Maraş katliamı ve vahşetin yeni çağrısı

Sinan Gorgan ***

1978 Maraş Katliamının Dersleri

Alevi Katliamları ve “Sosyal Demokrasi“nin iktidarsızlığı
Mal, mülk, zenginlik aktarımının aracı olarak katliam, korku ve adaletsizlik
Katliamların kaldıracı olarak kullanılan “küçük adam“ın ön yargıları ve açgözlülüğü
Beterin beteri var, günümüzün koşulları, toplumdaki derin gericileşme ve siyasal İslam’ın militanlaşması / askerileşmesi nedeni ile daha da kötü

Utanmazlığın bu kadarı olmaz. Vicdansızlığın bu kadarı olamaz. T24’ün haberi şöyle:

“DİHA’nın haberine göre, ırkçı grupların devlet desteği ile 19-26 Aralık 1978’de Maraş’ta Alevilere yönelik gerçekleştirdiği katliam 36’ncı yılını geride bırakırken, demokratik kurum ve kuruluşlar da katliamın faillerinin ortaya çıkarılması ve katliama tepkilerini dile getirmek amacıyla alanlara inmeye hazırlanıyor.

Bunun yanında ırkçı grupların provokasyonları da aralıksız bir şekilde devam ediyor.“

“Maraş’ın kent merkezinde kim tarafından asıldığı belli olmayan afişlerde, katliamın gerçekleştirildiği mahallelerin başında gelen Yörük Selim Mahallesi’ne yürüyüş çağrısı ’19 Aralık’ın yıldönümünü Yörük Selim Mahallesi’ne yürüyerek kutluyoruz’ şeklinde yapılırken, hazırlanan afişlerdeki ‘Türk ırkı sağolsun’ yazıları dikkat çekiyor.“ (T24 İnternet gazetesi, 18 Aralık 2014)

Vicdan, ders alma, utanma, pişmanlık.

Hak getire!

Yok!

Maraş’ta hamile kadınların deşilmesi, kol-bacakların nacak ile parçalanması, evlerin ve insanların diri diri yakılmasından bu kadar yıl sonra, “saldırganlar“ nezdinde bir hesaplaşma, bir tür iç hesaplaşma, pişmanlık olacağını mı düşündünüz?

Olaylar sonrasında, mahkeme süreçlerinde, bu tarihin her hangi bir anında -naif bir biçimde- “artık hiç değilse aralarından biri vicdana gelir ve nedamet getirir“ diye aklınızdan geçirdiniz mi, nafile umdunuz mu?

Çok beklersiniz. Daha çok zaman boşu boşuna umarsınız.

Bir tanesi, evet yalnızca bir tanesinin bile öne çıkıp, “yanlıştı“, “üzgünüm“ demesini hiç beklemeyin. Böyle bir vicdan yok.

Ermeniler, siz de ummayın.

Süryaniler, sizler de böylesi bir şeyi boşuna beklemeyin.

Kürtler, hayale kapılmayın.

Pontuslular, Türkçe konuşan Rumlar, Yahudiler geçin bu boş ve karşılıksız beklentileri.

Siz ve diğer tüm bu topraklar üzerinde can, kan, mal yitirenler, geleceği karartılanlar, soyu kurutulanlar, iffeti kirletilenler… Boşuna ummayın.

Özür yok.

Pişmanlık yok.

Vicdan yok.

Sizin başınıza gelenler ile ilgili olarak, suç’un ve olayların birinci dereceden sorumluluları hiç bir zaman pişmanlık duymayacaklar. Nedamet getirmeyecekler.

“Hata idi“ demeyecekler, diyemeyecekler.

Olayların ve suç’un ikinci dereceden sorumluları da öyle yapmayacaklar.

Üçüncü dereceden, dördüncü dereceden sorumluları da böylesi bir davranış göstermeyeceklerdir.

Boşuna, ham hayaller ve beklentiler içine girmeyin.

Olmaz.

Olabilemez.

 

Değerli okuyucum.

Dur burada, bir yol nefes al. Nefes ver.

Yanlış anlamaya mahal verme.

Bu yazı bir nefret ve intikam tiradı değildir.

Bu bir, “intikam alarak hesaplaşın“ çağrısı asla değildir. Tersine hesaplaşmanın gerçekleşmesi için olabildiğince gerçekçi ipuçlarını bulmaya, bizlerin yanılgılara kapılmasını engelleyerek, (gerçek / toplumsal / demokratik) hesaplaşmayı sağlamaya yönelik olanak ve koşullara işaret etmeye çabalayan bir yazıdır.

Maraş katliamı: kim hazırladı, kim planladı ve kimler uyguladı?

Hepiniz oradaydınız ulan!

Son dönemde sıkça tekrarlanan bir söz oldu bu.

Bunu, Selahattin Demirtaş Meclis kürsüsünden konuşurken söyledi.

Tarihsel sorumluluktan kaçanlar için söyledi.

Sorumluluğu, sahici olmayan bir biçimde diğerlerinin üzerine yıkıp kaçmaya, bahane uydurmaya yeltenenler için söyledi bunu.

Suç başka başka, suçlu aynı

Maraş katliamı ve diğer tüm katliam suçlarının failleri de bu çabayı (sorumluluktan kaçma, suçu başkasının omuzlarına terk etme) gösteriyorlar. Her zaman. Her olay için. Israrla ve yüzsüzlükle.

Oysa, suçlular hep aynı, hep benzer.

Hepiniz oradaydınız ulan!

1915’te de, Kürt isyanlarını bastırırken de, 1934’te Trakya’dan Yahudileri sürerken de, 1938 Dersim katliamını yaparken de, 6/7 Eylül olaylarında da, 16 Mart öğrenci katliamını yaparken de, 1978 ve sonrası Sivas, Malatya, Çorum, Elazığ, Tokat, Maraş katliamlarında da, 1993 Sivas katliamını yaparken de, 2000 yılında cezaevlerinde devrimcileri zorla “hayata döndürken“ de, hep birlikte idiniz, hep vardınız.

Bir aradaydınız. Hepiniz (hep) oradaydınız ulan!

Siz, dönemlere göre değişiklik gösterseniz de, başka hükümet isimleri, iktidar biçimleri alsanız da ve maskeler taksanız da, kılık ve kıyafetleriniz, silahlarınız değişse de… Hep aynı güruhsunuz.

Siz katliamcılar ve suçlular:

…Sizler sömürücü ve egemenlersiniz.

…Sizler, egemenlerin tetikçileri, vurucu güçleri, zor aygıtlarısınız, istihbaratçılarısınız, bürokratlarısınız.

… Sizler, egemenlerin ve onların denetiminde avanta sisteminin, zor aygıtlarının, bürokrasiyi idare edenlerin çanak yalayıcılarısınız. Sizler, onların saldırı gücüsünüz, gönüllü ordususunuz. Katliamın maşalarısınız. Sizler, din, inanç, gelenek bahanesinin / motifinin paravanı arkasına saklananlarsınız. Sizler talancı ve zor alımcılarsınız.

Doğrudan talan edemediğinizde; sürgüne, evini-toprağını terk’e zorladıklarınızın mallarını, mülklerini üç kuruşa ucuza kapatmakta ustasınız.

Devran dönüyor, zaman geçiyor ama sizler ve tarzınız değişmiyor. Her dönem aynı şey: talan ve adaletsiz biçimde üstüne geçirme.

Mal, mülk edinmenin, zenginleşmenin biçimi olarak -katliam, kan dökme, korkutma sonucunda- zor alım, ele geçirme talan, yok pahasına ucuza kapatma

“Bağlarbaşı Camii imamı Mustafa Yıldız cuma vaazında şu “öğütleri” vermişti:

“Oruç tutmak namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunan Alevileri ve CHP’li Sünni imansızları temizleyeceğiz.” (Bianet, 16 Aralık 2008)

Maraş katliamını salt muhafazakar kitlelerin “gönüllü kullandırılan bir gerici refleksi“ olarak görmemek gerek.

Diğer yandan, ırkçı-faşist kitleleri “büyük olaylarda“ harekete geçiren saiklerden birisi de “talan dürtüsüdür“, “yarar“dır.

Bu geleneksel olarak da böyledir.

Anadolu ve Trakya’da hangi katliamdan söz açarsak açalım içinde talan, zorla mal edinme, gasp, mülkiyetin zor alımın rast geliriz.

Sivas, Erzurum, Edirne, İstanbul, Maraş, Antep, Kastamonu, Samsun, Trabzon, Tokat, Gümüşhane, İzmir, Aydın …

Hangi şehir olduğu hiç fark etmez.

Hristiyan halkların katliama maruz kaldığı, sürüldüğü her şehrin, her yörenin eski tapu kayıtlarına bakınca bile hemen göze çarpan bir gerçektir bu.

Şu an bizlerin oturduğu evlerin, sahip olduğumuz arsaların, ekip-biçtiğimiz tarlaların yalnızca 4-5 kuşak eski tapu kayıtlarına bakmak bile bize çok şeyler anlatabilecektir.

Maraş’ta da bir oranda bu faktör etkilidir.

Geleneksel olarak dağlık arazileri, orman yörelerini mesken tutan Alevi nüfus, devletle ve Sünni unsurla araya coğrafi mesafe koymaya çalışmış ve olabildiğince az temas içinde kalmayı gözetmiştir.

Maraş’ta, özellikle Ermeni halkın sürülmesi sonrasında, Aleviler, yavaşça ova yaşamına ve özellikle de ticaret yaşamına, esnaflığa geçmişlerdir.

Maraş’ta, dünya gözü açık Alevi toplumunun, toplumsal hayatta ilerlemesi, Sünni köylülük, şehir yoksullarının ve esnafın belirli bir tepkisini üretmiştir.

“Pazarcık Ovası’nda pamuğun değer kazanması, tarımla geçinen Alevilerin zenginleşerek Maraş merkezine yerleşmesi, zengin Sünnileri tedirgin ediyordu. Alevilerin sosyal yaşamda aktif yer alması, daha önce sağ kesime ait olan ‘statü’ye ortak olmaları, hatta zenginlikte onları geçmeleri büyük rahatsızlıklara yol açıyordu. Bu rahatsızlıklar zaman zaman “Maraş sağcıdır, burada sol barınamaz” şeklinde dışa vurdu. O günlerin meşhur diğer bir sloganı da “Maraş’tan ses gelmiyor”du.“ (Radikal gazetesi, Maraş katliamı MİT planıydı, 22/12/2011)

Maraş olayları, bir Pentagon, CIA, yerli Gladio, MİT ve MHP provokasyonudur elbette.

Ama bu planlamalar sonrası harekete geçirilen muhafazakar kitleler, elbette dini önyargıları / düşmanlıkları / anti-komünist duyguları dürtülerek etkilenmiştir.

Ancak, bunun yanı sıra katliama eşlik eden bir “talan“ hırsı da söz konusudur.

Hatta, olaylar öncesinde katliama katılanlara, Alevilerin malları, evleri ve zenginliklerinin teklif edildiği, bunun için sözler verildiği de söylene gelmektedir.

“Gaza“, “cihad“ kavramları, Hristiyan halkların tehcir ve katliamlarında olduğu gibi kısmen de olsa Alevi katliamlarında göz önünde bulundurulması gereken bir kültürel / ideolojik yan / alt motiftir.

Gaza ve cihad kavramları “öteki“nin talanını, zor alımını ve gaspını da bir ölçüde içermektedir.

Elbette, bu olayları yalnızca (tek başına) bu kavramlarla açıklamak ne kadar doğru değilse, bu faktörleri ele almadan açıklamaya çabalamak da o denli yanlış, eksik olur.

Maraş olayları hangi tarihsel kesişme anında ve noktasında meydana geldi?

1978’de “iki kutuplu dünya“da yaşanmakta idi.

Güney Amerika’da Pentagon’un CONDOR harekatı planı ile faşist darbeler dönemine geçilmesi süreciydi.

1975’te başlamış olan Lübnan iç savaşı binlerce hayata mal olmakta, büyük yıkım getirmekteydi.

1978’de Afganistan, 1979’da İran “dünya düzeni“nin dışına çıkmışlardı.

Zülfikar Ali Butto’nun, 1977’de cuntacı General Ziya ül Hak tarafından devrilmesinden sonra Pakistan bir siyasi kaos içinden geçmekteydi. (Butto, 1979 yılında idam edilmiştir.)

İran’ın da sistemden kopması ile NATO’nun bir uzantısı olan, Türkiye’nin de içinde olduğu CENTO çökmüştü.

ABD manipülasyonu ve onayı ile Irak’ta Saddam iktidara taşınmaya hazırlanmaktaydı, ancak, sonrasında da sular henüz durulmayacaktı. Irak’ta geniş kitle tabanı olan komünistlerin tasfiyesine ve katline de ayrıca ihtiyaç vardı.

1967-74’te iktidarda bulunan Yunanistan askeri cuntası sonrasında, NATO’nun güney- doğu kanadının önemli unsuru olarak bu ülkede, Pax-Amerika’nın huzurlu istikrarı henüz güvence altında değildi.

Türkiye’de deprem vardı. Faylar çatırdıyordu. Ülkenin bu zamana kadar görmediği düzeyde, bir alt-üst oluş değilse bile, değişim rüzgarı esmekteydi.

“Kır“ nüfusu hızla çözülmekte idi. Milyonlar metropollere akmakta idiler. Kır nüfusu hızla gerilemekte, metropollere gitmeyenler en yakındaki şehirlere göçmekte idiler.

Ayrıca, Sol ve Sosyalist güçler hızla taban kazanmaktaydılar.

Pax-Amerika’nın bu nadide ülkesi, Sovyetler Birliği’nin bu sınır ülkesi, bölgenin kilit ülkesi maazallah “sistemden“ kopabilirdi. Süreç durdurulmalı, değilse yavaşlatılmalı idi.

  1. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın düzenini belirlemiş olan “Yalta Konferansı“nın (Churchill, Stalin, Roosevelt) kararlarına hep sadık davranan Sovyetler Birliği, zamanında, büyük savaş sürecinde ve onun ertesinde, Yunanistan’daki ve Yugoslavya’daki partizan savaşlarıyla oluşan komünist seçeneklere itibar etmemiş, onlara destek olmamıştı.

Ama, varsayalım ki Türkiye’deki bu değişim o raddeye ulaşırsa, Sovyetler aynı metaneti yeniden gösterir miydi?

NATO güçleri, paralelindeki uluslararası GLADİO ve ayrıca Pentagon, sürece müdahale etmeye ve aynı anlama gelmek üzere “ortamın soğutulması“ için, ülkeyi düdüklü tencereye koyup ısıtmaya, kaynatmaya karar verdiler.

Olayların akışı: Maraş katliamından aktarımlar, resimler

“Saldırılar sonucunda resmi verilere göre 150 kişi öldürüldü, 176 kişi yaralandı, Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakıldı. 100’e yakın işyeri tahrip edildi. Resmi olmayan beyanlara göre ise ölü sayısı 500’e yakındır. Şeyh Adil Mezarlığı’nda topluca defnedilen kurbanların defin yerinin tam olarak neresi olduğu ve defin tarihinde dini tören yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir.” (Vikipedi)

“Basına ve kamuoyuna yansıyan iddialara göre, olayların ardından istifa eden dönemin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı katliamın açığa çıkartılması için özel bir ekip görevlendirdi, hazırlanan ayrıntılı rapor İçişleri Bakanlığı’na sunuldu, ancak raporun içeriği gizli tutuldu. Raporda katliamın planlayıcılarının “26 seyyar piyango bayisi görünümünde şehre geldikleri saptanmıştır” denildiği ve Bahçelievler katliamı sanıklarından Ünal Osmanağaoğlu, Haluk Kırcı, Bünyamin Adanalı, Ahmet Ercüment Gedikli gibi isimlerin katliamın yaşandığı günlerde Kahramanmaraş’ta olduklarının kaydedildiği öne sürülen iddialar arasındadır.” (Vikipedi)

22 Aralık gecesi faşistler Sünni mahallelerinde “ertesi gün solcu Alevilerin silahlı saldırı yapacağını” anlatarak, kitlesel biçimde silahlanılmasını sağladılar. 23 Aralık’ta Kahramanmaraş’taki olaylar karşılıklı çatışma boyutunu tamamen yitirerek, bütün solculara ve Alevilere dönük bir kıyama dönüştü.

24 Aralık’ta ilan edilen sokağa çıkma yasağına, yalnızca, kendi can güvenliklerini bile sağlayamayan güvenlik kuvvetleri uydular. Günden güne tırmanan gerginliğe ve valiliğin 21 Aralık’tan beri yinelediği taleplerine rağmen kente askeri güç gönderilmemişti. Saldırıların polis kuvvetlerine yönelmesi üzerine, “polis-halk çatışmasını önleme” gerekçesiyle 23 Aralık sabahı kentteki bütün polisler de görev dışı bırakıldı. Bu koşullarda 24 Aralık günü, faşistlerin çevre köy ve ilçelerden getirdiği silâhlı grupların takviyesiyle, kıyam insanlık dışı boyutlar kazandı. (Bianet, 16 Aralık 2008)

Darbeye hazırlık ve zemin döşemek olarak ülkenin 12 Eylül 1980’e kadar “düdüklü tencere“de hızla ısıtılması, kaynatılması

NATO ordularının doğrudan işgali koşulları için “neden / bahane üretilmesi“ olanağı, seçeneği zordu.

Bu, zaten iki kutuplu dünya konjonktürü içinde neredeyse imkansızdı.

Ayrıca, “açık müdahale“ye illa gerek de yoktu.

Ülke zaten, bir NATO ordusunun, TC ordusunun “gizli işgal“i altında idi.

Bu güç, yani TC ordusu, devreye sokulursa sorun çözülebilirdi.

Yan güçler, yardımcı unsurlar zaten oluşturulmuştular, eğitilmiştiler.

Bunlar, MHP milisleri ve yerel gericilik güçleri, Kontrgerilla’nın (Seferberlik Tetkik Kurulu / Özel Harp Dairesi) gizli (+gönüllü) elemanları idiler.

Bunlar, “komünizmle mücadele dernekleri“, Ülkü Ocakları, MTTB türü yapılar üzerinden, GLADİO’nun anti-partizan savunma konseptlerine göre hazırlanmıştılar.

Ülkedeki sosyal / siyasal dönüşüm, kır’ın süratle çözülmesinin ve kent nüfusunun da, dolasıyla geleneksel davranış / kültür / düşünme biçimlerinin hızlı değişmesi ve “değerler sisteminin“ alt-üst olması sonucu, işler artık kontrolü güç bir “nokta“ya doğru “koşmakta“ idi.

Dönüşen güçlerin çoğunluğu, demokratik ve devrimci fikirlere açık hale gelmekte idiler.

Bu sektör, yani devrimciler ve demokrasi güçleri hızla, derin olmasa da yaygın bir örgütlenmeye ulaşmakta idi.

Bu engellenmeliydi.

Bunun önüne bir set, bir barikat çekilemiyorsa, o halde süreç aşırı hızlandırılmalı, kontrol dışına çıkarılmalı, toplum hızlı ve aniden ısıtılmalı, kaynatılmalıydı.

Tempo aşırı yükseltilmeli, arabanın düzenli sürüşü / kontrollü seyahati yerine, araç şarampole yuvarlatılmalıydı.

1978: Anti-faşist mücadele, anti-kapitalist programı kısmen örtecek ölçüde gündemi doldurdu

Kır’ın çözülmesinin de tetikleyici etkisi ile yerleşik değerler sistemi, çözülüyor ve değişiyordu. Gelenekler tercihler ve siyasi duruşlar başkalaşıyor, dönüşüyor, ayrıca demokratik, toplumcu fikir sistemlerine olan yakınlaşma artıyordu.

İşçi sınıfı, olağandışı sayılacak miktarda hareketlilik göstermekte idi.

Küçük işletmelere kadar yayılan bir sendikal hareketlenme söz konusuydu.

Dışa bağımlı yerli kapitalizm, bir “yaşam ve gelecek projesi“ olarak artık sorgulanıyor, inandırıcılık sınırları hızla aşınıyor, eriyordu.

“9 Işık“ ve “Adil Düzen“ ile bu arayışlara verilmeye çalışılan cevaplar ise toplum içerisinde yeterince tutmamıştı.

CHP’nin ortanın solu ve “Ak günler“ yönelimleri, sosyalist solun işaret ettiği seçenekler karşısında yeterince ikna edici değildi. Düzen dışı eğilimler yayılmakta ve etkinliğini tedricen arttırmaktaydılar.

1978 yılı içerisinde, gençlik/öğrenci hareketlerine; ülkücüler, Kontrgerilla güçleri, POL-BİR tarafından yapılan saldırılar yayılmış, silahlı çatışmalar çoğalmıştı. Kurtarılmış bölgelere ayrılmış mahalleler giderek yayılmıştı. Birçok alanda “öz savunma“lar kurulmuştu.

Sokaktaki çatışmaya, solun verdiği cevap küçümsenmeyecek kadar militancaydı. Faşist hareket ve devlet yanlısı gerici çevreler sokakları soldan kurtaramayınca yapılabilecek tek şey kalıyordu: orduyu devreye sokmak.

1978: Devrimciler sokak hakimiyetini sivil faşist güçlere ve devlete vermediler.

Devrimci hareketler, sosyalist güçler kendi içlerinde bütünlüklü olmasalar da, geniş öbeklerde toplanmış olmasalar da, büyük bir direniş kurmuşlardı.

Örgütlenme taze ve deneyimsiz olsa da büyük bir karşı koyuş söz konusuydu.

Örneğin 1931/33 sürecinde Almanya’da Nazi hareketi iktidara yürürken ve Weimar Cumhuriyetini adım adım yıkarken (Machtergreifung) karşısında oyları ve destekleri gerilemiş olsa da hala toplam % 30’un üzerinde oy alan ve 200 milletvekili çıkaran SPD-Sosyal Demokrat Parti ve KPD-Alman Komünist Partisi vardı.

Buna paralel güçlü, iyi örgütlü sendikal hareket söz konusuydu.

Buna rağmen Naziler, çabuk sayılabilecek bir sürede sokak hakimiyetini ele geçirdiler.

Türkiye’de ise bu tarihsel anıştırmanın aksine, ilerici güçler, herkes kendi köşesinden ve kendi nispeten küçük örgütlerine rağmen, yaygın bir (silahlanmış) direnç sergilediler.

Elbette tarihsel süreçler, olgular birbirleri ile doğrudan kıyaslanamazlar, asla eşitlenemezler. Ancak, bu özelliği, salt, bizlere fikir verecek bir husus olarak belirtmeyi uygun görüyorum.

Türkiye’de benzer güçte bir sol, sendikal gelenek olmamasına rağmen, sıradışı (beklenmedik) bir direniş gösterildi. Sokaklar ve mahallelerde (özellikle de büyük şehirlerde) sol ağırlıklı güçtü.

Gecekondu alanları ve “kurtarılmış mahalleler ve bölgeler“ anti-faşist direnişin odakları olmuşlardı.

Bu gidişatı bozmak için, egemenlerin yöntemi, sürecin doğal akışını bozmak, toplumu düdüklü tencereye koyup, erken ısıtmak ve kaynatmaktı.

Bu anlamda en hızlı, en çarpıcı sonuç alacakları çatlama alanlarının, toplumun en kırılgan faylarının, tarihte olduğu gibi Alevi-Sünni karşıtlığı olduğunu biliyorlardı.

Bu süreçte ve sonrasında meydana gelen Malatya, Elazığ, Çorum, Sivaş, Tokat olayları (Alevi katliamı girişimleri) bu nedenle manipüle edilmiş, gerçekleştirilmiştir.

Alevi örgütlülüğü ve direniş

Aleviler kendilerini doğrudan temsil eden (Türkiye) Birlik Partisi ile % 2,8 oy oranına ve 8 milletvekiline ulaştıkları bir siyasal mücadele dönemi geçirdiler. (1966-1981)

BP, 1970 yılında milletvekillerinden bazılarının Adalet Partisi’ne transferi gibi, içinde sağ’a doğru bakan bir karakteri hep taşıdı.

Mustafa Timisi’nin liderliği döneminde ise eski TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ı kendi listelerinden aday gösterecek şekilde sol yönelimleri de birlikte taşıdılar.

Alevileri de girdabına çeken asıl değişim ve dönüşüm 1970’lerden sonra kırın çözülmesine denk düşen süreçte yaşandı. Alevi gençliği bu döngüde en ileri koşan kesimlerden biri oldu.

Alevilerin ana gövdesi CHP’yi desteklemeyi sürdürürken, Alevi gençlik, devrimci hareket ile önemli ölçüde buluştu. Dedelerin itibarı dahil, değerler sorgulandı, elden geçirildi, terk edilmedi ise, değişmedi ise, yenilendi.

Devrimci harekete destek veren ve katılan Alevi gençler haricindeki ana kitle bağımsız taleplerini şekillendiremedi, öz örgütlenmesini ayrıca oluştur(a)madı, büyütemedi.

Alevilere yönelik katliam girişimlerine karşı devrimci-demokratik saflarda yer alan Alevi kökenli devrimcilerin, Sünni ve diğer din / etnisitelerden, ya da ateist devrimci gençlerle el ele gösterdiği direniş çok önemli oldu. Derin etkiler yarattı, derin izler bıraktı.

Bu ortak hat katliamları kısmen engelledi veya zararını sınırladı.

Maraş’ta da benzer bir durum söz konusudur. Ancak, Maraş’ta (birçok başka yörede karşılaşıldığı gibi) genel Alevi kitlesi ve devrimciler provokasyonun çapını, kapsamını tam algılayamamıştı. Boş yakalanmış olmasalar da kapsamlı bir kitlesel direniş hazırlığı yapıl(a)mamıştır. Vahşetin bu boyutlara vardırılacağı önceden adeta okunamamış görünmektedir. Yöresel örgütlülüğe sahip devrimci grupların kararlı karşı koyuşu ve halk tarafından oluşturulan barikatlar ve direniş, vahşetin yıkımını, dökülen kanın miktarını ancak bir ölçüde sınırlayabilmiştir.

“Müesses Nizam“a (Bülent Ecevit’in başında olduğu hükümete) olan nispi güven de, belli bir (rehavet denemese de), geciktirici boş beklentiye neden olmuştur.

Hep devletin, ordunun ancak üç gün sonra müdahale ettiği ve ceset toplamaktan başka bir şey beceremediğinden söz edilir ama, Maraş çevre illerindeki devrimci güçler de dışarıdan ablukayı kırıp savunmaya katılamamışlardır, yardıma koşamamışlardır.

Devrimci güçlerin siyasi uyanıklığının yetersizliği ve örgütsel çelimsizliği yanı sıra, halkın, Alevilerin, yerel / mahalli direniş güçlerinin önceden ve çatışma sürecinde kurulamamış / donatılmamış olması ayrıca söz konusu edilmelidir.

Bugüne taşınacak önemli derslerden birisi, bu noktadaki zaafları anlamak sureti ile alınabilir.

Bugün tehlike geçmiş değil

Bugün, tehlikenin (hatta) 1978’e göre (farklı saiklerle) daha büyük olduğunu, birliğin ve direniş odaklarının ise bu nispette daha diri kurulması gereğini vurgulamak yerinde olacaktır. Bu kötü zamanların “aşıldığı“, öyle ya da böyle günümüzde bir hukuk nizamının ve konsensüsün oluştuğu ya da uluslararası müdahale olanaklarının bulunduğu yönündeki naif algı, işte tam da yanlış bu algılama tarzı, bizlerin en büyük düşmanı ve kaybettireni olabilir.

CHP: Rot-balans ayarı hep bozuk, sağa bakan, sağa çeken, siyaseten hep iktidarsız

1978 Maraş olayları olduğunda, CHP bu ilde % 34 oy almıştı ve mecliste 3 milletvekili ile temsil ediliyordu (Adalet Partisi 2, MSP 1, MHP 1).

Görüldüğü üzere, sol ve özellikle Aleviler, 1978’de Maraş’ta CHP’ye oy vermektedir.

Ancak, bu desteğe rağmen, CHP ve CHP geleneği, hükümet ederken, nedense çıkan olaylara ve katliamlara bir türlü zamanında yetişemiyor, müdahale edemiyor, onları durduramıyor. Bu süreçte başka bir çok ilde de böyle olmuştu.

Olayları değerlendirebilmemiz için aşağıdaki veri ve bilgiler oldukça önemlidir:

“Maraş olayları patlak verdiğinde CHP iktidar, Bülent Ecevit ise başbakandı. Olaydan sonra CHP’nin içişleri bakanı İrfan Özaydınlı yaptığı açıklamada olayların sebebinin sol örgütler olduğunu söyleyerek partisinden büyük tepki almıştır. Sonrasında da içişleri bakanlığından istifa etmek zorunda bırakılmış, yerine Hasan Fehmi Güneş getirilmiştir. Bülent Ecevit, olayların kendisini uzun süredir direndiği sıkıyönetim talebine zorlamak için kontrgerillalar tarafından çıkarıldığını bildirdi.” (Vikipedi)

“Birçok mahallede, sokakta, evde kadın, çocuk, genç, yaşlı Alevi yurttaşlar katledilirken devlet katliama seyirci kaldı. İldeki askeri birlikler saldırganları engellemedi. Canlarını kurtarmak için askere sığınan kişileri askerlerin ellerinden alan saldırganlar onları kurşuna dizdi. Devlet Hastanesi’ne getirilen yaralılar burada öldürüldü. Maraş Katliamı tam beş gün sürdü. Devlet beş gün Maraş’ta yaşanan katliama seyirci kaldı. Maraş’ı ele geçiren faşist ve şeriatçı çeteler, ‘Kahrolsun Komünistler, Müslüman Türkiye, din elden gidiyor, Vali istifa, İçişleri Bakanı’nın kellesini istiyoruz’ sloganları ile Kürt Alevilerinin ve devrimcilerin evlerine beş gün boyunca saldırdı. Katliam sırasında Maraş’ta bulunan İçişleri Bakanı Özaydınlı ise ‘katliamın solcuların tahriki sonucu’ çıktığını iddia edecek kadar yüzsüzleşti. Özaydınlı, Türkeş’i de ziyaret ederek, katliamın mimarıyla sözde alınacak önlemleri görüştü. Oysa katliam tam da Türkeş’in istediği gibi olmuştu. Maraş’ta ‘Müslüman Türkiye’ sloganı eşliğinde yapılan katliam, 25 Aralık gecesi ancak durdurulabildi.”

(Bayram Balcı, www.dozdar.tr.gg)

Askeri güçler, polis kuvvetleri, devletin idari personeli katliam sürecinde müdahaleci, kurtarıcı olmamıştır, olamamıştır. “Beklenen güçler” asla devreye girmemiş, hatta gelmemişlerdir. Ama asıl önemlisi Hükümet, hükümetliğini gösterememiştir.

Bu konu, ortaya çıkan bütün belgelere, bilgilere, tanık anlatımlarına fotoğraf, film materyallerine ve resmi/gayrı-resmi dokümanlara rağmen, büyük bir araştırmacılık ve gazetecilik çalışmasına muhtaç durumdadır.

Bu kısmı sınırlı tutarak, asıl teze geçmek istiyorum.

Bu katliamlar aracılığı ile ülkenin destabilize edilip, kontrollü bir kaos yaratılarak ardından hükümetin düşürülmek üzere hedefe konmuş olması, hükümetin katliam sürecinde sorumluluğunu yerine getirmediği, (acı) gerçeğini örtemez.

Bu durum sıradan bir “aciziyet durumu”, hükümetin ilgili idari organları harekete geçirememe “zaaf”ı, hükümetin devletin zor aygıtlarının halkı koruyucu bir rol ile devreye sokmayı başaramaması değildir.

Bu durum ve bu belirtilen zaaflar, CHP’nin, CHP hükümetinin devlet ile ilişkisinden, devlete / iktidara bakışından kaynak bulmaktadır. “Ortanın solu” olarak, sola açılımın önüne devlet siyaseti unsuru olarak geçen CHP, her adımda, halk lehine değil, “aman devlete zeval doğar mı?” diye hep iki kez düşünmektedir.

Maraş olaylarında da NATO, CIA, Pentagon, MİT, Kontrgerilla konseptine uygun ve bu güçlerin kendi görev ve sorumluluk alanına göre bir ekip halinde (harmonik / takım oyunu inceliğinde) düzenledikleri operasyona önce bakıp sonra “sigortaları attırmayacak” şekilde uygun davranma yavaşlığı, Maraş’ta vehameti arttırmıştır.

Yani salt devlet uç aygıtlarının “eli ağırlığı” değil, salt hükümetin devlete “söz geçirememesi” değil, ya da ilgili idari / bürokratik kurumların yavaşlığı değil, yanı zamanda CHP’nin devletle olan hastalıklı ilişkisi, bu acı sonucu vermiştir.

“Olayların başladığı ilk günden ayın 26’sına kadar hem polis hem de asker kentte yaşanan katliam karşısında aciz kaldı. Hem olaylara müdahale edecek yeterli güçleri yoktu, hem de niyetleri! Olayın ikinci günü kente gelen ve eylemcilere müdahale edilmesini isteyen İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’ya 2. Ordu Komutanı İbrahim Şenocak, “Paşam, sizi severim ve sayarım ama emirleri Ankara’dan alırım” diyecekti.” (Radikal gazetesi, Maraş katliamı MİT planıydı, 22/12/2011)

Katliamdan sonra “olaylarının sebebinin sol örgüler olduğunu” söyleyen CHP / Ecevit hükümetinin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı kimdir peki?

“12 Mart Muhtırası döneminde Eskişehir ve civar İller Sıkı Yönetim Komutanlığı, Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı yapmıştır. 1977 yılında Orgeneral rütbesi ile Yüksek Askeri Şura üyesi iken kendi isteği ile Ordu’dan ayrılmıştır.

XVI. Dönem Balıkesir Milletvekilliği olan İrfan Özaydınlı aynı zamanda İçişleri Bakanlığı da yapmıştır. 24/25 Aralık 1978’de meydana gelen Kahramanmaraş olaylarından sonra İçişleri Bakanlığından istifa etmiştir. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra 1979-1982 yıllarında Nato Kuzey Atlantik Assamblesi Türk Parlemento Heyeti Başkanlığı görevinde bulunmuştur.” (Vikipedia)

Kontrgerillanın üzerine gidemedi diye, birtakım kamuoyu tarafından “mazur görülen” Ecevit’in istifa eden bakanı, anlaşılan sonrasında terfi ederek NATO’da görevlendirilmiştir.

CHP geleneğinin uzantısındaki Erdal İnönü ve SHP de, 1993 Sivas katliamında, acizlik denecekse acizlik, devlet karşısında eli-kolu bağlanmak denecekse işte o, tam da o sebepten, yine Alevi insanlarımızın ve sanatçıların yakılmasını engelleyememiştir. (Bakınız: SiyasiHaber.org, Devlete zeval gelmesin! – Sinan Gorgan)

Ancak, hemen ikna olmayın, hemencecik inanmayın, CHP’nin aciz olduğuna, bu nedenle devlet gücünü kullanamadığına veya harekete geçirmekte özürlü olduğuna.

CHP geleneğinin hükümet etme geleneğinde / hikayesinde, diğer bir deyişle Ecevit hükümetinin icraat (suç) defterinde, bir başka tarih notu daha var: “Hayata Dönüş Operasyonu” (19 Aralık 2000).

Bu operasyonda kibar politikacı Bülent Ecevit ve onun Bakanı Hikmet Sami Türk, herkese “devletin muktedir olduğunu” ve kendilerinin devlet görevinde nasıl “kararlı” olabildiklerini göstermişlerdir, ispatlamışlardır!

Hayata Dönüş Operasyonu, Türkiye’de cezaevlerindeki bazı tutuklu ve hükümlülerinin F tipi hücre sistemine ve tecrit uygulamasına direnmek için 20 Ekim’de başlattıkları açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerine karşı, 19 Aralık 2000 tarihinde, 20 cezaevine birden yapılan, 2’si asker 30’u tutuklu 32 kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin yaralandığı, yaklaşık 10,000 güvenlik görevlisi tarafından gerçekleştirilen operasyonlara verilen resmi addır. (Vikipedia) (Bakınız: SiyasiHaber.org, Yanan insan kemiklerinin çığlığı, Sinan Gorgan)

Maraş katliamının siyasal, sosyal ve ekonomik bazı sonuçları (notlar)

“O zamanın CHP milletvekili Oğuz Söğütlü, Kahramanmaraş’ta yaşananların açık soykırımdan başka bir şey olmadığını, Alevi nüfusun yüzde 80’inin kenti terk ettiğini söylemiştir.“ (Gazeteler)

“Maraş’ta Aleviler katledilerek, göçe zorlanarak, sindirilerek, solun en önemli kitlesel desteği zayıflatılmak istenmiştir. Ayrıca yaratılan iç savaş ortamı ileriki tarihlerde darbecilerin “kardeş kavgasını” önleme iddialarına gerekçe olmuştur. Bir taşla iki kuş vurmak bu olsa gerek.“ (Gazeteler)

“İlk sıkıyönetim Maraş olaylarının ardından 13 ilde (Adana, Ankara, Elazığ, Bingöl, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kahramanmaraş, Kars, Malatya, Sivas, Urfa ve Hatay illerinde) ilan edildi. Aralıklarla 12 Eylül 1980 tarihine kadar süren sıkıyönetim döneminde ülkede akan kanı azalmak yerine gitgide arttı.” (Gazeteler)

1978 Maraş katliamı. zalimler ve egemenler için bir taş ile iki kuş vurmak olmuştu. Maraş katliamı, Alevi halkımız ve demokrat insanlarımız için planlanmış acı, tehcir ve talanın rafine bir uygulaması olmuştu. Üzüldük ama yeterince ders al(a)madık. İşin başında, dersin ilk konusunda elbette değiliz ama adımlarımızı hızlandırmamız gerek. Kara bir yel daha esiyor.

 

23 Aralık 2014

 

Related Articles

Köşe Yazıları
Özcan Kırbıyık
Türk ordusu -Roboski’de- görevini samimiyetle yerine getirmiştir!
Özcan Kırbıyık

Onur Arpaçukuru
Mülkiye Biat Etmez
Onur Arpaçukuru

Ömer Gül
Her şey önce üniversitede başlar direniş de
Ömer Gül