Marx, kapitalizmin sosyalizm için vazgeçilmez önkoşul olduğu şeklindeki görüşünü, Rus devriminden kırk yıl önce değiştirmiştir. “Batı Avrupa’da kapitalizmin doğuşuna ilişkin tarihsel şemamı, hangi tarihsel koşullar içinde bulunulursa bulunsun her halkın izlemesi mukadder olan genel bir tarih-felsefe teorisine dönüştürdüler.” Ancak Marx’ın bu eleştirisi Marksizmin bazı akımları tarafından ciddiye alınmadı ya da görmemezlikten gelindi. Batı Avrupa dışında gerçekleşen başta Rus devrimi olmak üzere tüm devrimlere ve iç-savaş koşullarına “şüphe” ile yaklaşmak ve devrimde tek bir evrim çizgisini vurgulamak, sınıf savaşını tarih felsefesine indirgemekle el ele gitti.
Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin bütünsel kavramı olan üretim tarzı, sanayileşmeyle yan yana düşünüldüğünde devrimi kapitalist modernizasyonun içine sokmak kaçınılmazdır.
“Gelişiminin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, mevcut üretim ilişkileriyle -ki bu da aynı şeyin hukuk dilindeki ifadesinden başka bir şey değildir- çelişkiye düşer.” Şematik yaklaşımda çelişki kapitalist toplumsal formasyonun zamanı ve mekanına uygulamak, empirik olarak işçi sınıfı dinamiği varlığından hareket eder. Eğer “sınıf yoksa” “devrimde yoktur.”
Kapitalistleşmeyi sosyalizme geçmek için zorunlu bir aşama olarak tanımlamak ister istemez tarihsel gelişim dinamiği olarak, “pre-kapitalist” ülkelerin, sömürgecilik yoluyla kapitalistleşme ve oradan sosyalizme açılan yolunu kabul eder. Bu yönüyle, kapitalizmi sosyalizme geçişte zorunlu bir aşama olarak öngören tarih felsefesinin, sömürgecilik karşısında anti-emperyalist olmasının politik bir karşılığı yoktur.
Devrimin nasıl olacağına dair şematik yaklaşımın “Kobanê’de devrim nerede?” sorusunu sorması felsefede tutarlıyken, Kobanê’nin emperyalizmle girdiği ilişkiden dolayı onu politik olarak eleştirmek arasında tutarsızlık söz konusudur. Hem bir taraftan Rojava kantonlarının “geri kalmışlığına” ya da başka bir deyişle kapitalizm-öncesi arkaik biçimine vurgu yapıp işçi sınıfı devrimi için bir iç-dinamiğin yokluğundan dem vuracaksın, hem de kapitalizmin gelişmesinin dış-dinamiği olarak emperyalizmle girdiği, gireceğe ilişkiye karşı sözde bir politik tutum içinde olacaksın!
Tarih felsefesinde tutarlı kalınmış olunursa, Rojava’nın uluslaşma sürecinde, hem uluslararası güçlerle hem de yerel güçlerle girdiği ilişkiler ağı, Rojava devrimin mevcudiyetine ve stratejik ilişkiler haline doğrudan itiraz etmek mümkün gözükmemektedir.
Sömürge karşıtı mücadeleyi doğrudan sosyalizm için bir uğrak olarak görmeyen şematik yaklaşım, emperyalizm karşında yumuşak tavrını sürdürmeye mahkûmdur ve belki de bu tutarlılık sayesinde emperyalizmle girişilebilecek herhangi bir işbirliği sonucunda ulus-devlet devrimini selamlayacak kadar Hegelyan bir cesaret gösterilebilmelidir. Ancak bu cesareti bile Marksist devrimciliğin gösterdiği/göstereceği kayıt altına alınmalıdır.
Kapitalizmin tarihinin içinden geçilerek sosyalist devrime ulaşılabileceğine dair öngörünün, felsefe-politika ilişkisi olduğunu ve bunun kurucusunun Hegel olduğunu teslim etmek gerekir. Diyalektiğinin bir yöntem olarak “baş aşağı” çevrilmesi, asıl olarak Hegel’in politik olarak baş aşağı çevrilmesidir, yoksa felsefi kategorileriler baş aşağı çevrilemez.
Hegel, emperyalizm ve sömürgeciliği, sivil toplumun iç çelişkilerini çözme ya da ertelemede zorunlu bir uğrak olarak tanımlar. Hegel, “Hukuk Felsefesi”nde zenginliğin az sayıda insan elinde yoğunlaşmasını bir sınıfın diğer sınıfa yaptığı haksızlık olarak görür; “insanları ayaktakımına dönüştüren yoksulluğun kendisi değildir… İnsan doğa karşısında hak iddia edemez ama toplum bir kere kuruldu mu, yoksulluk anında bir sınıfın diğer sınıfa yaptığı haksızlık halini alır. Önemli olan, yoksulluğun nasıl ortadan kaldırılacağı sorunu modern toplumu çalkalandıran en rahatsız edici sorunlardan biridir.”
Hegel, sivil toplumun iç çelişkilerini aşmak için sömürgeler kurmak zorunda olduğunu ve yeni ülkede hayatın dönüşmesine izin verilmesi gerektiğini vurgular. Ancak Hegel, sistemin çelişkilerin devlet içinde nasıl aşılacağını açıklayamaz. Hegel, bir anlamda emperyalizmin ve sömürgeciliğin çelişkileri aşacağını düşündürür.
Dışsal olanın içselleştirilmesine dönük bu “içerek aşma” mefhumu sömürgecilik karşıtı hareketlere sosyalist bir devrim olasılığı tanımaz. Ya da söz konusu devrimin kendi ulus-devlet kapitalizminden öte bir değer taşımayacağını “zorunluluk” kategorisine dayanarak ileri sürer.
Felsefe, bilime ve politikaya zorunluluk, belirleme vb. kategorilerle müdahale eder. Bu yönüyle sömürge sorununda kapitalizmin içinden geçilerek sosyalizme ulaşılacağı sorunu Hegelcidir. Ve aslında Hegel, çelişkilerin çözümünü nasıl “muğallak”ta bırakıyorsa, işçi sınıfı devrimin sonucu kurulacak proletarya diktatörlüğünün çelişkileri nasıl çözeceği en az o kadar açık uçludur.
Marx’ın, İrlanda’nın kurtuluşuyla İngiliz işçi sınıfının kurtuluşu yan yana anması, sömürge sorununda tarihsel bir uğrakla politik bir uğrağın yan yana, aynı konjonktürde var olabileceğini ve mücadelenin birlikte yürütülmesi gerektiğini anlatır. “Yıllarca İrlanda sorununu inceledikten sonra şu sonuca varmış bulunuyorum: Yönetici sınıfa İngiltere’de vurulacak belirleyici darbe (ve bu tüm dünyadaki işçi hareketi için de belirleyici olacaktır) İngiltere’de değil yalnızca İrlanda’da vurulabilinir…Bundan ötürü, enternasyonal’in görevi, İngiltere ve İrlanda arasındaki çatışmayı her yerde ön plana getirmek ve her yerde açıkça İrlanda ile birlikte saf tutmaktır. Londra’daki Merkez Konsey’in özel görevi, İngiliz işçi sınıfını, onlar için İrlanda’nın kurtuluşunun soyut bir adalet ya da insani bir duygu sorunu değil, bizzat kendi toplumsal kurtuluşlarının birinci koşulu olduğu konusunda bilinçlendirmektir.”
Lenin, ulusal devrimlerde yeni olan şeyi daha net bir şekilde öne çıkarır. “Tarihin diyalektiği öyledir ki, emperyalizme karşı mücadelede bağımsız bir etken olarak güçsüz, küçük uluslar, gerçek anti-emperyalist gücün, sosyalist proletaryanın, sahneye çıkmasına yardımcı olacak enzimlerden biri, basillerden biri olarak bir rol oynar” Lenin, Marx’ın, 1870 sonrası belirgin bir şekilde düzeltmeye yaptığı sömürgecilik karşıtlığını, politik bir tutarlılığa kavuşturur.
Lenin, “belirli tarihsel koşullar altında, ‘evrensel tikeldir, tikelde evrenseldir” diyerek, emperyalizm çağında her “tikel” üretim tarzının kendi somut koşullarından sosyalizme giden bir yol oluşturulabileceğini ileri sürmektedir. Aslında bu temelde tarih-politika ilişkisine musallat olmuş felsefi zorunluluk ve belirleme kategorilerini politikanın dışına atmayı beraberinde getirir.
Politikaya tanınan bu özgünlük alanı, “gelişiminin belirli bir aşamasında maddi üretici güçler ile mevcut üretim ilişkilerinin çelişkisi”nde yaşanan yeniden-üretim krizinin yarattığı, tarihsel koşullar ile pratik politika arasındaki karşılıklı ilişkinin kurulumunun Marx’ta, Hegelci zorunluluk kategorisinin dışına çıkmasıyla ilişkilidir. Ya da ilk elden bu ilişkiyi tamamen belirlenmiş zorunluluklar alanı olarak tanımlamak zaten politika dışına çıkmakla eş anlamlıdır.
“Hani Kobanê’de nerede devrim?”
Bu soruyu yönelten özneler, politik konjonktürü yasalar etrafında başka bir deyişle, politikayı bilimsel yasalar çerçevesinde değerlendirmekte ve toplumsal sınıfları politik ve ideolojik düzeyde zorunlu bir varoluş biçimi olarak üretimin ajanlarına çevirmektedir. Politik alanın varlığını dahası pratik politik düzlemi, tarihsel olanın içerisine gömerek 19.yy “Marx öncesi” evreyi kendilerine nesne edinmektedirler. Oysa ki ne devrim belirli bir şema doğrultusunda ilerlemektedir/ilerlemiştir ne de üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi politik devrim için bir kategoridir!
Bu tür bir öznenin bu düzlemden hareketle kendi varlığına ya da varoluşuna getirebileceği “muhalif, devrimci, komünist” izah diyalektiğin üstyapıya uygulanmış kötü bir vulgarizasyonudur. “Çelişkilerinin zorunlu bir sonucu olarak kendi politik özne konumunu tarihin bir taşıyıcısı olarak tanımlar.”
Kobanê başta olmak üzere Mağrip ve Maşrık’ın kadim halklarının başkaldırıları için, Marksizm içinde post-Buharincilik söz konusudur. Buharin, sömürgelerde gerçekleşen ayaklanmaların, pre-kapitalist formasyonların bir kalıntısı olarak görmekte ve emperyalizm onları ezip geçeği için ayaklanmaları aldatıcı bulmaktaydı.
Buharine göre “emperyalizm dönemi, küçük devletlerin büyük devlet birlikleri tarafından özümsendikleri ve dünya siyasal haritasında kartların daha homojen bir devlet tipi yönünde sürekli karıştırıldığı bir dönemdir; bu özümseme sürecinde, birçok ulus, muzaffer ulusların devlet sistemlerine dahil edilmektedir.” Buharin, sömürge karşıtı ayaklanmaları iyi niyetli, insani bir durum olarak görüyor olsa da, istediği zaman üstüne binip inilebileceği bir yaklaşımın ötesine geçememiş olması Buharin’i politika da Marksizm dışına atmaktadır.
Ne zaman Mağrip ve Maşrıkta bir ayaklanma iç-şavaş koşullarına evrilse, post-Buharinciler hep bir ağızdan bu ayaklanmaları emperyalizmin ezeceğini dönük ideolojik, ekonomik ve politik argümanları arda arda sıralarlar!
Düşman cephesine girmeden peşinen savaşı kaybettiğini ilan ve iç-savaşın gerçekliği dışında bir minderi öngören yaklaşımlar karşında Lenin emperyalizm çağında işçi sınıfı hareketleriyle ulusal kurtuluş hareketlerinin birlikte yer aldığı “kombine iç savaş” değerlendirmesi yapar: “Toplumsal devrim, yalnızca gelişmiş ülkelerde proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü iç savaşın, azgelişmiş, geri ve ezilen ulusların içindeki, ulusal kurtuluş hareketini de içeren, bütün bir dizi demokratik ve devrimci hareketler ile birleştiği bir çağ biçimde gelebilir. Niçin? Çünkü kapitalizm eşitsiz bir biçimde gelişir ve nesnel gerçeklik, karşımıza yüksek düzeyde gelişmiş kapitalist ulusların yanı sıra bir dizi ekonomik olarak onlardan daha az gelişmiş veya bütünüyle azgelişmiş uluslarda çıkarır.”
Emperyalizmin 21.yy’da ulaştığı aşamada başta Mağrip ve Maşrık’ta olmak üzere, eşitsiz gelişimin bir sonucu olarak ortaya çıkan ayaklanmaları “Roma” karşısında peşinen mağlup kabul eden post-Buharincilik, emperyalizm karşında işçi sınıfı ayaklanmalarında aslında bir şans tanımaz.
Bu nedenle post-Buharincilik sınıf savaşımını ve işçi sınıfı ayaklanmalarını iç-savaş ve devrimci yıkıcılıktan uzak bir “denklem” içine yerleştirmek zorunda kalır. “Kobanê’de hani nerede devrim diyenler?” aslında peşinen “gelişmiş” kendi ülkelerinde Roma yıkılmadan bir işçi sınıfı devriminin gerçekleşemeyeceği üstü kapalı kabul ederler.
Kobanê ise Roma’ya rağmen bir devrim umudur!