1966 yılında bir günlük gazete dilbilimciler için “Türkçe” konulu bir yarışma açar. Dilbilimci ve eğitimciler için yapılan bu yarışmaya Kıvılcımlı da “Türkçe’nin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı araştırmasıyla katılır. Yalnız kendi adını kullanmaz Felsefe Öğretmeni Sadık Göksu adına yapar başvurusunu.
Kıvılcımlı izleyicileri onun nasıl kıvrak bir dil kullandığını bilirler. Hemen her konuda eserler vermiş olan Kıvılcımlı Türkçe üzerine de yarışmayı bahane ederek böyle bir araştırma yapmış. Burada ileri sürdüğü tezlerin tartışılıp tartışılmadığını, dilbilimciler tarafından ne kadar değerlendirildiğini bilmiyoruz. Ancak kendi başına çok özgün olan bu araştırmayı önemsemek gerektiğine inanıyoruz.
Araştırmanın sunuşunda, dil konusundaki mevcut yaklaşımlarla olan farklılığını ortaya koyarak başlar yazmaya:
“Bir toplumda, düşünceyi yok etmek mi istiyorsunuz? O toplumun dilini bozuk plağa çevirin; ortada ne akıl kalır, ne fikir. Tarihsel gelişim üzerine sağlam bir fikre sahip olanların; nereden geldiğini pekiyi görebildiği GERİCİLİK temsilcisi bir habis ruh, Türkçeyi toplum yapımızla ilişiksiz bir çorbaya çevirmekle, bilgini halka, aydınları birbirine ve toptan herkesi yaratıcı insan münasebetlerine ve emeğine düşman etmiş, yabancılaştırmıştır.
Hangi bahane ile harekete geçildiğini biliyoruz: Gelişen her dil gibi Türkçe de, iki zıt gidiş tutturmuş bulunuyor. 1- Türkçe içinden, birçok sözcük ve deyimler atılıyor. Buna dilin “arınması” deniyor. Bu olumsuz, eksi gidiştir. 2- Türkçeye, birçok yerli, yabancı sözcükler ve deyimler sokuluyor. Buna Türkçenin zenginleştirilmesi adı veriliyor. Bu olumlu, artı gidiştir. Bunlar her dilde az çok olağandır. Ama Türkçeye gelince, arıtma işinde de, zenginleştirme işinde de belirli, objektif, dilin kendi yapı disiplininden gelmiş prensiplerimiz yok. Her eli kalem tutan aydın, kendini UZMAN yerine koyduğunu bile düşünmeksizin, beğenisine, sağduyusuna göre davranıyor. Türkçemiz, önüne gelenin, sırf yakıştırmayla sözcük uydurabildiği bir dil olmuştur. Türkçenin gelişimi, olağanüstü başıboş ve başıbozuk bırakılmıştır.” (s. 9-10)
Giriş yazısının son paragrafları Arapça ile karşılaştırarak meramı daha iyi anlatıyor. Bu paragrafları olduğu gibi alarak anlamaya çalışalım biz de:
“Osmanlıca ile biraz alışverişi bulunan her Türk’ün bileceği gibi, Arapça’nın pek imrenilmeye değer BÂB’ları ile ‘EMSİLE-İ MUHTELİFE’ adlı iki dil üreme ve türeme cihazı vardır. Biz bunlardan birincisine Üreme Aygıtı, ikincisine de Türeme Avadanlığı adını veriyoruz.
“Arapça’nın Üreme Aygıtı, ‘F-A’-L’ (FEALE) diye okunan 3 sessiz harfli bir kök sözcükten çıkarılma ‘İF-AL’-‘TEF’İL’-‘İNFÂL’-‘İSTİF’ÂL’-‘MÜFAALE’ gibi başlıca beş eylem (fiil) üretici ‘kapı’dır.
“Arapça’nın Türeme Avadanlığı, yine aynı üç harfli kök sözcüğün ‘Feale-Yef’ilü-Fi’len-Fâilün-Mefulün-Lem’yef’ul-Lemmâ yef’ul-Mâ yef’ul-Lâ yef’ul-Len yef’ul-Uf’ulLâ tef’ul-Fa’leten Fu’leten – Fueylün Fa-âlün-Mâ ef’alehu-Ef’il bih’ gibi biçimlerde tasrif edilerek kök eylemin (fiilin) anlam nüans ve görevlerini çoğaltan 21 kadar ‘Örnek Çeşitleri’ ‘Emsilei Muhtelifesi’dir.
“Bu iki sözcük çoğaltma cihazı sayesinde, Arapça en yeni anlamları kapsayacak sonsuz zenginliğe sahip görünür. Şimdi acaba, Türkçede bu veya buna benzer ÜREME-TÜREME aygıt ve avadanlıkları var mıdır, yoksa yok mudur? Eğer varsa, o aygıt ve avadanlıklar hangileridir ve nasıl kullanılırlar? İşte araştırmamız, bu yöndeki çabaların ve sonuçlarının bir plânı ve kanavası olacak biçimde kısa bir özetlemeden ibarettir. ” (s. 13-14)
Kitabın ikinci ve üçüncü bölümleri şaşırtıcı ayrıntılara girerek Türkçe’nin üreme kapılarını tartışır. Sanki bir dil kurumunun kelime türetme uzmanıymışçasına ayrıntılara girilir buralarda. Bu kısa tanıtımda ayrıntılara girmenin mümkün olmaması bir yana, orada anlatılan kelime türetme kapıları özetlenemeyecek şeyler. Ancak dil uzmanlarınca uygulayarak yeni kelimeler, yeni kalıplar oluşturulabilir. O yüzden o sayfaları, bölümleri tanıma işini kitabı okuyacaklara bırakarak, daha genel olan bölümlere geçelim. Zaten Kıvılcımlı’nın kendisi de: “Bu haritalar üzerinden belirtim ve seçim serbest olmalıdır. Fakat hür amatörler dışında azlık ve bu işe kendini vermiş, Türkiye ölçüsünde bir DİL KURMAYI bulunması gerekir.” (s. 56) Diyerek konunun ayrıntılarının ancak uzmanların işi olduğunu belirtir.
“Dil Devrimi” Ne Demektir?” başlığına geliriz böylece. Önce o yıllarda dilde artıma çabalarıyla atılmaya çalışılan Arapça ve Farsça’dan giren kelimelerin Türkçe’ye nasıl ve neden girdikleri üzerinde durulur.
“Türkçenin geçmişinde; uydurulmuş Osmanlıca, halk düşmanı aydınların Arapça ve Farsça sözcükleri, kayırmalarıyla doğmuştur. Arapça, Acemce sözcükler, Manevî-Yüce (becerî, asil, ince, temiz, yüksek) anlamlara “tahsis” edilmişlerdir. Ayni sözcüklerin tam Türkçe karşılıkları ise, maddî – Alt (hayvanî, bayağı, kaba, pis, alçak) anlamlara kullanılmıştır.” (s. 58)
Osmanlıca öyle de “Öztürkçe” diye ortaya salınan “arılaşmacı” akım daha mı masum? O akım için de neşterini vurur Kıvılcımlı:
“Dilimizin özleştirilmesinde, kural ve aygıtlar baştan aranmamış, ortaya konmamış, sözcük üretilmesinde gelişigüzelliğe ve başıboşluğa meydan verilmiş olduğundan, Dil Devrimciliği, Osmanlıcacılıktaki gibi, halktan kopmanın bir tatmin yolu sonucuna vardı. Bu sözlerimizle, akışa yön vermemiş iyi niyet ve çaba sahiplerini tarizde bulunmak istemeyiz. Ne var ki, dil yapısının anahtarları bulunamadığı, önemle ortaya konup dikkatle uygulanamadığı için, bilinçli Dil Devrimciliği, halktan kopma akıntısının güçlü anaforu içinde kayboldu. Bu durumda, Osmanlıca ‘Medrese Züppeliği’ sayılırsa, şimdiki ‘Özleştiricilik’ de bir ‘Uydurca Züppeliği’ ile halk düşmanlığını maskeleme tehlikesi yaratmış, ‘Frenkçe Züppeliği’ ile el ele vermiştir. Osmanlıca gibi bu Uydurca ve Frenkçe züppeliği de, Türkçe’de ya ‘aşağılık kompleksi’ ya da ‘aşağılık duygusu’ yaratır.” (s. 59-60)
Dilde özleştirme çabalarında başlıca iki hata buluyor Kıvılcımlı. Dilde uydurmacılığımız ve dilde kaydırmacılığımız. Hiçbir kurala dayanmadan masa başında kelime uydurmacılığı ile yabancı dillerde popüler kimi kelimeleri Türkçe’nin içine kaydırmacılığımız dilin sağlıklı gelişmesine engel olan etkenler. Bunlara karşı aydınların yapacağı şeyler yok mu? Vardır elbet:
“Dilde uydurma ve kaydırmayı önlemek için birinci şart yaratıcı çalışma, ikinci şart ise halka saygı beslemek, sözde ve biçimde kalmayan gerçek demokrasiyi içe sindirmektir. Ancak bilincimizde ve alt bilincimizde kıyasıya demokratlaşabildiğimiz, halka katışıksız inandığımız ölçüde, dilimize ve ruhumuza sinmiş olan aşağılık duygusunu temizleyebiliriz.” (s.68)
Tam burada ciddi bir örnekle dile yanlış girmiş ama kullanılarak yaygınlaşmış olan “nitelik” ve “nicelik” kelimelerini örnekler.
“Batı dillerinde ‘Kantite’ (Osmanlıcası, ‘Kemmiyet’) ve ‘Kalite’ (Osmanlıcası, ‘Keyfiyet’) sözcükleri var. Kalite sözcüğü artık bezirganların ağzından sokak reklâmlarına dek düştü. Onu bilmeyen şehirli Türk kalmadı. Buna göre, radyo ya da atom sözcükleri gibi, o da olduğu gibi kullanılabilirdi. Türkçesini kullanmak istiyorsak, bilim, hele felsefe dilinde, o birbirinden çıkmakla birlikte birbirine zıt anlamlı Kalite-Kantite sözcüklerinin mantık dengesini dosdoğru veren iki eski sözcük pekâlâ diriltilebilir. Kantite’nin öztürkçe karşılığı NEÇELİK, Kalite’ninki ise NİCELİK’tir Şimdi, bu güzel denge yerine, Kalite karşılığı olarak ‘nitelik’ diye bir terim kullanılmaya başlandı. ‘Nite’ ‘Nitekim’den mi gelir? Bilinmez. Oysa ‘Nice’ anlamıyla birlikte eskiden beri yaygındır. ‘Nicedir ol hikâyet’ deyimi anlatılanın kalitesini belirtir. Bugün de halk, ‘Halimiz nice olacak?’ der. Şimdi, ‘Nice’ gibi anlamı açık, yerinde, yaygın ve yaşayan Türkçe sözcük oportada dururken, onu bırak, kimsenin duymadığı, kullanmadığı bir ‘Nite’ sözcüğünü ileriye sür. Bu uyduruculuktur. Ayrıca bilimsel terim ahengini de örseler.” (s. 69-70)
Ve en sonunda kelime üretmekte ve türetmekte kullanabileceğimiz dengeli yolu örnekleyerek bitirir araştırmasını:
“Türkçemizin yeni anlamlara karşılık bulma işinde bulunmaz elverişli aygıt ve avadanlıklarına örnekler verdik. Dilimizin, yabancı sözleri ÖĞÜTÜM ve yerli sözcükleri ÜRETİM olanakları, bilimsel çabayla hiç işletilmedikleri halde, büyüleyicidir denilebilir. Örneğin her dilin kendisinde bulunmayan harflerini bulunanlara çevirir. Her sözcüğü, kısa heceyle ve mutlaka ya ince (e-i-ö-ü), ya da kalın (a-ı-o-u) seslilerle kurmak, Türkçeye vergi bir ahenk saltanatıdır. Dikkatle bakınca görülür. ‘MÂYE’ Farsçadır, ‘MAYA’ değirmenimizden geçmiş, öğütülmüş Türkçedir. ‘Atom’ hiç yadırganmadan Türkçe olmuştur. ‘Bomb’ sesli harfsiz bir ‘b’ ile bittiği için Türkçe değildir. Ama ‘BOMBA’ kılığında öğütülüp, Türkçeleştirilmiştir. Böylesine basit ve sağlam bir değirmenle, Türkçe bütün dünya dilleri sözcüklerini ihtiyaç duyduğunda kendine mal edebilir. Bu yoldan, İnsanlığın genel gidişi içinde, Uluslararası dil birliğine sarsıntısız ulaşılır. Boşa harcanan değerli emeklerimizle de, düşünce enerjimizi ve yaratma gücümüzü arttırmış oluruz.” (s. 71)
Gelecek Gazetesi