Soma, “Çeltik” Ve “Vicdansız” Politika – Karaşınlar

TURKEY-MINING-ACCIDENT-DEMONSTRATION

“Ne gülüyorsun? Soma Maden Ocaklarında Ölen Sensin!”
Horatius’un sözünden uyarlanmıştır

“Soma-Sema” [Beden (Ruhun) Mezarıdır] Platon

Egemen söylemin varlığı meşruiyet üzerinden değil, baskı ve zülüm üzerinden gerçekleşir. Devletin varlığının sürdürülebilir niteliği, üretim ilişkileri ekseninde iktidar biçiminin kullanımı ile mümkündür. Sömürü bir üretim ilişkisinin sonucu olarak ortaya çıkarken, ezilmenin varlığına karşı ayaklanan kitleler faşizm tarafından püskürtülmeye çalışılır. Ayrımın kendisi [baskı ve üretim ilişkisi] kategorik, ancak varlık zeminleri birbiri ile ilişkilidir.

Faşizmin varlığında somutlanan katliam ve ezilenlere yönelik baskı mekanizmaları ahlaki bir durum değil, sistematik bir varoluştur. Ve ifade edilen sistematik katliamlara “ahlaki bir karşı çıkış” politik değil, hümaniter bir duruş olacaktır. Sartre’nın Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri”ne yazdığı önsözde “hiçbir şeyim yoksa çakılarımız var” alegorisi bu anlamda; politik gerçek’e ilişkin öncelikli bir saptamadır ve pratik politikanın doğasına ilişkin başat bir işlev görmektedir.

Soma maden ocaklarında katliamın yaşandığı gün vardiyada çalışan işçilerin çetelesinde her bir işçiye verilen isim bir çeltikten “/”  ibaretti. Kapitalizmin çalışma ideolojisi “birey” denilen “özneye” kapalıdır ve kendini kapatmak zorundadır. Tıpkı katliamdan sağ kurtulan bir işçinin kendini bireye kapatması gibi…“ekmek parası için çalışmaya devam edeceğiz!” Peki ekmek parası için “tövbe” edip bir daha madenlere inmeyeceğini söyleyen sağ kurtulan işçinin hikayesini kim anlatacak!

İşçinin tüm bireyselliği “çalışma=para=ekmek” denkleminde kapitalist üretim tarzında bir ilişki biçimi olarak kodlanır ve artık kişisel öykülere ya da öykünmelere yer yoktur; “kulübedeki ‘özne’ saraydaki gibi düşünmeye başlamıştır.”

Devletin açıklaması da bu yöndedir. 1862, 1866, 1914 ve 1963 yıllarında yaşanan “kaza”ları örnek gösteren Erdoğan, sermaye ve devlet adına gereken açıklamayı ve gerekeni yapmıştır: “Arkadaşlar yani biz bir defa bu tür ocaklarda, kömür ocaklarında bu olanları, lütfen buralarda bu olaylar hiç olmaz diye yorumlamayalım. Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok”  Gerisi, vicdanlar için bir teferruattır, kimileri Fatiha okutur, lokma dağıtır kimileri yardım kampanyaları düzenler, devlet elbette şampiyonluğu “vicdan” muhasebesinde kimseye bırakmaz/bırakmayacaktır.

Devletin ve diktatörün Fatiha’sına karşı (Teallemür-remyevel-kur’ân) “Atıcılığı, silah atıcılığını ve Kur’an-ı Kerim’i öğrenin!” şiarı ezilen Müslümanların ve öznelerinin varlıklarını betimlemeye devam etmektedir.

Ezilenlerin ve mazlumların Fatiha’sından şüphe yok ancak onlar devlete karşı silah kullanarak zalimin Fatiha’sını boşa çıkarmadığı sürece zalimin elinde Kur’an’da teferruata düşecektir.

Devlet karşında devrimcileşememiş her ideolojinin teslim olacağı yer devletlûnun vicdani ve onun adaleti olacaktır. Vicdan; devlete karşı savaşan devrimcinin yüreğindedir ya da ezilenler ve işçi sınıfının politik mücadelesinde devlete karşı verilen savaştır devrimcinin vicdanı! Vicdan politik devrimci özne için aynı zamanda kurulumun kendisidir ve şiddetle örülü bir alan tanımlaması içerisindedir. Eğer politik hattın varlığı pratik olarak rasyonel bir düzenek içerisinde kurulmuyorsa burada devreye girecek olan nosyonun kendisi “öfkeye bulanmış” bir vicdan olmak durumundadır. Kargaşa dönemlerinde bir tür “düze” çıkış yolu bulmaya çalışmak asıl olarak politika pratiğini liberalize etmek, dahası devrimci fiilin alanını tıkamak anlamına gelmektedir. Devrimci politik hat, kurumsallaşmış bir önerge değil, kaosa yol açmakla yükümlü yıkıcı bir pratiktir! 19.yy ezilen hareketlerinin ısrarla “kategorize” edilmeye çalışılması ile 21.yy’da ezilenlerin şiddet pratiklerine getirilmeye çalışılan “rasyonel” bakış açısı aynı ideolojik kozmosun ürünüdür. İdeolojik gelenek Lenin’le bozulmuştur!

Soma katliamında devletin, Soma’da kitlelerin birleşmesini önlemeye yönelik şiddeti bu anlamda okunmalı oluşabilecek “kaotik” durumun aynı zamanda kıvılcım anlamına geleceğini “bildiğini” göstermektedir. Devrimci pratik politik hattın gereksinimi olan, sükunet ortamı değil; devletlûyu zora sokacak olan kaostur. Gezi ayaklanmasında devletlûnun içerisine girdiği “kriz” ayaklanmanın mekansal yayılımı ve haliyle “kendiliğinden oluşan kaos” haliydi yani ayaklanmanın verili durumu sistemsel değil tersinden açık uçluydu!

Devlet, atının önüne araba sürer gibi yargıyı vicdanları rahatlatmak için şahlandırır; üç, beş, on kişiyi alelacele gözaltına alıp tutuklatır. Devletin suç ve cezayı kişiselleştirme çabası ne ilktir ne de son olacaktır; vicdanların soğuması beklenecektir.

1999 Gölcük depreminde resmi rakamlara göre 18.373 insan hayatını kaybetmiştir;  resmi olmayan rakamlara göre ise elli binin üzerindedir.  Yapım hatalarından yıkılan binaların müteahitlerine yaklaşık 2100 dava açılmıştır. Bu davalardan 1800′ü hukuki boşluklardan dolayı cezasız sonuçlanmıştır. Geriye kalan 300 davanın 110 kadarında ceza verilmiş, birçoğu ertelenmiştir. Bunun dışında kalan davalar ise 16 Şubat 2007 tarihinde 7.5 yıllık zaman aşımı dolduğu için zaman aşımına uğramış ve düşmüştür.  Peki çadır alanları, konteynır alanları ne oldu? Sayıları 400′ü bulan ve yeşil alan içinde kurulan bu alanlar vicdanlar soğuduktan sonra imara açıldı; AVM ve lüks konutlar yapıldı.

Depremlerde devrime “neden” olur!

Hükümet etme tarz ve biçimleri ile sermaye ve devlet arasına kategorik ayrımlar koymayan devrimcilerin tarihsel görevidir: tesadüf olan aynı zamanda devrimciler için tarihsel-politik zorunluluktur.

Devrimci pratik bu zorunlulukların kavranmasının üzerinden defalarca kez geçerek devrim yapmıştır.  Keza Nikaragua’da da böyle olmuştu. 1972 yılında başkent Managua 6.2 şiddetinde bir depremle sarsıldı. Nikaragua’daki devrimci mücadelenin tanıklarından olan Roxanne Dunbar Ortiz, deprem sonrası manzarayı şöyle tasvir ediyor: “Depremden sonra yalnızca iki modern bina, Intercontinental Oteli ve Amerika Bankası ayakta kalmıştı” Emperyalist işgalcilerin binaları! 1961 yılında kurulan Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi FSLN, 1972 yılına kadar kesintisiz devrimcilikte ısrar eden silahlı bir örgüttü. Managua depremiyse FSLN’nin tarihinde bir dönüm noktası oldu. Örgüt Nikaragua’da depremin öfkesini örgütledi.

Soma bir madenci kasabası; kasabada biriken öfkenin kentlere taşmaması, kentin biriken öfkesinin kasabaya ulaşmaması için TOMA’lar, özel harekâtçılar gönderildi,  anayollara ve ara yollara jandarma konuşlandırıldı. Devlet Soma’nın bir tesadüf, kader olarak kalması için kasabanın öfkesini kilit altına aldı. Bu kilit tesadüfe yer bırakmaksızın devrimcilerin iradesiyle kırılacak.

Ölüyoruz, anlatılan devrimcilerin hikâyesidir!

Diktatör haykırdı, haykırmaya da devam edecek “kimsenin kopara kopara bizden aldığı bir şey yok, biz verdik.” O yüzden de hep ona “soracaklar.”

Birileri sormaya devam ediyor; Türk-İş ve Türkiye Maden İşçileri Sendikası başkanlarının katliamın ilk günü madende mahsur kalanların kurtarılması çalışmaları ile ilgili sorulara verdikleri cevap, devletlû zihniyet için yerindedir “hükümetimiz gereğini yapıyor.”

Diktatör haykırıyor, “biz verdik, biz yaptık, daha önce neredeydiniz!” “Daha önce işçi katliamları olurken nerdeydiniz, daha önce çevre katliamları yapılırken neredeydiniz?” Böylece diktatör hükümet etme tarzı ile “kadim” devlet arasına kategorik bir fark koyuyor ve her şeyi son on iki yıldaki “ileri demokrasi ve kalkınma” ile özetliyor.

Diktatör her ne kadar, hükümet etme tarzını “kadim” devletin kendisinden ayırmaya çalışsa da anti-AKP’cilik ya da anti-Erdoğancılık politika da devletle yüzleşen kitleleri sokağa döküyor; “kadim” devlet, “hükümet etme tarz ve biçimleri”ni dün olduğu gibi bugün de yedeğine almış durumdadır.

Devrimciler 71′kopuşundan bugüne hükümet ile devlet arasında kategorik bir ayrım koymamıştır, pratik savaşımın kendisi “kesintisizdir.” Hükümet ile devlet ayrışmasına ve homojenliğine ilişkin yapılan tartışmalar bu eksende farklı bir yazının konusu olmakla birlikte, iktidara gelen hükümet ve biçiminin aynı zamanda [şimdiye kadar] faşist diktatörlüğün varlığında temsil olunduğunu izleyebilmek mümkün görünmektedir! Neo/liberal politikaların “hayata geçirilmesi” ile yönetim biçiminin varlığı birbirinden ayrıştırılmak durumundadır!

Komünist parti gelenekleri 71’devrimciliğini, devrimcilik alanından değil ideolojik alandan eleştiriye tabi tutarak, 71′kopuşunu boşa çıkarmaya çalışır. Ancak bunu boşa çıkarırken, kendi makus tarihlerine ilişkin şu sorunun cevabını veremezler “Kemalizmken kopmuş pek kıymetli ideolojik-örgütsel düzenekleri, devrimcilik ve devrim alanına neden nüfuz edememektir?” Bu nedenledir ki, 71′kopuşunun ideolojik eleştirisi, Komünist parti geleneklerinin kendi ideolojik tanımlama ve içeriği ilgili bir kurgudur ve 71′den günümüze devrimciler Kemalist diktaya kurşun sıkmaya devam etmiştir. 71′kopuşuna Kürt Özgürlük Hareketi koymamak, KP düzeneğidir bu minvalde.

Ve bırakalım anti-AKP’cilik, anti-Erdoğancılık sokakta onları devletle yüzleşmeye itsin. 71′devrimciliğinin devlete sıktığı kurşun karşısında ne komünist parti geleneklerinin ne de başka menşei geleneklerinin sözünün hükmü yoktur.

Söze hüküm vermek tamda kendi ideolojik mağlubiyetlerini, devrimcilerin pratik “mağlubiyetine” yükleme alışkanlıklarındandır.

Soma katliamında, diktatörün “kimsenin bizden kopara kopara aldığı bir şey yok” söylemine eşlik eden başka bir şey vardı ki oda “gelişmişlik” söylemiydi. Özellikle Almanya ile Türkiye madenlerindeki “kazaların” karşılaştırılması, “iyi patron-kötü patron” ya da “iyi devlet-kötü devlet” karşılaştırılması yapıldı. Madenlerdeki tam ya da yarı otomasyonun uygulanabilirliği sermayeyi bir ilişki biçimi olmaktan çıkarıp kişiselleştirilmekte, “kar hırsı” üretim tarzına değil kişiye vakfedilmektedir.

Madenlerde teknik, teknolojik iyileştirmeler politik sınıf mücadelesinin bir kazanımı olarak değil, sanki Alman işçi sınıfına bahşedilmiş bir lütuf olarak verilmiştir. ILO sözleşmesi sanki aklıselim hükümetlerin kullarına bahşettiği bir lütuftur; Çalışma Bakanı boşuna altını çizmemiştir: “Çıkardığımız yasa ILO’nun ilerisinde olan bir yasadır. Maden iş güvenliğiyle çıkardığımız yasa AB ile tam üyedir. Yasaları uymayanları cezalandırıyoruz, yüzlerce maden ocağını kapattık.”

AK faşizmin lütuflarını saymakla bitmez en “kıymetlisi”de sanırız “Türbanı biz özgür kıldık”  söylemiydi ki birileri de zamanında “şapka devrimini biz yaptık” diye övünmüştü! [AKP’nin faşist diktatörlük ile olan bağı ideolojik olarak değil, politik olarak vardır!]

Bırakalım hükümet etme tarzları kendi vicdanlarını devletinkinden, inkılâpları ile ayıra dursun; devrimcilere kalan her koşulda devlete karşı biz savaştık olsun!

“Ne gülüyorsun? Anlatılan senin hikâyendir.” Roma’nın ilk imparatoru Augustus döneminin Roma’sında bir kölenin oğlu olarak dünyaya gelen Horatius’un bu sözünü, Marx Kapital’de Önsöz’de kullanarak Alman işçilerine İngiltere’de kapitalizmin gelişmesini ve sınıf mücadelesini haber verir! “Ama eğer alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkca şunu söylemeliyim: ‘Anlatılan senin hikayendir’”

Kapital’de kapitalist üretim tarzının tarih “yazımı” başka bir değişle, hakikatin anlatımı ile hakikatin eleştirisi, sınıflı toplumlarla, siyasal bir karşılaşma ve hesaplaşma mekanı ortaya çıkarır ve kapitalizm karşısında başka bir hikayenin mümkün olduğunu anlatır.

Soma maden ocaklarında başka bir hikâye aramayan sağ’dan sol’dan her türlü kurumsallaşmış ideolojik-örgütsel formlar, tesadüflere yer bırakmama çabasında aynı potada ve devletlû katındadır; devletû aklı iyi özetler “işin fıtratında bu var, bu işin fıtratından devrim çıkarmaya, başka bir hikâyenin mümkün olacağını aman ha aklınıza getirmeyin!

Bugün,  Marksist devrimciliği, kitle hareketi ile örgütlenme arasında pozitivist bir zorunluluk alanı yükleyenler, devrimi tesadüflere karşı bir güçler birikimi olarak görmekte ve politika alanın özgünlüğünü burjuva siyasal alana mahkûm etmektedirler.

“Beni yıkmak istiyorsunuz buyurun yeri sandık! İşçileri örgütlemek mi istiyorsunuz buyurun yeri şu sendika! 1 Mayıs’ı mı kutlamak istiyorsunuz buyurun yeri burası. Ölenleri yâd etmek mi istiyorsun el-Fatiha!” “Tesadüf” olan savaştan devrim “çıkaran” kişinin Lenin adındaki devrimcinin olması ise hiç tesadüf değildir ve onun hikayesi Bolşevik Parti “tarihi”dir. Devrimciliğin fıtratında bu vardır! Sistematik bir alan yaratma uğraşı kavramsal olan içerisine girmek anlamına gelmektedir ya da farklı bir bağlamda politik hattın varlığını bir ajanda bilgisine indirgemek aynı zamanda “kopuşların” dışına düşmek anlamına gelmektedir. Oluşabilecek olan her kopuş bir kaos ortamında yer almak durumunda, zihinlerde oluşan “simgesel halk” ideolojisi böylelikle politik bir gerçek’e dönüşecektir.

Soma’da anlatılan bir kez daha bizim hikâyemizdir. Tesadüfü zorlayanlar maden işçisinin yüzündeki karayı yüzüne sürmüştür, içine çektiği zehri meydanlara çıkarak solumuştur; Şüpheniz mi var? O zaman anlatılan sizin hikâyeniz değildir!

Yoruma kapalı