Veda mektupları ve “maceracılık” – Bihterin Okan

Önce maceracılık tanımlaması üzerinde durmakta yarar var. Bir tarife göre, oldukça rahat koşullar içinde yaşarken, bu rahatlıktan bir nebze sıkılmışlığın da etkisi ile farklı şeyler yaşamak, riziko almak, daha da ileri gidersek heyecan yaşamak, sıkıcı hayatı renklendirmek babında girişilen eyleme “maceracılık” diyoruz.

***

Sanki farklı örneklermiş gibi algılansa da, aynı duyarlılıklardan kaynak bulan, farklı intihar eylemlerinden söz etmek istiyorum.

***

Madam Curie’yi hatırlayalım. Nobel ödüllü radyoaktiviteyi bulan fizikçi ve kimyager  bu kadının ölümü, aşırı dozda radyasyona maruz kalmasından dolayı, kan kanserinden olmuştur. Madam Curie yaptığı çalışmanın ona yakın bir ölümü hazırladığını bilecek kadar aydın bir insandı.

O, bireyi topluma feda etmişti.

***

Türkiye’de nerede ise 70 günü bulan açlık grevleri, ölüm oruçları yapıldı. Kimilerine göre intihar eyleminden öte bir anlamı olmayan bu eylemler sonucunda bedenlerinden başka silahları olmayan tutsak insanlar adeta tarih yazdılar. Burada rafine ideolojik kavrayış ve tercihlerine, açlık duygusuna yenilmeden, ısrarlı davranarak, sonuna kadar bağlı kaldılar. Bugün, içlerinde hayatta kalanlar olsa dahi, asla iyileşmeyecek hastalıklarla hayatlarını sürdürmek zorundalar.

Onlar, bireyi topluma feda ettiler.

***

Çernobil reaktöründeki kazayı hatırlayalım. Kaza sonrası, reaktördeki sızmayı önlemenin ve durdurmanın tek yolu, reaktöre girerek, müdahale etmek idi. Orada bulunan insanlar, ”İçeri girerseniz, kaçınılmaz olarak öleceksiniz” uyarılarına rağmen reaktöre girerek, içerden yapılması gereken müdahaleyi yaptılar. Daha sonra da öldüler.

Onlar, bireyi topluma feda ettiler.

***

Daha yakın bir tarihe gelelim. Afrika’da, Sierra Leone, Gine ve Liberya’da süren Ebola salgını, yavaş yavaş yeryüzüne yayılırken, ABD bu ölümcül hastalığa karşı aşıyı laboratuvarlarında üretti. ABD sadece daha büyük kazançlar elde etme adına aşıyı piyasa sürmeyerek, vahşi kapitalizmin şanına yaraşır bir örnek davranışta bulunuyor. Buna karşın dünyanın çeşitli yerlerinden sağlıkçılar bölgeye giderek, gönüllü hizmet veriyorlar. Genellikle ebola virüsü onlara da bulaşıyor. Ülkelerinde rahat koşullardaki muayenehanelerinde, tam teşekküllü hastanelerde çalışmak dururken, kalkıp salgının olduğu yerlere gitmek ve orada hayat kurtarmaya çalışmak da başka bir intihar eylemi değilse nedir?

Onlar ama bireyi topluma feda ediyorlar.

***

Son zamanlarda sıkça veda mektupları alıyoruz. Hatırladığım, bir veda mektubunu onlarca, onlarca yıl önce Deniz yazmıştı, Hüseyin de yazmıştı, Mustafa da yazmıştı, 17 yaşındaki Erdal da yazmıştı, hep yazmışlardı çocuklar, daha 25’lerine varmamış bu genç adamlar sabaha karşı idam edilmeden önce bizlerin yıllar sonra okuyabildiğimiz veda mektuplarını kaleme almışlardı. Darağaçlarının soğuk gölgesinde.

Bu mektupları yazanlar her nedense yürekleri solda çarpanlardı, ben sağcı bir eylemcinin ölmeden önce bir mektup bırakarak, yaptığı eylemi savunduğunu duymadım. Neden acaba?

Son haftalarda ilk mektubu 30 yaşındaki Sosyolog Paramaz’dan aldık, sonra 27 yaşındaki İranlı Reyhane Cebbari Melayeri bize veda mektubunu ulaştırdı. Ve son olarak 28 yaşındaki yüksek lisans öğrencisi Kader Ortakaya vedasını bir mektup ile yaptı.

Fırtınalı birey olma yaşlarını tamamlamış, genç birer yetişkin iken ölüme giden insanların her birinin en önemli ortak noktası bana göre şu idi:

Birileri tarafından onlar adına yanlış kurgulanmış ve ayaklarının altına sürülmüş dünya projesini tekmelemeleri.

Dünyanın bir çok yerinde ama şu anda en çok Rojava’da, Kobane’de bir halk dişini tırnağına takmış, kafa kesen, tecavüz eden bir sürüye karşı mücadele veriyor. Belki de, Kobane’de insanoğlu, tarihinin bugüne kadarki en masum, en temiz direnişlerinden birini veriyor.

Sosyalizmi doğru okumuş, doğru öğrenmiş halkın çocukları bu direnişe destek vermek için, haklının yanında durmak için, farklı noktalardan yola çıktılar. Boğaziçi Üniversitesi gibi ülkenin en prestijli üniversitesinde okumuş Nejat Ağırnaslı, seçtiği Paramaz adı ile, aslında öğrendiği ve alt yapısına bir dantel inceliğinde işlediği sosyalist enternasyonalist bilince nasıl sağlıklı sahip olduğunu göstermemiş mi idi?

Nejat Suphi’ye ”maceracı” demek kimin haddine düşer?

Onun yetiştiği aile, çocukluğunu geçirdiği ortamı eğer bir parça biliyorsanız fark etmiş olmalısınız. Türkiye gibi bir ülkede sosyalist gelenekten gelen bir ailenin bu genci, çocukluğundan itibaren geçirdiği hayatın ağır koşullarına rağmen ürkmek, geri durmak bir yana, doğru bildiğinden şaşmadan kendisi adına kurduğu hayatı da farklı kurgulamamıştı.

Ülke aynı ülke, devlet aynı kalleş devlet idi. Kendisi adına ideolojik olarak yaptığı bu seçimde sadece kararlılık ve inanmışlık olduğu daha ne kadar açık olabilir?

Nejat Suphi’ye ”maceracı” demek kimin haddine düşer?

Bir kaç gün önce ise Kader’den bir mektup aldık. Yüksek lisans öğrencisi, Siverekli bir Kürt kadını Kader Ortakaya. Yüzünden fışkıran hayat ateşine daldım gittim. Mektubundan çok yüzündeki ışığı, gözlerinin pırıltılarını okumaya çalıştım. Hani güya yıldızlara uğurluyoruz ya ölülerimizi, oradaki yıldızlardan bir çifti Kader’in gözleri midir acaba?

Kader de bir mektupla ayrıldı yeryüzünden.

Her biri birer kararlılık ifadesi olan bu satırlarda, ben, karşılarına hayatlarını almak üzere çıkan düşmana dik durarak ve gerekirse canını vererek direnmeyi okudum. Siverekli bir Kürt olarak onun, Siverek’de, orada hangi koşullarda, neler yaşayarak büyüdüğünü tahmin edebiliyor musunuz? Devletin saldırılarına karşı, sadece direnerek yaşanabildiğini Kader zaten doğumu ile öğrenmemiş mi idi?

Sanatçıların oluşturduğu bir zincir ile Suruç’tan Kobane’ye geçerken, nişan alınarak, çatışmanın olmadığı anda nişan alınarak öldürülen Kader, yüksek lisans öğrencisi, aydın bir kadın,

Kader Ortakaya’ya ”maceracı” demek kimin haddine düşer?

6 bin adet zeytin ağacını kesen bir devlete direnen, yerlerde sürüklenen, ağaçlarına sarılarak sahip çıkan, dövülen, çitleri keserek eylemlerini sürdüren köylü kadın ve erkeklere…

”maceracılar” demek kimin haddine düşer?

Soma’da yerin altında göz göre ölüme terk edilen sayıları bile meçhul arkadaşlarının ardından eylemler yapan, çatışan işçilere…

”maceracısınız” demek kimin haddine düşer?

Her gün koca dayağı yiyen, öldürülen kadınların, gerektiğinde kendilerini savunmak için saldırgan adamı cezalandırmalarına…

”maceracılık” demek kimin haddine düşer?

Burada sözü Reyhan’a getirmek gerekiyor.

İranlı Reyhan, şeriat mahkemesinin eline düştüğünde 20 yaşında idi. Adli bir vaka imiş gibi görünen bu olayda, bir toplum, bir devlet, bir sistem yargılandı. Tecavüz edenin yargılanamadığı bu sistemde Reyhan, kendisini savunacak, arkasında durabilecek bir güç bulamadı. Erkek egemen bir devletin, kadını zaten itekleyen ve ona sadece perde arkasında rol biçen bir sistemin kurbanı edildi.

Reyhan ölmedi, Reyhan katledildi. Reyhan ölümü seçmemişti. Fakat eğer yazdığı mektubu tekrar okursanız, insanlığın mağlubu Reyhan olmadı. Alnının akı ile çıktığı bu davada muktedir olan devlet, yani Reyhan’ın hayatını alanlar, tarih önünde katiller olarak kayda düşüldüler.

Reyhan’a ”maceracı” demek kimin haddine düşer?

Aydın birer devimci olarak, özgür iradeleriyle direnişe destek amaçlı gittikleri Kobane’de öldürülen Paramaz Nejat Suphi, Kader Ortakaya’yı maceracılıkla

suçlayanlar; soru size.

Reyhan nasıl bir maceracılık şaşkınlığına düşmüştü acaba?

Asıl çıkış noktası bireyi topluma feda etmek olan bu yüce düşünce giderek bugün bu kayıplarımızda, cana kastedene karşı durmak anlamını da ifade ediyor. Bu karşı duruşun mutlaka pek çok yolu vardır. ”Meşru Müdafaa” olarak, ”uygar ülke” hukuk sistemlerinde yeri olan bu paragraf ile birlikte, saldırgana ”dur” demek için ve kendinizi savunmak için gerekirse siz de silaha sarılabilirsiniz.

Bu kadar açık, basit bir kuraldan yola çıkarsak, komşunuza yapılan bir saldırıda, pencerenizi, kapınızı, perdenizi kapatıp, içerde üç maymunu oynayabilir, maceracılığa düşmez, yardıma gideni ve öleni eleştirebilirsiniz.

Bu durumda sadece bir birey olursunuz.

Cani kapınızı çalıncaya kadar, virüs size bulaşıncaya kadar da bu tutumunuzu devam ettirebilirsiniz.

Siz siz olun, aman birey olmaktan vazgeçmeyin, fedalara dudak bükün!

Bireysel maceralar yaşamak, adı üzerinde bireyin pek hoşuna giden bir durumdur. ”Acun Ilıcalı” patentli yarışmalarla bu duygularını ama yaşayarak, ama ekran başında heyecanla izleyenler için, Madam Curie’den Paramaz’a toplum için bireyin ”FEDA” edilişini anlamalarını beklemek ne kadar gerçekçi, doğrusu pek bilmiyorum.

”Bir koyup üç almak, pazara mal koyup karşılığını mutlaka fazlasıyla almak” ideolojilerinin aktörleri için yukarıdaki örneklemeler bir anlam ifade eder mi acaba?

Kuşkusuz toplum için gerektiğinde bireyin kendisini feda etmesi durumu yüksek bir bilinç gerektiriyor. Bir başka etik duruş gerektiriyor.

Topluma dair önemli laflar ettiklerini sananların asıl çuvalladıkları nokta da burası zaten. Söyledikleri sözlere kendileri de inanmayarak, eylemlilik içinde hayatı değiştirmeye yürüyenlere, eylemsizlik önermek, sürekli tepeden bakarak ” dur” işareti göstermek. Çünkü onların gelenekleri farklı. Onların feda düşüncelerinin tarihsel köklerinde Gaza ve Cihad vardır. Gaza ve Cihad ise sonuç itibarı ile talandır. Yani bir koyup, üç almak.

Curie’den Paramaz’a, onlar ta başından itibaren dönüşü olmadığını bilerek girdikleri bu yolda, kimseye bir cesaret dersi verme derdinde olmadan, mütevazı, sade, sessiz ölüme gittiler.

Onların ardından yazılacak, her yazı bir parça utanç, silme dolu bir kahır, yüze vurulan birer tokat olarak yazılacaktır.

Onlar bedenlerini ve ruhlarını teslim ederken bizler her an biraz daha ruhları darp edilen, kayıplarımızın çetelesini tutan ve acıları ile kavrulan büyükleri olarak bizler, giderek, sözün gücünü yitirdiğini fark ediyoruz.

Kafa kesmelere güzellemeler yazıldığı bir dünyada, ölümlere güzelleme yazmak bizim işimiz olamaz. Çocuklarımızın dünya bahçesindeki renklerini solduran her bir saldırı ile bizler de biraz daha karanlığa sürükleniyoruz.

Yaklaşan büyük ölüme kişisel olarak bedenlerini siper ederek, insanlığın büyük yürüyüşünde birer onur bayrağı olarak dalgalanan her bir kaybımızın önünde saygı dolu bir suskunluk. Bu yolda kararlı ve dirençli yürüyüş. Yapabileceklerimizin en azı belki de bu.

Son sözü sevgili Sezai söylesin;”

çocuklarımız o dağ senin bu dağ benim koşarken

hayatta kalışımızdan başka üstlenecek suçumuz yok.”

Sezai Sarıoğlu

 

Kasım 2014

Yoruma kapalı