Türkiye’de iktidara geldiği günden bugüne AKP ve onun lideri Tayyip Erdoğan, ABD’nin Ortadoğu politikalarına paralel olarak ‘bölgesel lider’ ve hatta ‘dünya lideri’ hayalleri kurdu. Buna karşın bugün Ortadoğu’da prestijini kaybetmiş ve yalnızlaşmış, krizli bir hasta adam gerçekliği ile yüzleşiyor
ABD’nin 21.yüzyıl Ortadoğu stratejisi olan bölgesel fetih hareketlerinde önden inisiyatif alarak Ortadoğu’nun yeni dengelerinde alt-emperyalist bir güç gibi konumlanma AKP’nin dış politikasının temelini oluşturuyordu. ABD’nin Ortadoğu’yu uluslararası sisteme entegre etme hedefinin mezhepçi bir temelde uygulanmaya koyulması, AKP gibi Sünni mezhepçi bir iktidar için fırsat olarak görüldü. AKP’nin komşularla ‘sıfır sorun’ politikası, ABD’nin Ortadoğu stratejisine paralel olarak ‘aktif dış politika’, ‘geçmişten gelen bakiyemiz’ ve ‘yeni Osmanlı’ gibi söylemlerle saldırgan bir dış politikaya çevrildi. AKP’nin bu temeldeki mezhepçi dış politikası dışarıda Şii iktidarları hedef alırken içeride de faşizme bulanmış bir şekilde kendisine muhalif olan herkesi hedefe oturttu.
AKP’nin ‘aktif dış politikası’nın krizi Suriye’de derinleşti ve çökme noktasını çoktan geçti. Arap Baharı’nın önceki duraklarında olduğu gibi Esad’ın da çabuk düşeceğini düşünen AKP, daha önceki atıllığı göstermemek için(Libya’daki müdahale kararsızlığı) payını kapmak için saldırgan bir politika izledi. Yeni Osmanlıcılık argümanlarıyla Suriye, dost ülke olmaktan çıkıp nüfuz alanının hedefine girdi. Ancak Suriye’de muhaliflerin hızla erimesi ve cihatçı teröristlerin güçlenmesi dengeleri değiştirdi. ABD, cihatçı çetelerin gelişmesi karşısında Esad ve Rusya-Çin-Irak blokuyla masaya oturdu. ABD’nin Suriye politikası değişmiş tehdit algılaması Esad’dan IŞİD ve El Nusra gibi cihatçı örgütlere kaymıştı. Buna rağmen AKP iktidarı bu süreçte savaş çığırtkanlığını ve cihatçı çeteleri desteklemeyi bırakmadı. IŞİD, Suriye sınırlarını aşıp Irak’ta Musul’u ele geçirip bu bölgede hilafet ilan edince işin ciddiyeti küresel güçler açısından kaçınılmaz şekilde anlaşıldı. Artık bu cihatçı çetelerin desteklenmesine göz yummak olası değildi. Türkiye’nin bu cihatçı çeteleri ısrarla desteklemesinde Esad rejimine karşı düşmanlığının yanında asıl olarak Suriye’deki Rojava bölgesindeki Kürt yönetimlerini etkisizleştirme isteği yatıyordu. AKP’nin ülke içerisindeki krizli durumunda elinde kalan tek ve en büyük projenin çözüm süreci olduğunu düşünürsek Rojava’nın AKP açısından ne ifade ettiğini de anlayabiliriz.
Çözüm süreci denilen süreç başından bu yana Rojava ile bağlantılı yürüdü. AKP’nin hedefinde Türkiye’deki Kürt Hareketi ile çatışmasızlık durumuna geçerken çeteler aracılığıyla Kürtlerin Suriye’deki akrabalarını yok etmek vardı. Kürt Hareketi de Rojava’yı korumak ve AKP’yi oradan uzak tutmak için defalarca krize girmesine rağmen bu süreci yürüttü. Ancak bugün geldiğimiz noktada çözüm sürecinin geleceğinin Rojava’dan özel olarak Kobane’den geçtiğini artık herkes biliyor. Kobane’nin en yoğun IŞİD saldırılarına maruz kaldığı 6-7 Ekim tarihlerinde Türkiye’deki kitlesel serhildanların boyutu bu gerçeği herkese gösterdi. “Kobane ile bizim ne alakamız var?” diyenler bugün “Kobane Suruç’un akrabasıdır sessiz kalamayız” demek zorunda kaldı. AKP iktidarı Suriye politikası ve özel olarak Rojava politikası yüzünden bölgesel ilişkilerde giderek izole oldu. AKP’nin kaderi “usta” lideri Tayyip Erdoğan’ın kaderinden ayrı değil.
Tayyip Erdoğan: Dünya lideri mi? Hasta adam mı?
AKP’nin Türkiye’de iktidara geldiği dönemden bu yana Tayyip Erdoğan’ın liderlik karizması partide her zaman öne çıktı. Tayyip Erdoğan nezdinde bir önderlik kültü bir mutlak güç algısı yaratıldı. Türkiye’deki iktidar alternatifleri bakımından seçeneksiz bir durumda defalarca seçim kazanan ve siyasi, toplumsal projelerini zorlanmadan hayata geçiren Tayyip Erdoğan dış politikada da Ortadoğu halklarının kahramanı görüntüsü oluşturmaya çalıştı. Gittiği Ortadoğu ülkelerinde kitlesel gösterilerle karşılanan Tayyip Erdoğan kendisini küresel emperyalistlere ‘bölgesel lider’ olarak pazarladı.
ABD’nin ve diğer küresel güçlerin Ortadoğu dizaynında köprü olma model ülke olma misyonunu başarıyla yürüteceğine şüphe yoktu. Ancak işler hızla tersine döndü. 2011 yılından itibaren iktidarının en büyük savunucularından olan liberaller tarafından bile otoriterleştiği yolunda eleştiriler almaya başladı. Tayyip Erdoğan eleştiriye önem vermeyen daha doğrusu eleştiriden nefret eden birisi olarak bunları tabi ki önemsemedi. Türkiye’de kendisine muhalif olan bütün kesimlere koyu bir faşizmle saldırdı. Toplumu kendi İslamcı-piyasacı ideolojisi etrafında dönüştürmek için attığı adımlar ciddi yıkımlara ve bunun yanında tepkilerin birikmesine neden oldu. 2013 yılında Taksim’de patlak veren Gezi Direnişi işte bu yıkımların ve biriken tepkilerin üzerinde yükseldi. Tayyip Erdoğan’ın faşist yüzünün tüm dünya tarafından görünür olmasını sağlayan isyan o güne kadar Tayyip Erdoğan’ı iç siyasette en çok sıkıştıran olaydı. Ardından ‘Yeni Türkiye’ diye sundukları rejimin inşasında ortak oldukları Cemaat ile ciddi bir savaşa girişti. Yolsuzluk ve rüşvet skandalı, Tayyip Erdoğan’ın iç siyasetteki yönetme krizini de derinleştirdi. Tayyip Erdoğan içeride bu krizlerle uğraşırken dışarıda da her gün giderek daha da yalnızlaştı. Bölgesel güç iddialarından değerli yalnızlık uydurmalarına geçildi. Tayyip Erdoğan gittiği Ortadoğu ülkelerinde artık kitlesel sevgi gösterileriyle karşılanmıyordu. Bölgesel ilişkilerde giderek izole olan AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan artık geri dönülmez bir yerde.
Tayyip Erdoğan ‘bölge lideri’, ‘dünya lideri’ gibi hayaller görürken dünya kamuoyu tarafından ‘hasta adam’ olarak tanımlanmaya başlandı. Son olarak özellikle Kobane politikaları ile tüm dünya kamuoyunun oklarını üzerine çekti. Tayyip Erdoğan, eski dostu Amerikan Başkan Yardımcısı Biden’ın ağzından cihatçı çeteleri desteklemekle suçlandı. Uluslararası medya Tayyip Erdoğan’ın kibrini ve öfkesini hastalıklarla tanımlamaya başladı. Kobane’de IŞİD çetelerine karşı gösterdiği direnişle tüm dünyanın sempatisini kazanan Kürtlere karşı düşmanca politikaları ve IŞİD’e toleranslı tavrı artık dayanılmaz bir boyuta vardı. ABD’nin köklü dış politika gazeteleri her gün ABD’nin Türkiye’ye karşı sabrının bittiğinden ve Tayyip Erdoğan’ın başarısızlıklarını bahsediyor. Tayyip Erdoğan bölgesel ilişkilerde izole oldukça düşman gördüğü Kürtler yükseliyor.
Son olarak BM Güvenlik Konseyi seçimlerinde AKP’nin bölgesel yalnızlığı bir kez daha gün yüzüne çıktı. Seçimleri kazanmaya kesin gözüyle bakmalarına rağmen dost bildikleri ülkeler(Suudi Arabistan, Katar) bile Türkiye’nin konseye seçilmemesi için İran ve Mısır ile birlikte çaba sarf etti. AB’ye üyeliği tam bir muammaya dönüşen AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan BM’den de umduğunu bulamadı. Uluslararası ilişkilerde yalnızlaşan Türkiye’nin bu sırada IŞİD ve Libya’daki İslamcı El Hasi ile diplomatik ilişki kuran ilk ülke olması AKP’nin diplomatik başarıları(!) arasında.
Kürtler ise tüm bu krizler içerisinde Ortadoğu’da gittikçe daha da güçleniyorlar. 2 yıl önce kurulduğunda önemsenmeyen Rojava bugün tüm dünyanın gözünü diktiği bir konumda. AKP’nin en büyük düşman gördüğü Kürt Hareketi bölgesel ilişkilerde her gün daha da yükseliyor. Tayyip Erdoğan’ı yerden yere vuran gazeteler PYD’nin bölgesel ilişkilerdeki yerine dikkat çekiyor. ABD tam bir ‘U’ dönüşü yaparak ve Türkiye’yi de buna zorlayarak Kobane’ye destek vermek zorunda kalıyor. ABD ile PYD arasında resmi temasların başlaması Tayyip Erdoğan’ın en büyük kâbusunun da gerçek olması anlamına geliyor. Bu yüzden sert bir şekilde karşı çıktığı tampon bölgeden Peşmergelerin geçişini ABD’ye biz önerdik demek zorunda kalıyor. Bölgede tek müttefiki olan Barzani, Tayyip Erdoğan’ın son umudu. Ama Duhok’taki görüşmeler gösteriyor ki Barzani de Tayyip Erdoğan’ın imdadına koşmak konusunda istekli davranmayacak. Tayyip Erdoğan hem içeride hem dışarıda çözümsüz krizlerle çevrelenmiş durumda. Partisinin ve iktidarının kaderini kendi kaderiyle birleştiren Tayyip Erdoğan tepe aşağı giderken bunların hepsini de kendisiyle birlikte götürecek. Hayaller ‘dünya lideri’ de olsa gerçekler ‘hasta adam’.