‘90’ların ardından gördüğümüz nedir? İlk ikisi biçiminde olmasa da sündürülmüş bir Üçüncü Küresel Savaş’ın içinde yaşıyoruz.
Yugoslavya ve Kafkasya’daki milliyetçi boğazlaşmalar, Irak’ın işgali bunun örnekleriydi. Ukrayna’da yaşananlar, Ortadoğu’da süren mücadeleler de bugünün örnekleri.
Pazarların paylaşımı artık, ilk iki paylaşım savaşında tanık olduğumuz gibi, emperyalistlerin devasa militarist aygıtlarının birbirini boğazlaması biçiminde gerçekleşmiyor. Paylaşım savaşı, dünyanın neredeyse her yerinde irili ufaklı çatışmalar şeklinde sürüp gidiyor. Birinci savaş yaklaşık 10, ikincisi yaklaşık 40 milyon insanın ölümüyle sonuçlandı. Son elli yılda 60 milyon insan büyüklü küçüklü çatışmalarda hayatını kaybetti. Bu sündürülmüş bir Üçüncü Küresel Savaş’ın içinde olduğumuzun yeterli kanıtıdır.
Milliyetçi ve dinci boğazlaşmalar
Hesapta, “tarihin sonu” dünya halklarının refahını görülmemiş ölçülerde arttıracak, özgürlük çağı başlayacaktı. Peki gerçekleşen nedir? Milliyetçi ve dinci boğazlaşmalar… Bu tablo tepeden tırnağa emperyalistlerin eseridir. Uluslar ve mezhepler arasına nifak sokmakta mahir istihbarat örgütleri, kan ve gözyaşına boğulmuş mümbit coğrafyalar yaratmak için tehdit, şantaj, satın alma, ayartma, provokasyon, insanlığın tanıdığı ne kadar soysuz edim varsa tümünü devreye sokmaktan bir an bile imtina etmedi. Böylece emperyalistler her yere burnunu sokmanın meşruiyetini oluşturuyor, ardından da arsızca soruyorlar: İnsanların birbirini boğazlamasını izlemekle mi yetinelim!?
Neo liberalizmle kabuk değiştiren bugünün kapitalizmi taşeron kapitalizmidir. Sündürülmüş üçüncü küresel savaşın aktörleri de “taşeron” örgüt ve ülkeler. Vahşi kapitalizm her türlü melanetiyle sanki tarih ötesinden çıkagelmiş, işçiler ve emekçiler güvencesizliğe, ulusal topluluklar, inanç grupları kanlı bir dalaşa mahkum edilmiştir.
Emperyalist müdahaleler
Nereye ellerini atarlarsa oradan zifos fışkırıyor. Irak ABD işgalinden sonra bir türlü belini doğrultamadı zaten. Hele şimdi, yüzbinlerce Türkmen ve Ezidi, acı uzun sürsün diye enseden kesilecek başlarını kurtarmak için göç yollarındadır. Libya… Artık bir çeteler okyanusudur.
İran, Irak, Suriye ve Lübnan Hizbullahı’ndan oluşan Şii kuşağının en zayıf halkası olarak Suriye görünüyordu. Düğmeye basıldı. Sonuç alınırsa bir taşla çok kuş vurulacaktı. İran’ın Şii dünyası üzerindeki etki alanı daraltılacak, Maliki yola getirilerek Sünnilerle uzlaşmaya zorlanacak, Hizbullah’ın İran ve Suriye’den aldığı desteğin önü kesilecek, bu pastanın kreması tehdit altında olduğu düşünülen İsrail’in güvenliği olacaktı.
Senaryo mezhep savaşını kışkırtmak üzerine kuruldu. Rejimin başında Nusayri-Alevi azınlıktan Esad ailesi bulunurken, nüfus Sünni çoğunluktan oluşuyordu. Bu gerçeğe yaslanılarak Esad rejiminin bir Alevi/Şii diktatörlüğü olduğu algısı yaratıldı. ABD’nin hamiliği altında Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar eliyle devşirilmiş paramiliter güçler bu çelişkiden yararlanarak barışçıl gösterileri kısa zamanda silahlı bir ayaklanmaya dönüştürdüler. Esad kısa zamanda def edilecekti. Lakin evdeki hesap çarşıya uymadı. Esad beklendiğinden dişli çıkmakla kalmadı, önceden kestirilmesi mümkün olmayan iki gelişme ile yüz yüze kalındı. Devşirilmiş paramiliter aygıtlar IŞİD tarafından yutuldu ve Suriye Kürdistanı’nda Rojava devrimi vücut buldu. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak tam budur işte…
Öküze öykünen kurbağa
ABD daha sonra IŞİD’e dönüşecek olan El Kaide uzantılarının gittikçe güçlendiğini görerek frene basmakta gecikmedi. Ufukta görünen, Esad’dan kurtulmaya çalışırken ikinci bir Afganistan kabusuydu. Ya Tayyip ve şürekâsı? Şam’da namaz kılma hayalinin gerçekleşmesinin eli kulağındaydı. Hele bir Esad devrilsin, TIR’ların gaz pedalından ayaklarını çeker, IŞİD’i dizginlemeyi becerirlerdi. Stratejik derinlik nedir derseniz, budur işte… Öküze öykünen kurbağanın hikayesidir.
Hem ABD, hem IŞİD’le aşık atmaya kalkarken ikisine de kuyruğu kaptırmak… Stratejik derinlik budur. Şimdi Obama geniş kalçalarıyla kurbağanın üzerinde oturuyor. Yolu yok, yuttuğunu kusacak. Kıvranmaları bundan. Koalisyon’a katılma konusunda bu kadar ikircimli olmaları bundan. Belli ki hem IŞİD’in hem ABD’nin elinde belgeler var. Hizaya geçecekse işbirlikçi, efendi onu affeder. Tayyip’in son günlerde hançeresini yırtarak “askeri seçeneğe de varız” demesi bundan. Belli ki af çıkacak ama fatura ne olacak, onu hep birlikte göreceğiz. Lakin efendi uşağın ihanetini unutmaz. Türkiye’nin siyasi konjonktürü fırsat verdiği an Tayyip bordadan atılacaktır.
Tampon bölge hayaldir
Kurt puslu havayı, emperyalist kaotik ortamı sever. ABD Esad’a karşı “ılımlı unsurları” örgütleyene kadar IŞİD’in kökünü kazımayacak, tırpanlayarak el altında bulunduracaktır. Gerekirse bir enstrüman olarak tekrar kullanmak üzere… Kobanê katliam tehdidi altındayken IŞİD mevzilerini bombalamakta nazlanmanın nedeni budur. Hesap basittir. Kobanê ezilsin, Kobanê’yi ezen IŞİD’i de biz ezelim.
Tayyip ve şürekâsı buradan parsa koparma derdinde. Meclis’in kabul ettiği tezkeredeki ön şarta bakar mısınız? Koalisyona katılır, İŞİD’e karşı aktif rol üstleniriz ama sınıra tampon bölgeye evet derseniz! BM’de ne Çin ne Rusya’nın böyle bir tasarrufa evet demesi mümkün değil. Bu tam bir ham hayal. Hal böyle iken bu şart niye öne sürülür? Çaresizlikten… Sıkıştılar, kıvranıyorlar… Koalisyona katılmıyoruz deseler IŞİD’e destekleri kanıtlanacak, katılıp IŞİD’e karşı aktif rol üstlenmeye girişseler IŞİD kim bilir neleri ifşa edecek?
Davutoğlu’nun son açıklaması da bunu kanıtlıyordu. Koalisyona girecekler, askeri işlev de görecekler. Ama neye evet denirse? IŞİD, PKK ve Esad’a karşı, üçüne karşı ortak mücadeleye evet denirse. Buna evet diyen tampon bölgeye de evet der zaten. Şifresini çözdüğümüzde bu şu demek: Suriye’de bizim borumuz ötsün. Tabii artısı da var. Kürt Federe Devleti’nin etki alanı dışarda kalmak üzere, Türkiye sınırlarından Musul’a kadar olan bölgede de bizim borumuz ötsün. Aç tavuğun darı rüyası bu…
Kobanê Özgürlük Savaşıdır
El Kaide CIA’nın peydah ettiği mutanttır. IŞİD, mutandın mutasyonu. Darwin’den biliyoruz… Tür ya genetik anomaliyle üremiş varyantını doğal seleksiyonla tasfiye ederek kendini sağaltır ya da genetik anomalinin her sonraki kuşakta daha erken ortaya çıkan semptomları türün tükenmesi sonucunu doğurur. Kobanê’de IŞİD ile YPG arasındaki kavga budur. Türümüzle CIA eliyle peydahlanmış mutandın mutasyonu arasındaki kavgadır bu. YPG kazanırsa türümüzü sağaltma yolunda bir adım atılacak, IŞİD kazanırsa genetik anomali bir sonraki kuşağa daha güçlü aktarılacaktır. İşte bu yüzden söylenen doğrudur. Kobanê, esas olarak Kürtlerin değil, insanlığın özgürlük savaşıdır.
Gözlere batan diken
Mutasyona uğramış mutandın sırt sıvazlayıcısı Çankaya’da oturuyor. Dert Rojava’da filizlenen fidanı kökünden budamaktır. Rojava sadece Çankaya’da oturan zat ve onun partisi için değil, bölge devletleri ve emperyalist merkezler için de şiddetli bir baş ağrısıdır.
Cizire, Kobanê ve Efrin Kantonlarının gösterdiği nedir? Milliyetçi ve mezhepçi boğazlaşmalar olmadan da Ortadoğu’da bir nizam tesis edilebilir. Bu gerçek emperyalistlerin, bölge devletlerinin ve Türkiye’nin korkulu rüyasıdır. Ortadoğu halkları bu örneğe öykünürlerse, birleşik bir Ortadoğu Cumhuriyeti yolundan ilerlemeye yeltenirlerse, uluslararası emperyalist çetelerin ve onların çanak yalayıcısı Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin en önemli av alanlarından biri yok olacaktır. Milliyetleri, mezhepleri birbirine kışkırtarak yarattıkları kaotik ortamdan yararlanarak bölgeye müdahale etme imkanından yoksun kalacaklardır.
İşte bu yüzden Ortadoğu ölçeğinde oldukça küçük bir kasaba, nüfusu topu topu 60 bin olan Kobanê gözlerine bir diken gibi batmaktadır.
Sürünen çözüm süreci
Kuşkusuz Türkiye’nin ekstra nedenleri var. Rojava çözüm sürecinde Kürt hareketinin elini güçlendiren en önemli karttır. Hilekar kumarbaz bu kartı yırtıp atmak için el altından IŞİD’i desteklemekten imtina etmiyor. Western filmlerinden biliyoruz. Kumarbazın biri hile yapar. Önce masa devrilir, ardından silahlar çekilir. KCK, “masayı devirdiniz, silahı çekeceğiz” diyor, Başkan Yardımcısı Akdoğan hala “bu blöf ” diye efelenmeye yelteniyor.
Kürt Hareketi çözüm masasına elinde güçlü Rojava kartı olduğunu bilerek oturdu. Türkiye Esad’dan kurtulayım derken nurtopu gibi bir Rojava Cumhuriyeti ortaya çıktı, AKP aynı zamanda bu yüzden de masaya oturmak zorunda kaldı. Köprünün altından bunca su aktıktan sonra “masada oturmaya devam etmek istiyoruz” ama “hele şu Rojava’yı bir ezelim” dediğinizde hilekar kumarbazın başına gelen sizin başınıza da gelebilir. Masa devrilir ve alnınızın ortasına kurşunu yersiniz.
AKP ne yardan ne serden geçiyor. Çatışmasızlık ortamı sürsün ama çözüm sürünsün istiyor. Tam Tahtakale esnafı tutumu bu. Verdiği asla alacağını karşılamaz. Bu mümkün değildir. Hele Kobanê ayakta kalırsa hiç mümkün olmayacaktır. Kobanê ayakta kalmazsa da mümkün olmayacaktır.
Kobanê ayakta kalırsa, Türkiye’nin IŞİD’e desteği sürekli başına kakılacak, pazarlığı daha alttan almak zorunda kalacaktır. Bu mümkün müdür? Hiç sanmıyoruz. Çankaya’da oturan zatın yol göstericiliğinde yine yüksek perdeden konuşmaya devam edilecek, bir yere geldiğinde de ip inceldiği yerden kopacaktır. Son birkaç yılın gösterdiği gerçek budur. Kürt Hareketi için artık bıçak kemiğe dayanmıştır.
Kobanê ayakta kalamazsa ne olur? Savaşın başlaması büyük olasılıktır. Kürt Hareketi bu hilekarla aynı masada oturulmaz diyecek, muhtemelen ipleri koparıp atacaktır. Barış ve çözüm bir başka bahara kalacaktır.
Çözüm halkların özgücünde
Bir üçüncü olasılık var… Seçimlerde HDP’nin yaklaşık yüzde on oy almasının da gösterdiği gibi Fırat’ın Batısı’nda mayalanan halk muhalefetinin daha da güçlenerek Kürt Hareketi’yle birlikte AKP Hükümeti’ne barışı dikte etmesi. İlk iki olasılık nerede ise AKP’nin keyfine bağlı iken üçüncü olasılık haklarımızın öz gücüne dayanmaktadır ve esas yatırım yapılması gereken seçenek budur.
Türkiye’nin imajı
Şu Türkiye’nin uluslararası kamuoyundaki imajına bakar mısınız? Irak Hükümeti’nin hilafına, Kürt Federe Devleti’yle el altında iş çevirip, kaçak petrolü Ceyhan Limanı’ndan okyanuslara salan Türkiye. BM ambargosuna rağmen İran petrolünü altın karşılığı alan ya da satmaya kalkan Türkiye. IŞİD’in ele geçirdiği petrol kuyularından elde ettiği petrolü el altından ucuza alıp, IŞİD’in en önemli finans kaynaklarından biri olan yine Türkiye. Bir de bonusu var tabii. IŞİD’i askeri olarak besleyip büyüten de Türkiye.
Peki iç politika açısından dünyadaki imajı nedir Türkiye’nin? Yargıyı iktidarın sultası altına almaya çalışan bir Türkiye. Yolsuzluk soruşturmalarını yürüten polisleri hallaç pamuğu gibi atan bir Türkiye. Gezi’de dünyanın tanık olduğu üzre toplumsal gösterilere tahammülsüz bir Türkiye.
Suruç’un birkaç yüz metre ötesinde, Kobanê’de katliam tehdidi varken akrabalarının yardımına koşmaya çalışan insanları gaza boğan bir Türkiye. Velhasıl başında Tayyip’in bulunduğu iktidar kliği eliyle İslami sosla bulanmış muhafazakar otoriterizm yolunda son sürat ilerleyen bir Türkiye.
Şantiye ve Taşeron Cumhuriyeti
Peki iktisadi manzarası nedir Türkiye’nin? Öncelikle bir şantiye cumhuriyetidir. Devasa iç ve dış borç batağında debelenen Türkiye için AKP Hükümeti’nin bulduğu çözüm memleketi baştan aşağıya şantiye haline çevirmektir. AVM enflasyonu bu yüzdendir. Kentsel dönüşüm bu yüzdendir. Dağa taşa duble yol yapmak bu yüzdendir. Taksim’in ortasına, Gezi Parkı’na göz dikmek bu yüzdendir. İstanbul’un trafiğine çare olmayacağı uzmanlarca en açık bir biçimde ortaya konulduğu halde üçüncü köprüyü yapmakta ısrar bu yüzdendir.
Akla ziyan bir şekilde İstanbul’un en önemli su havzalarına üçüncü havaalanını dikmeye yeltenmek bu yüzdendir. Devasa kanal projesi bu yüzdendir. Nerede bir yeşillik varsa oraya heyula gibi bir beton yığını yapmaya girişirken, 50 santimlik fidanları memleketi ağaçlandırıyoruz diye halka yutturmaya çalışmak bu yüzdendir.
İkinci olarak Türkiye bir taşeron cumhuriyetidir. Resmi istatistiklere göre AKP Hükümeti’nin iktidara geldiği 2002 yılında 387 bin olan taşeron işçi sayısı 2011 yılında 1 milyon 611 bine ulaşmıştır. Şimdi bu rakam 2,5 milyon civarındadır. Bu rakamın önemli bir kısmı inşaat sektöründe çalışmaktadır. Sonuç nedir? Soma Katliamının hemen ardından gündeme gelen asansör kazasında gördüğümüz gibi ardı arkası gelmeyen işçi ölümleri…
Mahkum muyuz?
Türkiye’nin işçi ve emekçileri bu tabloya mahkum mudur? Mutasyona uğramış mutantın sırtını sıvazlayan bir Cumhurbaşkanı’na… Yeni Osmanlıcılık hayaliyle yanıp tutuşan bir Başbakan’a… “Çözüm süreci yürüyor” diye aklımızı alaya alan, Western filmlerinin hilekar kumarbazını çağrıştıran bakanlara… İç ve dış politikada yediği herzelerle Türkiye’nin uluslararası itibarını peş paralık eden bir Hükümet’e… Türkiye’yi taşeron ve şantiye cumhuriyeti haline dönüştüren, işçi ölümlerinin sırtından palazlanan şu kapitalizme… Gerçekten mahkum muyuz bu tabloya!?
Son birkaç yılın en önemli gelişmeleri Gezi Ayaklanması ve Rojava Devrimi’dir. Ortadoğu’nun aydınlık geleceğini bunlar temsil ediyor. İkisi el ele tutuştuğunda, bu karamsar tablo yırtılacak, Demokratik Ortadoğu Cumhuriyeti’nin yolu görünecektir.
Marx’ın soyundan geliyoruz. Marx, Paris Komünü’nde Proudhon’cu Anarşistler ve Blankistler çoğunluğu oluşturduğu halde, Komün’ü “işçi sınıfının göğü fethe çıkması” olarak nitelemekten imtina etmedi. Kürt’ün Devrimi’ne dudak bükmek bizden ırak olsun! Demokratik Ortadoğu Cumhuriyeti’ne giden yolun ışığı Rojava Devrimi’dir. Rojava Devrimi Türkiyeli komünistlerin de devrimidir. Bu nedenle, şimdi öncelikli görev Kobanê saldırısını püskürtmek için mücadele etmektir.