikliklerdir.
Yasaların ruhu Erdoğan’ın ruhu ile uyumludur, yani çelişiktir.
Örnek verecek olursak; Erdoğan bir yanda telefon dinlemeleriyle ilgili atıp tutuyor ama telefon dinlemenin ruhuna rahmet okutacak tarzda MİT’e yetkiler veriyor. Yine kriptolu telefonların bile dinlenebildiğinden söz eden Erdoğan, bunun alçaklık olduğundan bahsediyor, dijital verilerin düzmeceliğinden dem vuruyor. Ancak bu satırların yazarı gibi binlerce sahte dijital veri ve telefon dinleme ile mahkûm edilenlerin durumuyla ilgili bir adım atmaktan imtina ediyor.
Erdoğan’ın derdi telefonların dinlenmesi değil, kendi telefonlarının dinlenmesidir. Dinleyen kendisi oldukça sorun yoktur. Tüm bunlar şunu gösteriyor: Erdoğan ülkenin demokrasi standardını yükseltmek için değil, muhalefete karşı kullanmak için yasalar çıkarıyor. Erdoğan’ın bu süreci bir ‘İstiklal Savaşı’ olarak görmesinin anlamı burada yatıyor. Bu belirleme her türlü operasyonel yanıta meşruiyet kazandırıyor. Kafasına göre yasa çıkaran, yargıya komut veren, kolluğu kafasına göre şekillendiren ve dahası kamu nizamını dahi bu esasa bağlı olarak yapılandıran bu tutum, verilen İstiklal Savaşı nedeniyle meşrulaştırılmaya çalışıyor.
Büyük olasılıkla önümüzdeki süreçte Erdoğan’ın kirli çamaşırları çıkmaya devam edecek. Erdoğan da kendini bu saldırıya karşı daha şiddetli cevaplar üretmek zorunda hissedecek. Bu o denli kritik bir süreç ki; toplumu maniple etme yolunda Erdoğan’ın yapmayacağı hemen hiçbir şey yok gibi. Kanımca siyasi suikastlar dahi olasılıklar dahilinde.
Erdoğan tüm bu saldırıların savuşturulmasının ancak seçimde yüzde kırklar düzeyinde oy almakla mümkün olacağı kanısında. O halde, iç ve dış politikanın nefes alması sağlanmış olmayacak aynı zamanda ABD ile yeni bir sürece girilebilecek, peki bu nasıl olacak? Yüzde kırkı gören muhalefet sazını saklayıp evine mi dönecek? Bu durumun Erdoğan’ da psikolojik bir üstünlük sağlayacağı muhakkak. Daha önemlisi şu anda ipuçlarını yukarıda sözünü ettiğim yasalarla veren Erdoğan, bugünle kıyaslanmaz bir operasyonel süreç başlatacak. Yasama -yürütme ve yargı üzerindeki hegemonyası vasıtasıyla devrimciler ve Kürt yurtseverleri hedef alan geniş bir tasfiye dalgası geliştirecek. Benim buna şüphem yok.
Eğer AKP seçimde başarı elde ettikten sonra bir demokratikleşme hamlesinin başlayacağını sanan, örneğin Kürt sorununda çözücü adımların atılacağını sanan varsa yanılıyor.
Önümüzdeki sürecin araçları şu an şekillendiriliyor. HSYK, MİT ve İnternet yasası bu sürecin önemli araçları ve bu araçlar savaş araçları. Bu araçlarla (özellikle kuvvetler ayrılığının ruhuna el Fatiha dedikten sonra) barışın ve demokrasinin gelmeyeceğini iyi bilmek gerekli. Siyasetin yapısal özellikleri bu eksende yeniden yapılanıyor. Diktatörlüğün toplumsal ve siyasal zemini güçlendiriliyor.
Peki ne yapmalı?
Siyasal bir kriz yaşıyoruz. Defalarca yazdım, tekrar yazayım. Egemenler arası kriz nihayete erdiğinde biz hala yerimizde sayıyorsak “kırk katır mı kırk satır mı?” sualine özgürce cevap arayabiliriz. Kaosun bu denli derinleştiği, devrimci muhalefetin önünde bu denli ciddi olanakların doğduğu bir zaman ve mekanda, siyasal demokrasi mücadelemizde kalıcı mevziler oluşturamamışsak durum vahimdir. Her krizin iki kapısı vardır: Biri devrime, diğeri karşı devrime açılır. Eğer siyasal olarak başlamış ve ekonomik alana sirayet etmekte olan krizi devrim kapısına yönlendirecek bir güçten ve planlamadan yoksun isek, krizin karşı devrim kapısından çıkacağına emin olabiliriz. Bu, sistemin yukarıdaki örnekler ekseninde restorasyonu demektir. Bu geniş işçi emekçi kesimlerin aleyhinde bir restorasyondur.
Krizin devrimci çözümü yolunda ilk hamle hükümetin istifa etmesidir. Hükümet içine düştüğü yolsuzluk ve hırsızlık çukurundan hiçbir şey olmamış gibi çıkamaz. Dış ve iş politikada, ekonomide ülkeyi getirdiği çıkışsızlık dışında bir durumla karşı karşıyayız. Bu hükümet başbakanından bakanına kadar yolsuzluğa batmış durumdadır. Bu bile tek başına hükümete “istifa et” demek için yeterlidir. Anti demokratik restorasyonun amiral gemisi hükümettir. O gemi batmalıdır. Hükümetin istifa etmesinin ardından SPY’ nin antidemokratik hükümlerinden arındırılmış, örneğin seçim barajını sıfırlayan bir seçim sistemi ile seçimler erkene alınmalıdır.
Bazı mahfilerde “hükümet istifa” sloganının CHP- MHP koalisyonu demek olduğu düşüncesiyle bu slogana eleştirel yaklaşılıyor. Kanımca bu yaklaşım ülkenin içinde olduğu devrimci dönüşüm olanaklarını görmüyor. Geziden bu yana, Türkiye eski Türkiye değil. Egemenler katında yaşanan politik kriz çözümsüzleştikçe çözümsüzleşiyor. Bu çözümsüzleşme sürecinde batıdaki devrimci muhalefet ile Kürdistan’daki özgürlük mücadelesi çok stratejik bir konumda yer alıyor. Bu güçler ittifakının siyasal arenada kendisini hissettirdiği bir anda, hükümetin istifası, CHP-MHP koalisyonunun gerici programına değil, bu ittifakın devrimci demokratik programına zemin hazırlar.
Bu ittifakın politik parti formatındaki hali HDP’dir.
HDP kendisini Kürt ve Türk halklarının mücadele geleneklerinin ve kazanımlarının üzerinden kuruyor.
HDP’ nin iki önemli özelliğinden bahsedilebilir: Evvela emekçi karakterli bir partidir. Partinin hemen hemen tamamı ücretlidir ve önemli bir kısmı da işçidir. Bir diğer önemli özelliği devrimci demokratik bir programa sahiptir. Programatik hedefleri açısından değerlendirildiğinde ülkenin temelli sorunlarına devrimci demokratik çözümler öneren bir partidir.
Bir diğer açıdan HDP farklı kültür ve inanç gruplarının bileşkesinden oluşan bir partidir. Bu yönüyle aslında Türkiye somutunu yansıtmaktadır ve niyetinde kitlesel bir partidir. Dolayısıyla şunu söylemek abartılı olmaz. HDP seçimlerde kitlesel bir halk hareketine dayanan gerçek sol alternatiftir.
Büyük olasılıkla bu durum görüldüğü için ülkenin dört bir yanında seçim sürecinde HDP’ ye yönelik saldırılar oluyor, çok sayıda üyemiz ağır yaralanıyor. Yani faşist saldırının hedefinde, devlet saldırılarının hedefinde HDP yer alıyor.
HDP, içinde olduğumuz siyasal krizi emekçiler lehinde çözebilmenin tek yolunun siyasi mücadeleyi yükselterek krizi egemenler aleyhinde derinleştirmek olduğunu görüyor. Bu sebeple, gelişen halk isyanlarına önderlik ederek siyasi mücadeleyi “basın açıklaması” ile “soru önergesi” arasında sıkışmaktan kurtarmaya gayret ediyor. Tüm toplumsal ve siyasal alanlarda alternatifi örgütlemeye çalışıyor. HDP, AKP-CHP arasına sıkışmış siyasal arenada iktidara, işçiler, emekçiler, köylüler, Kürt yoksulları ve tüm ezilenler adına taliptir.
Çeterelli-Lenin diyaloğuna atıfla bitirelim:
Birileri çıkıp “şu anda hiçbir siyasi parti, iktidara talip olacak durumda değildir, Türkiye’de böyle bir parti yoktur” derse cevabımız şudur:
Evet, öyle bir parti vardır, O parti HDP’ dir!
Bu yazı Gelecek Gazetesi’nde yayınlanmıştır.