‘Yerlilerin reisi Hatuey elindeki altın ve değerli taşlarla dolu sepeti havaya kaldırarak şöyle dedi: “İşte onların Tanrıları, Hıristiyanların Tanrısı bu işte…”
(Bortolomeo de las Casas)
Çarpık bir toplumsal aydınlanma yorumu
XXI. yüzyılda toplumsal aydınlanma denen kavram haksız biçimde aidiyet yüklüdür. Batı’ya aittir…
Avrupa’nın ve diğer gelişmiş birkaç ülkenin insanı, kurumları ve hayatı organize ediş tarzına kolayca adapte edilebilir. Dünyanın geri kalan kısmı ise, Batı’nın bu yaşam tarzına uyum sağlamayı başardığı oranda “aydınlıktan” pay alır.
Avrupa medeniyetinin diğer medeniyetlerinden farklı-ve doğaldır ki çok daha muteber-bir yol izlemek koşuluyla en gelişmiş medeniyet haline geldiği iddiası, Batı-Merkezci dünya görüşüne ait kibrin, temel dayanağı olarak gözüküyor. Avrupa dışında kalan tüm dünya coğrafyasını hedef almış bu kapsayıcı tanımın tarihsel kaynağında ise çoğunlukla-siyah-yerli(Afrikalı ya da Amerikalı) kültüre karşı tehditkâr bir konumlanma yer alıyor. Martin Bernal’ın başarılı biçimde gösterdiği gibi, Avrupa kültürünün, siyah insanların kurduğu medeniyetlerle hesaplaşması XVIII. Yüzyıldan günümüze dek açıktan açığa sürmüştür. Bu kaygıların temelinde ise, medeniyetin Afrika’dan-siyah ırktan doğmuş olabileceği şeklindeki savların, evrensel ekonomik gayelerle yarattığı açık çelişki yer alıyor. Bu halde, sömürgeci amaçların ‘geri kalmış ülkelere medeniyet’ taşıma sloganını atmak alabildiğine güç bir hale geliyor çünkü.
Siyah ırk ve yüksek kültür sorunu
Mısır ve siyah Afrika medeniyetinin yaratmış olduğu yüksek medeniyeti küçümsemede kullanılan jargon ve akıl yürütme sistematiğinin olanakları, 1492 yılında Batı Hint Adaları’nın keşfedilmesiyle doğuyor aslında. Mısır ile yürütülen ideolojik mücadelenin kapalı dokusunun aksine ben, Amerika kıtasının yerlilerinin ortadan kaldırılış sürecinin doğrudan niteliğiyle ‘ekonomizmin’ bu ideolojik manipülasyonun anlaşılmasında işlevsel olduğunu düşünüyorum. Zira burada da ‘medeniyet taşıma sloganı sıklıkla’ kullanılmıştır. Açık biçimde altın ve gümüş gibi ekonomik değerlerin, insanı bir canavara dönüştüren coşkusunu “ırkçılığın” kökenindeki temel unsur olarak nitelemeye hakkımız olduğunu söylemeliyim.
Batı Hint adalarında yaratılan fırsatların Sosyal Darwinizmin ‘siyahi insanları, hayvanlıktan insanlığa geçişte ara aşama’ olarak nitelemesi şeklindeki aşırılığa varması şaşırtıcı değildir. Açıktır; bu tanım ‘ekonomizmin inceliklerinden anlamayan’, iş ve çalışma süreçlerinin rasyonel değerlerine uyum sağla-ya-mayan varlıkların ‘insani’ vasıflardan soyutlanması denemesidir. Bu tip girişimlerde ‘bilimlerden de epeyce yararlanılmıştır.’ Bu savı ilerleyen satırlarda delillendirmeye çalışacağım.
Başlangıç olarak, sosyal bilimcilerin, din tarihçilerinin ya da ilahiyatçıların yeterince değerlendirmediği bir faktörü, yerel dinlerin mistik niteliğini öne çıkarmayı öneriyorum. Batı-Hint adalarının keşfiyle başlayan sömürge ve soykırımın tarihi içerisinde ‘inancın bu boyutunun’ söz konusu yerel topluluğu ‘ilkel olarak nitelemede’ asal argüman olarak kullanıldığını görüyoruz. Sömürgeci yapı, pratik-askeri ya da ekonomik-ilişkiler kurmamış, aynı zamanda ideolojik bir mücadele yürütmüştür. Bu gerilimin en bilindik tarihsel örneğini XX. Yüzyılda İngiltere-Hindistan ilişkilerinde görürüz. Ama bu tarihsel bağlamda Batı-Hint adalarına dek izini sürebileceğimiz savununun olgunlaşmış örneğinden başka bir şey değildir. Zira burada da cin fikirli, rasyonel Hıristiyan din adamları sınıfının itibarsızlaştırma gayretlerini okuma şansımız bulunuyor.
İlkellere medeniyet taşımak adına
Siyah ırkın ya da vahşi yerlilerin ilkel bir yaşam sürdüğü ya da hayvanlar gibi yaşadıkları iddiasının kökenleri burada, Batı-Hint Adaları’nın, bir diğer deyişle Amerika kıtasındadır. Hal böyle iken ilkel yerlere medeniyet götürme düşüncesi neredeyse kendiliğinden doğmuş olmalıdır. 1550’de, Bartolemao de Las Casas’ın İspanya’daki propaganda çalışmalarından hoşnutsuz olanların fikirlerini dile getiren Gines de Sepulveda’da, tarihte ilk kez disiplinli bir biçimde bu kanıtları savunduğunu biliyoruz. Ona göre, yerliler ilkel ve aşağıdır-doğuştan köledir ve askeri fetihlerle bu topraklar ele geçirildiğinde, güçsüzler ve zayıflar başarıyla korunabilir.
Bu savununun tüyler ürperten tarafı, Amerika kıtasında, ortada zayıf ya da güçlü herhangi bir yerli kalmamacasına büyük bir katliamin uygulanmış olduğunu hiç hesaba katmamasıdır. Sepulveda’ya göre Hıristiyanlığı yaymanın en iyi yolu, Casas’ın savunduğunun aksine, onlara dini anlatmak değil, askeri bir seferdir. Yerlilerden boşalan topraklara Hıristiyanlar yerleştiğinde, ortaya çıkacak yüksek medeniyet, ‘bu hayvanlar gibi yaşayan’ zavallıların da korunmasını sağlayacaktır. Son argümanında ise Sepulveda, kanımızı dondurur: ‘Yerliler puta tapmakta oldukları için, bu katliamları hak etmiş, doğuştan köle ve hayvanlardır.’
Erdemli yerlilerin, yüksek medeniyeti
B. de las Casas, Sepulveda’nın tam aksini düşünür ve mektuplarında, burada yaratılmış yüksek bir medeniyetten bahseder. Ona göre bu insanlar-yerliler erdemli bir hayat sürmektedir. Onların Tanrıları, Yunan ya da Romalılarınki gibi günahkar ya da suçlu değildir. “Kendilerine çirkin hırslar peşinde koşan krallar seçmez, kıtlık yıllarında dayanışma ağı kurar, dul ve yetimlere, güçsüzlere her zaman yardımcı olurlar.”
Etik ve toplumsal yaşama özgü adalet uygulamasının herhangi bir keşişi etkilememesi imkansızdır. Zira dönemin en entelektüel sınıfı, üstelik İsa’nın yoksulluğu erdemi üzerine verdiği vaazların gücünü samimi biçimde özdeşleştirmesi olası kişilerden oluşur. “Çok yoksuldular!” diyor onlar hakkında Casas, “Dünyevi mallara hayranlık duymuyorlardı. Bundan dolayı kibirli, ihtiraslı ve açgözlü değillerdi.”
Casas açıkça söylemektedir ki, burada yıkılan, darmadağın edilen vücutları parçalanarak, hafif ateşte kızartılarak ve aç köpeklere yedirilerek öldürülen yerliler, ilkel değil, tam aksine gelişmiş bir uygarlık yaratan bireylerdir ve İspanyol sömürgeciler, hayvanlar gibi yaşanan bir coğrafyayı değil, gelişmiş bir uygarlığı yok etmiştir.
Bir karşılaştırma
Bunu anladıktan sonra, Kapitalizmin sermaye piyasasının içrek inceliklerinin henüz hayata geçmemiş olduğu bir çağı aşağılama eğilimlerinin, Modern Batı’nın özür dileme tınılarına sahip üstü örtük göndermelerinin değersizliğini ortaya serebiliriz. Zira yalnızca çağ değişmiştir ve kapitalizm onların düşündüğü gibi bir ilerleme değildir. Şövalye kültürünün yerine, rekabet kültürü gelmiştir ve yine birileri birilerini öldürme ve aç bırakma pahasına daha fazla zenginlik ve lüks içerisinde yaşamaktadır.
Hiçbir batılı, bugünkü zenginlik ve itibarının temel kaynağı olan, Afrika, Amerika ya da Asya’daki koloni bölgelerinin bunların gerçek sahibi olduğunu düşünerek iade etmeye kalkmamıştır.
Ekonomizmin inceliklerinden hareketle insan tanımı yapmak
Batı Hint adalarındaki katliamların sonraki yüzyıllarda ‘siyah ırkı insan olamamış alt organizmalardan, evrim basamağının alt halkalarından biri olarak niteleme yaygınlığının tarihsel kaynaklarından biri olduğu açıktır. Bu davranış sistematiği, katliam, kıyım ve soykırım, insani değerler ve gelişmiş medeniyet kurmakla övünen Avrupa için, zorunlu bir teoridir ve bilginler bunu tamamlamayı bilmişlerdir. Yoksa İspanyollar, bu adaya çıktıklarında, yerlilerin “birer” hayvan oldukları düşüncesini taşımamaktadır; bu yargı, ekonomik bir sistemin ve biçimin düşünsel sonucudur.
Casas’ın belirttiği gibi yerliler, bir ekonomik unsur gibi davranmayacak kadar özgürlüğüne düşkün, neşeli ve yardımseverdir. Böylece ekonomik heveslerin ortaya, uydurma gücü zaman içinde yitip gidecek bir siyah ırkın hayvanlığı düşüncesini ortaya çıkardığını görmüş oluyoruz. Onlar ekonomizmin inceliklerinden anlamayacak kadar ilkel gözükmektedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi dayanışmaya önem verirler, kıtlık zamanlarında birbirlerine destek olur ve aç gözlü kişilere tepki gösterirler. Belli günlerde(kutsal olduğu gerekçesiyle), belli bölgelerde(lanetli olduğu gerekçesiyle) çalışmazlar ve kimi hallerde inatçı bir pasifizm içine girebilirler. -Bu sonuncusunun Hindistan’da Gandhi önderliğinde İngiliz sömürgecilerin başın epeyce iş açmış olduğunu biliyoruz- Çok daha kötüsü Amerika’nın katliamlarla yeryüzünden silinen halkları, altına hiç değer vermez; olur olmadık yerde yalnızca “konuklarının gönülleri hoş olsun diye” kilolarca altın orta yere bırakıverir.
İşte Avrupa’nın medeniyet taşımak dediği şey, maymunlar gibi ormandan ve doğadan beslenen kişileri, insanlık mertebesine yükseltmektir; maden ocaklarında ve doğmakta olan diğer sektörlerin bayağı iş gücünü karşılamanın reçetesi budur. İnsan olmak, çalışma sürecine ucuz işgücü olarak –mümkünse köle olarak-katılımda sorun çıkarmamak, doğal zenginliklerin, elmas, altın ya da gümüş yataklarının kendilerine-atalarına ait olduğu gibi asılsız fikirleri savunmamak-çok daha önemlisi bu tip felsefi-dini düşünceleri bir kenara bırakmaktır.
Eski dinlerin ekonomizm karşısındaki sakıncaları
Modern Batı biliminin mutlaklaştırılmasıyla açılan perspektiften, batıl inanış olarak tanımladığımız yerel-büyüsel aktiviteyle ilgili dini inançların küçümsenmesinin tarihsel gidişatı hakkında da birkaç cümle söyleme hakkına sahibim artık. Batıl inanışların modern tek Tanrılı dinlere uzanan, örneğin sebt günü çalışmama gibi, yahut Cuma namazının iş sürecini aksatması gibi kamusal kabullerinden öte esas tehlike sistemli etkileşimlerdir. Sayıları pek az olsa da duyarlı din adamlarının yarattığı kampanyalar, dini ve sivil otoriteler üzerinde “vicdan” ya da orijinal dini kabuller adına önlemler atmaya itebilir.
Bilimcilik, onların kadim öğretilerinin yerine böylesi bir ortamda yerleşir. Tıpkı dini-kutsal kavramlar gibi o da evrensel olduğu iddiasıyla hareket eder. Yalnızca duyu ve ölçüm araçlarının doğruladığı şeyler vardır demek, batıl inanışların kamusal hayattan sökülüp atılmasını ve özellikle işgücü sürecindeki istikrarsızlıkların giderilmesini amaçlamaktadır. Burada bilimin, dinin toplumsal boyutuyla barışık halde yaşarken, bireysel-mistik yönü ile canhıraş bir mücadele yürüttüğüne dikkat çekmek istiyorum.
Kapitalizmin hevesleri ve ezilen ruhlar
Avrupa Endüstri Devrimiyle ani bir ekonomik kalkınmanın içine girdiğinde çok daha net olarak görme şansına kavuştuk; kent yaşamı ani biçimde büyümüştür. üretim büyük bir hızla artar. Şark Bilgeliği ya da mistisizm denen şeyin karşısına, bilim ile çıkmaya başlar Avrupalı bilginler. Artık rasyonel akla doğan ihtiyaç artmıştır ve feodalizmin toprağa bağlı köylülüğünün uyuşuk halleri pek istenmezdir. Kente yoğun bir işgücü hücumu başlamalıdır; bu ucuz işçi çalıştırmanın hatırı sayılır yoludur… Batıl inanışlarından özgürleşmiş her Batılı birey, en ideal proletaryadır. İnancını, duygularını, en iyisi ahlakını bırakmış, çalışmaktan başka bir şey düşünmeyen bir yığın… Kapitalizmin doğum sancısıdır; Krallık ve feodalizme karşı yürütülen mücadelenin anlamı yetkin biçimde budur.
Sonuç
Bilim ve batıl-inanışlar, ya da benim mistik-sezgisel bilgi türü olarak tanımladığım, evrensel faktörler arasındaki çatışma ticari münasebetlerin ürünüdür. Siyah ırkın batıl inanışlar batağında sürüp giden davranış sistematiği, ahlak ve bilgelik gibi, Avrupa’nın ekonomik çıkarlarla ilgili olduğu açıkça belli olan küçümseme yatkınlığının muhatabıdır. İnanç alanı mümkünse, yerleşik hale gelmiş ve kurumsal aynı zamanda sistem ile barışık hale gelmiş sosyal organizasyonlar olarak muteberdir. Bunun dışındaki alan bizi ‘heretizm’-sapkınlık tarihine götürür.
Göktuğ Halis
Din Felsefecisi