Önce IMF ile stand-by anlaşmaları yapıldı. Ardından Dünya Bankası Tarım Reformu Uygulama Projesi ile tarım alanında sözde tarım reformu için düğmeye basıldı. Her şey bu anlaşma ve projeyle başladı; yerli ve yabancı büyük şirketler değneksiz serbestçe gezer oldu.
Sözü edilen proje ve anlaşmanın ardından tarımsal desteklerin düzeyi önemli ölçüde indirildi. Verilen Doğrudan Gelir Desteği (DGD) aracılığıyla tarımsal desteklerin üretimle bağı kesildi. Türkiye’deki üretilen buğdayın destekleme fiyatı, Chicago Borsası Fiyatlarına bağlandı. Çiftçi hızla yoksullaştı. 1999-2002 döneminde milyon hektarlarla ifade edilen araziler işlenmedi. Terk edildi. Halen işlenmemektedir.
Tarımsal alanda kamu özelleştirmeler ve kapatmalar marifetiyle sektörden çektirildi. Bu süreçte örgütsüz köylü örgütlü sermaye ile karşı karşıya bırakıldı. Tütünde olduğu gibi sözleşmeli üreticilikle köylünün siyasal ve ekonomik olarak kontrolü piyasa üzerinden denetime alındı. Kırlar boşaltıldı.
20002 sonrası dönemde özellikle tarım alanına yoğun olarak yabancı sermaye girdi. Yerli ve yabancı sermaye doğal kaynakları kuralsız kullanma, piyasa ilişkilerini kendi çıkarlarına uygun yeniden düzenleme “olanaklarını” siyaset-ticaret-tarikat ilişkileri üzerinden kurgulamaya başladı ve tesis etti.
Şirketlerin tarım ve gıdada egemen olmaları için ardı ardına şirket çıkarına çiftçi aleyhine yasalar çıkarıldı. Tarımda “işletme ölçeğinin büyütülmesi ve rasyonelleştirilmesi” meşruiyet temeli üzerinden tarımın şirketleştirilmesinin yol taşları döşendi. Şirketlerin üretip pazarladığı tarımsal girdi (tohum, gübre, ilaç, mazot, elektrik) fiyatları devamlı arttı. Çiftçilerin ürettiği ürünlerin fiyatları düştü veya yerinde saydı. Bu politikalarla tarımın gelir getirici özelliği giderek yok edildi. Çiftçiler borç batağına battı. Başka bir deyişle iç ticaret hadleri tarımın aleyhine seyretti. Üretimin katma değerine piyasa araçları (haller-borsalar-hipermarketler) tarafından el konuldu. Çiftçi iyice yoksullaştı ve ürettiğine yabancılaştı. Köydeki çiftçilerin bir bölümü kırsal alandan koparak kent varoşlarına göç etti. Kalanlar son bir gayretle toprağa tutunmaya çalışıyor.
Kent varoşlarına yerleşen eski köylü, sermaye tarafından özgürce sömürülebilecek yedek işgücünü oluşturdu. Böylece sermayenin ekmeğine bir kat daha yağ sürüldü. Sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma süreçleri bu zeminde kolaylıkla yürütüldü. Köyde kalanlar ise kendini her yıl daha çok sömüren üretici köylüye dönüştü. Şimdi onlar köylerinde daha fazla toprak işliyor, aile üyeleri daha çok çalışıyor. Gelir düzeyini korumaya çalışıyor.
Bugün kan, gözyaşı, acı üzerinden şirketlerin istifledikleri paralar, çiftçi ve işçilerden sömürdükleridir. Biliniyor. Göğü delecek füzeler gibi yükselttikleri kulelerinin temelinde çiftçiler ile güvencesiz işçiler yatmaktadır. Gizlenemiyor.
Köyde kalan çiftçi umutsuz, kente göçen çiftçiler ise mutsuz. İşçileşen çiftçiler taşeronlaştırılmış, kölelik koşullarına mahkûm edilmiş durumda. Çiftçiler için köyde kalmak da dert, kente gitmek de dert. İşçi ve köylü birlikteliği ise her zamankinden daha önemli hale gelmiş, orta yerde duruyor.
Özgür Gündem