“Tarihsel deneyimlerden biliyoruz ki, kriz ile önemli sosyal değişimler arasındaki nedensellik ilişkisi dolaysız değildir, siyasi aktörlük olmadan herhangi bir alternatifin gelişmesini beklemek “kendiliğindenci” bir kaderciliği beraberinde getirir”
Mart sonunda Notabene yayınlarından çıkan “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği” kitabının yazarları Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen, Marksist kriz teorilerine ve kriz tartışmalarına ilişkin soruları yanıtladı. Akçay ve Güngen, kapitalizmin 1970’ten bu yana kesintisiz bir krizde olduğuna ilişkin kabulün kaba yorumunun 2008 krizinin tam olarak anlaşılamamasına yol açtığını belirtiyor. 2008’i kapitalizmin nihai krizi olarak değerlendiren yaklaşımların, kriz ile sosyal değişim arasındaki ilişkinin dolaysız olmadığı ve siyasi aktörlük olmadan herhangi bir alternatifin gelişmesinin beklenemeyeceği gerçeğini ihmal ettiğini belirten yazarlar “kriz gelsin, hükümet düşsün” gibi bir formülün hem politik olarak hem de ampirik olarak doğru olmadığını vurguluyor
***
Kitabınızda son dönem Marksist kriz teorilerine ve tartışmalara yer vermişsiniz. Bu tartışmalardaki pozisyonunuzu biraz açabilir misiniz?
Ümit Akçay & Ali Rıza Güngen: Söze başlarken öncelikle şunu belirtmek gerekir; 2008 krizi ve sonrasındaki tartışmalar iktisat disiplini açısından neoklasik teorinin ne kadar hayattan kopuk olduğunu bir kez daha gösterdi. Dolayısıyla kitapta, kriz konusunu konuşmaya başlayan herhangi birinin, gerçekliğe biraz daha yaklaşmak istiyorsa istese de istemese de Marksist kriz teorileriyle hemhal olmak zorunda olduğunu ileri sürdük. Bu alandaki son tartışmalara eğilmemizin temel nedeni şuydu: Her ne kadar Marksist analizler, neoklasik analizlere göre çok daha doyurucu bir çerçeve önerseler de, genellikle önerdikleri çerçevenin içini doldurmada önemli eksikliklerinin olduğunu gözlemledik. Burada üç temel pozisyonu eleştirmeye çalıştık. Bu eleştirileri yaparken amacımız, tartışmalara bir “son nokta koyma” iddiasından çok, eleştirel siyasal iktisat geleneğinin birikimlerine sahip çıkmak ve bunu ilerletmek idi.
Eleştirmeye çalıştığımız yaklaşımların ilki, kapitalizmin 1970’li yıllardan itibaren kesintisiz bir şekilde krizde olduğu yönündeki analize dayanıyor. Bu analizin benimsediğimiz yönü, kapitalizmde uzun dönemli yapısal bir eğilim olarak kar oranlarının düşmesi yönünde sistematik mekanizmaların varlığıdır. Benimsemediğimiz yönü ise, bunun bir eğilim olduğu ve karşı eğilimler tarafından dengelenebileceğinden hareketle, 1970’lerden itibaren kar oranlarının düşmekte olduğu dolayısıyla da kriz içinde olduğumuza dair vurgudur. Çünkü ABD’deki kar oranlarına baktığımızda, 1980’li yıllarda sermayenin karşı saldırısı sonrasında yükselmeye başladığını görüyoruz. Meselenin bir diğer yönü, 1970’lerden itibaren sürekli krizin içinde olduğumuz argümanı, güncel krizin önemini, öncekilere benzeyen ve onlardan farklılaşan yanlarını çok da ciddiye almadan, incelikli olmayan analizlerin yapılmasına yol açabiliyor. Bu ise öncelikle kriz sürecinde emekçi sınıfların stratejilerinin derinlikli bir analiz olmadan geliştirilmesi tehlikesine yol açabilir. Sonuç olarak söyleyebileceğimiz, 2008 krizini doğuran birincil nedenin kar oranlarının düşmesi olmadığıdır.
İkincisi eleştirimiz ise Marksist analizin kendisinden çok, bu analizi yapanlarda olan yaygın bir eğilim idi. O da her yaşanan krizi, “bu kapitalizmin krizidir” şeklinde tanımlayan, bunu yaparken bolca Marks’a referans veren, ancak içinden geçmekte olduğumuz sürecin özelliklerini yeterince incelemeye değer bulmayan bir yaklaşım. Gerçekten de güncel krizi açıklama iddiasında olan makaleler ve kitaplarda, 2000’li yıllarda gelişen yeni finansal mimari gibi meselenin kurumsal yanına dikkat çeken, borcun ve riskin metalaşması gibi yeni dinamikleri analiz eden ya da işçi sınıfının bu yeni finansal mimari tarafından içerildiğine işaret eden çalışmaların bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda olması bizi bu çalışmaya yöneltti. Kitapta, bu yaklaşım sonucunda, herhangi bir ciddi kriz analizinin krizin nedenleri kadar krizin nasıl ortaya çıktığına dair de tutarlı bir analizinin olmasını, yani krizin mekaniğini de açıklaması gerektiğini savunduk.
Üçüncü eleştirimiz de krizin muhtemel sonuçlarına ilişkin, 2008 krizinin “kapitalizmin nihai krizi” olduğu yönündeki analizlere ilişkindi. Bu analizlerin temel sorunu kriz ile sosyal değişim arasında neredeyse otomatik bir ilişkinin olduğunu varsaymaları. Oysa tarihsel deneyimlerden biliyoruz ki, kriz ile önemli sosyal değişimler arasındaki nedensellik ilişkisi dolaysız değildir, siyasi aktörlük olmadan herhangi bir alternatifin gelişmesini beklemek “kendiliğindenci” bir kaderciliği beraberinde getirir. Bunların ötesinde kitapta, önümüzdeki dönemde kriz sonrasında ortaya çıkan toplumsal enerjinin kurucu bir iradeye dönüşememesi durumunda yaşanacak olanın “daha fazla neoliberalizm” olabileceğini ileri sürdük.
Finansallaşma tespitini, sadece Marksistler değil, diğer yaklaşımlar da yapıyor. Ancak genellikle üretimden kopma olarak algılanıyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Finansallaşmayı, sermayenin karlı mahreçlere erişimi için harekete geçirilmesi sürecinde giderek finansal piyasaların ve aktörlerin önem kazanması olarak tanımlamak daha uygun. Dönüşümü üretimden kopma olarak algılamak üretim alanıyla finansal alan arasında olduğu varsayılan mesafeyi abartmak anlamına geliyor. Çalışmamızda ABD’de krizin oluşumunu daha önce finansal hizmetlere erişimi olmayanların bu piyasaya dahil edilme sürecinde oluşan mimariyi göz önünde bulundurarak açıkladık. Burada vurguladığımız nokta faiz getiren finansal işlemlerin emek-sermaye ilişkisinin tarifinde giderek önem kazanmasının yeni bir yapılanmayı ifade ettiği. Bu mimari son derece karlı finansal işlemlerin gelecekte elde edilecek artı değerin bir kısmına el konulması düşüncesi ile kurgulandığını gösteriyor. Burada bir dolayım söz konusu ancak bu üretimden kopma değil, üretimde süregiden sorunlara ve kar oranlarının düşme eğilimine karşı bir “kayıtsızlık görüntüsü” yaratılması.
Kitabınızda uzun uzun ABD krizini ele almışsınız. Şu anda 2008 krizi bitmiştir diyebilir miyiz? Tekrarlama ihtimali var mıdır?
ABD’de 2008 krizinin etkileri halen sürüyor. Krizden sonra hızla artan işsizlik oranları aradan geçen 5 yıl sonra düşmeye başladı ancak hala kriz öncesindeki seviyenin yukarısında. Diğer yandan emek piyasalarında yapısal bir dönüşüm yaşandı. Zaten Avrupa ile karşılaştırıldığında çok daha güvencesiz bir çalışma hayatının hüküm sürdüğü ABD’de krizden sonra yaratılan yeni istihdam genellikle düşük ücretli işlerde oldu. Buna ek olarak istihdamın içinde de tam zamanlı işlerden yarı zamanlı işlere doğru önemli bir kayma gerçekleşti. Yani kriz sonucunda ABD emek piyasaları daha esnek hale getirildi, reel ücretler düşürüldü. Bu iki gelişme, aynı zamanda ABD sermayesi için krizden çıkış koşullarını da yarattı. Şimdilerde itidalli bir ekonomik büyümenin tutturulduğu görülüyor. Ancak burada kritik olan şu: ABD’de kriz öncesinde krizin patlak vermesine neden olan finansal mimaride herhangi bir değişim olmadı. Örneğin ABD’nin en büyük 5 bankasının finansal sistemdeki payı kriz öncesine göre daha da yükselmiş durumda. Dolayısıyla, ABD krizden emekçilerin yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi pahasına bir ölçüde çıkmış sayılsa da, 2008 çöküşünü yaratan nedenler olduğu gibi durduğu sürece, ortada krizin tekrarlamaması için herhangi bir neden yok diyebiliriz.
Avrupa krizinin ABD’deki kriz ile benzeşen ve farklılaşan yanları neler?
Avrupa krizinin ABD ile benzeşen tarafları sınırlıdır. Örneğin İspanya ya da İrlanda’daki kredi genişlemesi ile oluşan balonun patlamasına bakılarak bazı paralellikler kurulabilir ancak Avro Bölgesi krizi olarak tariflediğimiz, büyük oranda rekabet gücü daha az olan çevre ülkelerin girdiği krizin bir bütün olarak parasal ve ekonomik birlik düşüncesine vurduğu darbe olarak anlaşılmalıdır. ABD’de başlayan kriz, banka kurtarmalar ve kredi piyasasındaki çöküş arka planında çevre ülkelerin tahvillerinin daha az rağbet görmesi ile birlikte bir kamu borç krizi ortaya çıkarmış ve Avrupa’da krizin ikinci aşaması olarak ele aldığımız dönemde bu ülkelerin borçlarını ödeyemeyeceği düşüncesi bütün Avrupa ekonomisinde daralma ve yeniden yapılanma tartışmasını tetiklemiştir. Krizin Avro Bölgesi’ndeki ağır seyrinin arkasında finansal alandaki devasa genişleme ile birlikte kurumsal düzlemde mali bir birlik olmadan parasal birlik yaratma düşüncesinin yarattığı çelişkiler yatıyor.
Kitabınızda tartıştığınız temel konulardan biri, neden krize neden olan neoliberal politikaların krizden sonra revize edilmeden uygulanmaya devam ettiği üzerine. Neoliberal politikalar neden gücünü koruyor?
Bunun temel nedeni neoliberalizmden ve bu politika demetinin yarattığı krizlerden zarar gören toplumsal kesimlerin henüz somut bir alternatif yönelimi politik olarak inşa edememiş olması. Krizler sermaye için silkinme anlamına gelir ve yeniden yapılanma adı altında fırsatlar yaratabilir. Bunun koşulu emek gücünü satmaktan başka çaresi olmayanların ya yeterince örgütlenmemiş olması ya da sermaye projelerine karşı farklı bir ekonomik-politik sistemin temel ayaklarını somutlaştıramayışıdır. ABD’de sınırlı finansal düzenlemeler ve Avro Bölgesi’nde gözden geçirilen mali kurallar ve rekabetçi ekonomi adına hedeflenenler, bu koşulların sağlandığı durumlarda krizden çıkışın ancak finansal piyasaların yeniden işlerliğinin sağlanmasıyla mümkün olacağı inancının yaygınlığını gösteriyor. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak ekonomik kriz ve çöküşler yöneten sınıfların ahlaki ve entelektüel önderliğini otomatik olarak zayıflatmayabilir. Son altı yıldır gördüğümüz biraz da budur.
2008 krizi sonrasında dünya genelinde bir isyanlar dalgasının başladığına tanıklık ediyoruz. Bu bir tesadüf mü yoksa krizle bağlantılandırabilir miyiz?
Occupy hareketi, Akdeniz havzasındaki isyan dalgası ve ayaklanmalara karşın, neoliberal politikaları geriletmekte henüz bir başarı sağlanmamıştır. Kriz kapitalizmin beslendiği kokuşmuşluğu ortaya çıkardıkça sisteme yönelik radikal eleştiriler daha görünür ve duyulur olmuştur ancak ekonomik krizlerle toplumsal hareketlenmeler arasında birebir ilişki varmış gibi davranmamak gerekli. Daha görünür eşitsizlik ve içinde debelendiğimiz yoksulluğun bizi başkaldırıya götürmesi ancak bu başkaldırıyı olanaklı kılacak bir örgütsel ağ varlığı ve ilişki demetinin parçası olmakla mümkün. Kriz bizleri isyana sevk eden bir eğik düzlem yaratsa da sonucun isyan olup olmayacağı geçmiş mücadelelere, kazanımlara, politik-örgütsel birikimlere ve alternatif örgütlenme kanallarının yaratılmasına bağlı.
Avrupa’da inanılmaz boyutlara çıkan işsizliğin ve Güney Avrupa’daki mücadele birikiminin bu ortamı yarattığını görüyoruz. ABD’de etkisi sönümlenen Occupy hareketi, İngiltere’deki kent ayaklanmaları ya da Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da toplumsal patlamaların hepsini birden ekonomik krizin uzantısı olarak görmek kolaya kaçmak olur. Ancak ekonomik krizin etkisi olduğu da muhakkaktır. Kitabımızda sistem içi dönüşüm ve reformun imkansızlığını vurguluyoruz. Reform kanallarının tıkanmışlığı ve ağır kriz koşullarında politika tepkilerinin neoliberalizm doğrultusunda biçimlendirilmesi toplumları yeni ayaklanmalara da gebe kılıyor.
Kriz süresince Avrupa’da çok önemli direnişler oldu, hatta Yunanistan’da sol, ciddi bir alternatif olarak ortaya çıktı. Bu bağlamda Yunanistan’daki gelişmeleri biraz daha açabilir misiniz?
Yunanistan’da sol-sosyalist ve komünist yapılanmaların iktidar olasılığının doğduğu bir ön devrimci durum gözlemledik. Syriza benzeri deneyimler birlikte mücadele ile ciddi oy oranlarına ulaşılabildiğini gösterdi ancak başta Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası finansal kuruluşların müdahalesi ile bu “tehlike” şimdilik bertaraf edildi. Yunanistan hem borç yapılandırması açısından hem de toplumsal mücadele deneyimleri bakımından bir laboratuar özelliği arz ediyor.
Yunan emekçiler krize karşı alınan önlem adı altında ağır hak kayıplarına uğradılar. Üstelik ülkenin boynuna geçirilen ilmeğin ileriki yıllarda gevşetilmeyeceği oldukça açık. 2012’de modern kapitalizmin gördüğü en büyük borç yapılandırması bireysel yatırımcıların büyük indirimleri kabul etmesiyle Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nde tutulmasını hedefledi. Ancak ekonomik daralmanın üstesinden gelinemediği koşullarda artık ilk takastan muaf tutulan Merkez Bankaları ya da Avrupa Merkez Bankası gibi kuruluşların büyük kayıplara uğrayabileceği kurumsal ya da resmi yatırımcıların dahil olduğu bir borç yapılandırması gündeme gelebilir. Syriza’nın 2013’te söylemini daha da yumuşatması ve Avrupa ile borcun çevrimini yeniden tartışmayı önermesi manidardır. Devrimci yapılanmalar büyük kopuşları ve alt üst oluşları önlerine koyabilecek bir güce erişmelerine karşın geleceğe ilişkin kaygılar ve yaşanan trajedinin daha ağırlaşması ihtimali tavizlere yol açabilmektedir. Yunan devrimcileri büyük bir atılım sergilemelerine karşın yeniden yapılandırmayı henüz engelleyemediler. Önlerinde iki seçenek var: Syriza’nın yaptığı üzere Yunanistan’ın Avro Bölgesi içinde toparlanması sürecini daha emek yanlısı politika önlemleri içine yerleştirmek için uğraşmak ya da bütün “gerçekçi davranmama” damgasına karşın Avro’dan çıkış, borcu ödemeyi reddediş ve sistemden radikal kopuş olanaklarını hayata geçirmeye çalışmak.
Kitapta son olarak 2014 başına kadar Türkiye ekonomisindeki son gelişmeleri değerlendiriyorsunuz. Şubat ayından bu yana güncellemenizi gerektiren bir gelişme oldu mu?
Türkiye ekonomisinin temel dinamikleri açısından güncellemeyi gerektirecek bir durum yok. İhracatın ve yerli üretimin ithalata bağımlı yapısı ve bununla paralel gelişen para ve döviz kuru politikaları varlığını sürdürüyor, işsizlik artmaya devam ediyor, ekonomik büyüme temposundaki azalma ve enflasyondaki artış trendi sürüyor. Kitapta FED’in miktarsal genişlemeyi aşamaları olarak azaltmasının sonucunda krizin yeni mekanının Küresel Güney olabileceğini ve Türkiye’nin de bu süreçten etkilenebileceğini öngörmüştük. Belki işaret etmemiz gereken nokta, Avro Bölgesi’ndeki deflasyon riskinin daha da belirginleşmesinin nispeten yeni bir gelişme olduğudur. Daha doğrusu yeni olan deflasyon riski değil, Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın, bu riske karşı her türlü önlemi alacaklarını ve bu önlemler arasında FED tarzı bir miktarsal genişlemenin de olabileceği idi. Dolayısıyla eğer böyle bir gelişme olursa, hükümetin bir kez daha borçlanmanın kolaylaştığı bir konjonktürün yaratacağı kısmi rahatlamadan yararlanabileceğini eklemek gerekebilir. Ancak bu yaşansa bile, 2015’de ABD’deki faizlerin artmaya başlamasına kadar, ana doğrultuyu etkileyecek nitelikte bir gelişme olmayacaktır diyebiliriz. Dolayısıyla, teorik bölümde işaret ettiğimiz vurguyu burada da yenileyebiliriz. “Kriz gelsin, hükümet düşsün” gibi bir formül hem politik olarak hem de ampirik olarak doğru değildir. Geniş toplum kesimlerinin çıkarını gözeten bir yönetim değişikliği için maalesef kestirme bir yol görünmüyor.
Bu yazı sendika.org sitesinden alınmıştır.