Tayyip Bey yine dilini tutamadı; yine “monşer” dedi; rakibini böyle aşağıladı. Bir tarafta “Beyaz Türkler”, “monşer”ler; öbür tarafta “ezilenler”, “mağdurlar”! Artık alıştık, Tayyip Bey milleti böyle ikiye ayırıyor. Patron-emekçi ayrımı gibi; şu farkla ki Tayyip Bey’in “mağdur”larının kaybedecek çok şeyleri var! Gerçek mağdurlarla ilişkisi ise, zekat alış-verişi, hediye ve çıkın dağıtımı sınırlarını aşmıyor..
Ben de bugün mağdur edenlerden, “usual suspect” haline gelmiş “Beyaz Türk”lerden söz etmek istiyorum. “Monşer”ler bunların özel bir dalını, diplomatları oluşturuyor. Haklarında bir araştırma yapmış değilim; sadece bazı anılarıma dayanacağım.. Kendim “monşer” olmadım, ama “monşer” yetiştiren bir okulda okudum ve sonra da müstakbel “monşer”lere hocalık yaptım. Kısaca nasıl “monşer” olunduğunu yaşantımla, tecrübemle çok iyi biliyorum. Şimdi çok eskilere, altmış yıl öncesine döneceğim.
1954 yılıydı; İstanbul’da, Pendik’te, yine böyle bir Temmuz sıcağında harıl harıl Mülkiye giriş sınavlarına hazırlanıyordum. Emekli bir öğretmen çocuğuydum; sınavı burslu kazanmak zorundaydım. Ülkede siyasi durum şöyleydi: İki ay önce seçimler yapılmış ve Menderes % 57,6 oyla partisine yeni bir zafer kazandırmıştı. Hızlı bir kapitalistleşme süreci yaşıyorduk; enflasyonist belirtilere rağmen henüz fazla bir şikâyet yoktu; DP’nin temel sloganı da “Ülkeyi küçük bir Amerika haline getirmek” idi. Henüz devletleri numaralamak moda haline gelmemişti.
O tarihte ülkede sadece üç üniversite, tek bir tane de Siyasal Bilgiler Fakültesi vardı. Eski ve zengin bir Mekteb-i Mülkiye geleneğinin taşıyıcısı olan bu Fakülte, Devlet’in en üst kadrolarını yetiştiriyordu. Üç şubesi olan bu Fakülte’de “İdari Şube”den mezun olanlar kaymakam ve vali oluyorlar; “Mali Şube”den mezun olanlar hesap uzmanı, maliye müfettişi vb gibi sınavlar kazanıyor, ya da Bakanlık stafını oluşturuyorlar; Siyasi Şube”den mezun olanlar da Dışişleri kadrolarını dolduruyorlardı. Sivil idare, maliye, diplomasi; bir tek generaller bizden çıkmıyordu. Kısaca Mülkiye, “monşer”lerden de öte, “Beyaz Türkler”in önemli bir kesimini temsil ediyordu ve bundan da gurur duyuyordu. Bu gurur sık sık iktidarı ve başkalarını rahatsız etse ve pahalıya mal olsa bile!
İyi de, aslında kimdi bu “beyaz Türkler”?
Senelerce içinde yaşadığım, ne olduysam sayesinde olduğum bu öğrenci gurubu hemen tamamen halk çocuklarından oluşuyordu ve son derece mütevazi koşullar içinde yaşıyorduk. Okula büyük sermaye çevrelerinden, İstanbul’un yalı ya da konaklarından gelen tek bir öğrenci bile hatırlamıyorum. Memur çocukları, öğretmen ve asker çocukları, esnaf çocukları, işçi ve köylü çocukları vb.. Daha çok orta sınıfın okuma ve öğrenme aşkıyla yanan evlatları.. Aslında oraya hepimiz de seçimle gelmiştik; atanmamıştık, “seçilmiş”lerdik; fakat bu seçim “parmak hesabı”na değil, sınava, liyakate dayanıyordu. O tarihte üniversiteye giriş sınavları yoktu; sadece İTÜ ile bizim Siyasal’a sınavla giriliyordu. Anadolu’nun dört bucağından Ankara’nın yolunu tutmuş sınıf arkadaşlarımdan her biri kendi liselerini dereceyle bitirmiş yetenekli gençlerdi. İstanbul’dan gelenler de sınıfsal köken açısından Anadolu’dan gelenlerden pek farklı değildi. Galatasaray’da okumuş, fakat sonunda Fakülte öğretim kadrosuna geçmeyi tercih etmiş dostlarımı anıyorum: Hepsi parasız yatılı okumuşlardı. Kısaca aynı hırs, aynı sorumluluk, aynı yurtseverlik duygusu.. İçimizde para hırsıyla yanıp tutuşanlar, bir an önce köşeyi dönmek isteyenler olsa bile, bunlar asla bu yüzleriyle ortaya çıkmıyor, bu tutkularını içlerinde gizliyorlardı. Talebe Derneği seçimlerinde yönetim kurulunun üç kuruşluk bütçesinin bile uzun tartışmalara konu olduğunu anımsıyorum; “ibra” sorunu sık sık gündeme gelirdi. 80’li yıllarda Özal’ı çileden çıkaracak olan teftiş tutkusu! Daha yakınlarda da Abdüllatif Şener’i kurucusu olduğu partiden sonunda nefret ettiren duygu!
Mülkiye sadece idareci, maliyeci ve diplomat yetiştirmiyordu; aramızdan önemli romancılar, ressamlar, şairler de çıktı. Erdoğan’ın son AKP Kongresi’ndeki konuşmasına bir şiirini okuyarak başladığı Sezai Karakoç da aynı sıralarda okumuş, aynı kantinde yemek yemişti. Görüldüğü gibi, sık sık yapılan bir eleştirinin aksine, öğrenci fikir hayatına tam bir çoğulculuk hâkimdi. Mahir Çayan’ların, Hüseyin Cevahir’lerin yanı sıra Özal’ın prensleri de, Ülkücü’lerin entel takımı da orada okudu. Öcalan bile devrimcilikle Kürtçülük arasındaki sorgulamalarına Mülkiye sıralarında başladı. Ve genç Tayyip Erdoğan da, eğer giriş sınavlarını kazanabilseydi, aynı sıralarda oturacak, geleceğin “monşer”leriyle, “beyaz Türk”leriyle dostluklar kuracaktı. Ne yazık ki -kendisi birkaç kez söyledi- sınavı kazanamadı; “monşer” olmaktan kurtuldu; “mağdur” olarak kaldı. Kuşkusuz yadsınamaz yetenekleri vardı; fakat kendisini bu günlere getiren yetenekleri, anlaşılan çok farklı alanlardaydı; bunların okuma-öğrenme aşkıyla ilgisi yoktu.
İşte böyle! Şimdi tekrar başa dönelim ve şu masum soruyu soralım: Tayyip Bey’in, yukarıdaki çok iyi bilmesi gereken tabloya bakarak, hiç olmazsa şimdi biraz dilini tutması, daha mütevazi bir uslup kullanması gerekmez miydi? Aralarına girmek isteyip de giremediği insanlara, şimdi biraz daha saygılı bir dil kullanamaz mıydı? Hiç olmazsa şunu söyleyelim: Eğer T. C. Başbakanı, “Monşer”ler diye küçültmek istediği diplomatlara zamanında biraz kulak verseydi, kuşku yok ki bugün IŞİD adlı katil çetesine “yapmayın, etmeyin; rehin aldığınız yurttaşlarımızı bırakın” diye ricalarda bulunmak gibi hazin bir duruma düşmezdi.
Amacım ne övgü, ne de yergiydi; ana hatlarıyla bir “monşerlik tarihi” anlatmaya çalıştım. Gerçek şu ki Mülkiye hiçbir zaman bir “kadro mektebi” olmadı. Orada her türlü fikir yeşerdi; büyük kavgalar da, büyük mağduriyetler de orada yaşandı. Malum hikâye; küçük burjuvazi müthiş bir sınıftır: kendi demokratlarını da, kendi devrimcilerini de, kendi karşı-devrimcilerini de kendisi yetiştirir. En şiddetli kavgalar da bunlar arasında yaşanır. Bunlar yaşandı ve bugün geldiğimiz noktada, ezenlerin de ezilenlerin de kimler olduğu artık çok iyi ortaya çıktı.
Geçmiş şeyler, diyeceksiniz? Doğrudur, bugün çok farklı bir tabloyla karşı karşıyayız; artık yüzlerce üniversitesi, onlarca “siyasal”ı olan bir ülkede yaşıyoruz. Söylediğim anlamda “beyaz Türkler” de, “Monşer”ler de, artık çeşitli kurumlarda yetişiyorlar. Mülkiye tekeli çoktan yıkıldı ve bu da kültürel gelişme, bilimsel rekabet açısından iyi oldu; fakat geçtiğimiz günlerde Mülkiye dekanı hakkında açılan soruşturma da gösteriyor ki, asla pes etme durumu yok; demokrasi kavgası devam ediyor. Kaldı ki kurumsal tekeller yıkılsa da, liyakat tekeli öyle kolay kolay yıkılamaz. Her sınıf eninde sonunda kendisine en layık evlatlarını bulur; kendi içlerinde bulamazsa, bunları başka sınıflardan devşirir. Erdoğan’a gelince, kendisi tam bir halk çocuğuydu; fakat kişisel ve sınıfsal kavgasını burjuvazi içinde verdi; “beyaz burjuvazi” yanında ve onun yerini almaya aday bir “yeşil burjuvazi” yaratmaya çalıştı. Hakk’ın, Allah’ın sancağı altında! Bunda da hayli başarılı oldu; fakat öyle görünüyor ki anlamadığı nokta şuydu: Aslında zafere koşan kendisi ve dayandığı sınıf değil, Sovyetlerin çökmesinden sonra coşan; “tarih bitti” diyen; “artık her şey mübahtır!” duygusuna kapılan küresel finans burjuvazi idi. Erdoğan da Müsiad, TOBB, Hak-İş vb ile el ele, bu küresel “zafer”in Türkiye’deki parsalarını toplayan ve paylaştıran siyasetçisi oldu. Doğrusu bu işi de hayli ustalıkla götürdü. Oysa şimdi süreç tersine döndü; çarklar geriye işlemeye başladı. Ve öyle görünüyor ki, AKP’nin başarısını yaratan öğeleri nasıl anlamadıysa, Tayyip Bey, partisini yıkıma götürecek nedenleri de anlayacak durumda değil. Galiba “benzeşenlerin toplaştığı” büyük meydanlarda bağırıp çağrışmalara, aynı plakları bininci kez dinlemeye daha epeyce süre katlanacağız.. Yine de altmış sene önce bile bizlere bayat gelen bu “monşer” ve “mağduriyet” edebiyatından bizleri masun kılamaz mı?