HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Kobanê’de 40 günü aşkın devam eden savaşı, Kürt siyasi hareketlerini Duhok’ta bir araya gelerek, Rojava’ya ilişkin kararlar almasını, 6-9 Ekim Kürdistan’da halkın başlattığı serhildanı ve sonuçlarını ile PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çözüm süreci kapsamında oluşturulmasını istediği 5 kişilik sekretaryaya ilişkin hükümet tarafından yapılan açıklamalara ilişkin ve Kürdistan ve Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Demirtaş’ın açıklamaları şöyle;
‘‘Kobanê etrafındaki IŞİD çetelerini vurmaya yanaşmaması, Türkiye’nin de Kobanê’ye sahip çıkma konusunda son derece lakayt, duyarsız kalması halkta bir tepkiye yol açtı. Bu tepkinin yol açtığı halk hareketi bütün dünya kamuoyunun bu konuya daha dikkatli bakmasına vesile oldu. Bu tepki aynı zamanda sıcak çatışma bölgesinde IŞİD mevzilerini vurmayan 40 ülkenin bir araya gelerek oluşturduğu koalisyon güçlerini ve IŞİD’i terör örgütü ilan edip, koalisyonla birlikte hareket etme sözüne rağmen Kobanê’ye destek vermeyen Türkiye’yi teşhir etti. Bu teşhir Türkiye’nin bugüne kadar takip ettiği politikalarda kırılmalara yol açtı AKP Hükümeti mecbur kalıp, zorlanarak Kobanê-Rojava politikasını bütünüyle -yeni ve olumlu olarak değerlendirilemese de- değiştirmek zorunda kaldı.
Bu süreçte bizde yaptığımız görüşmelerde siyasetin olanak ve imkanlarıyla bütün bunları herkese anlatmaya çalıştık. Halkın Kobanê’yi sahiplenmesinin güçlü şekilde ortaya konulmasıyla birlikte ise bütün dünya Kobanê’de olup bitenleri daha yakından izlemeye başladı. Kobanê serhildanı sonrası AKP hükümeti ve hükümete yakın yayın organlarının, Kürdistan ve Türkiye kentlerinde çıkan olayların sorumlusu olarak HDP’yi hedef tahtasına oturmasının altında yatan neden de yine Koalisyon güçlerinin ve Türkiye’nin IŞİD politikalarının teşhir edilmesidir. AKP Hükümeti kendisini zorlayan bu tutuma karşı bir yandan halkı hedef aldı, bir yandan da partimize, eşbaşkanlarımıza ve bana siyasi bir fatura çıkararak psikolojik savaş yürüttü.
Bunun siyasi maliyetini kendi cephesine artı olarak yazdırabilmek, genel seçimlere giderken HDP’yi yıpratmak ve HDP’yi Türkiye genelinde siyaset yapamaz hale getirmek istediler. Tek nedeni bu değil elbette ki, fakat özellikle psikolojik savaşın bizim üzerimizden yürütülüyor olmasının altında yatan en önemli neden belki de buradan bir siyasi kazanım elde etmek. Yani AKP kaybettiği siyasi mevziiye karşılık bir fatura ödetmek isteyerek, yeni bir siyasi mevzi kazanmak istedi. Bu da HDP’yi yıpratarak, şahsımıza dönük saldırılarla gerçekleştirmeye çalışıyor.
Hükümetin ve yakın medyanın HDP’ye yönelik saldırıda kullandığı argümanların başında Kobanê protestoları ve bu protestolarda hayatını kaybedenler oldu. Polis, asker, korucu ve Hizbulkontra-HÜDA-PAR üyelerinin saldırısıyla şiddetlenen olaylarda birçok insan devlet kurşunu ve sivil-faşist odaklarca katledilmesine rağmen hükümet bunu sadece birkaç isim üzerinden siyasi malzeme haline getirdi. Devlet kaynaklı şiddet ve ölümler ise göz ardı edildi. Sokakta katledilenlerin büyük bir kısmı bizim partimizin sempatizanı, üyesi, çalışanı ve kitlesindendir. Her ne kadar bu yönlü propaganda yapılsa da devlet; bu ölümlerin ne talimatını, ne örgütlemesini ne de teşvikini bizim yapmadığımızı çok iyi biliyor.
HDP olarak hiç bir zaman böyle bir politikamız olmadı. Demokratik siyaset, kontrolsüz bir şiddet, insanların bir birini öldüreceği vahşi katliamların yaşanabileceği çağrının içinde de olmaz, örgütlemesinin içinde de olmaz. Hayatını kaybedenlerin içinde evet, HÜDA-PAR’lı olanları var, HDP’li olanı var veya yani doğrudan siyasetle alakası olmamasına rağmen kimin öldürdüğü belli olmayan insanlar var. Bütün bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin 4 tane istihbarat örgütü var. MİT, Genelkurmay, jandarma ve emniyet istihbarat örgütleri. Bunların bütün bu olup bitenleri bilmiyor olmasının imkanı yok. Yani HDP’nin bir istihbarat örgütü yok. Yine bu cinayetlere karışan kişilere ilişkin bir gözaltı bile yok. Mesela, Antep’te eli palalı, silahlı kişiler yürüyüş yaptı. Orada 5 insan katledildi. Bunların sorumlularını bulmak çok mu zor?. Bunları bulup kamuoyu önüne, yargı önüne çıkarmak yerine bütün sorumluluk HDP’nin, bu çağrıyı yapanların deyip, bu işi de kendi açılarından bir siyasi kazanıma dönüştürmek istiyorlar. Faturayı HDP’ye keserek kendi sorumluluklarını ortadan kaldırmaya dönük bir psikolojik savaş yürüttüler.
AKP Kobanê serhildanını siyasi rant haline getirmeye çalışmaktadır. AKP Hükümeti’nin başvurduğu ilk yol ise polise daha geniş yetkiler getiren “Güvenlik Yasa Tasarısı” hazırlayıp Meclis’e getirmek olmuştur. Tasarı hükümetin en tedirgin olduğu şeyin halkın demokratik tepkilerle taleplerini ortaya koyması olduğunu ortaya koydu. Demokratik tepkileri engellemek için elindeki tüm imkanları kullanan devlet ve devlet güçlerinin yetkileri çok mu sınırlıydı?” sorusunu yöneltti. Sorduğu soruya yine kendisi “Hayır” yanıtını veren Demirtaş, tasarıyı şu sözlerle tanımladı: “Zaten güvenlik güçleri ister yasada olsun olmasın, sonuna kadar her türlü şiddeti, hukuksuzluğu kullanıyorlardı. Sanki bu yasalar çıkınca devlet çok güçlü bir güvenlik konseptine kavuşmuş gibi bir yanılsama da yaratıyorlar. Aslında zaten devlet, sınırsız bir şiddet örgütüdür. Bu şiddeti kullanırken de yasayı, anayasayı, evrensel hukuk kurallarını hiç tanımıyor. Bu güne kadar tanıdı mı ki? Ama bu yasaları çıkararak biraz daha toplum üzerinde tedirginlik uyandırmak, korku, panik uyandırmak ve mümkünse sokaktaki infazların yasal, hukuki dayanağını oluşturarak, Başbakanın çağrılarında olduğu gibi işte yüzünü kapatanı, elinde molotof olanı ‘vur’ emri vererek, bunu bizzat yasal gerekçesini oluşturulmaya çalışılıyor. Kendi güvenlik güçlerini biraz daha cesaretlendirme hamlesidir bu.
Bu tür “Güvenlik Yasa Tasarı”ları otoriter, baskıcı, tekçi devletlerin temel özellikleridir. Asıl bu tür halk hareketlerinden sonra yapılması gereken iş güvenlik tedbiri almak değildir. Demokratik devletler veya demokratikleşmek isteyen devletler, bu gibi halk hareketlerinden ders çıkarırlar, iyi sonuçlar çıkarırlar, halk neyi istiyor, demokrasi eksikliği nerededir. Dolayısıyla halkın reflekslerini giderecek reformlar yapalım diye bir tutum içerisine girmelidir. Ama Türkiye’de bir yanda demokratik çözüm süreci, demokratikleşme hamleleri tartışılırken, güvenlikçi bir bakış açısıyla güvenlik tedbirlerini arttıran devletin zor gücünü, tekelini güçlendiren bir yönelime girdiler. Bu AKP’nin aslında geçmiş hükümetlerden farklı olmadığını, meselelere sadece güvenlik tedbirli yaklaştığını gösteren önemli bir örnekti. Kobanê olayları sonrası, Kobanê direnişi sonrası yapılması gereken şey, bu halk, bir isyanını bir itirazını, bir talebini ortaya koyuyor. Halk sokağa bir talep için çıkıyor, zevk için çıkmıyor. Şimdi sen onu zorla, baskıyla bastırmaya çalışırsan başka bir yerde patlak verecek. Bunu durdurmanın imkanı yoktur. Bugüne kadar hiçbir yasa, hiçbir zor gücü, dünyadaki hiçbir haklı halk hareketini durduramamıştır. Bunun yüzlerce binlerce örneği var.
Toplumun hemen hemen bütün kesimleri var olan sorunlara çözüm üretilmesini beklemektedir. Ancak, bütün bu süreçten köklü demokratikleşme reformlarıyla çıkılamaması halinde Türkiye’yi hem içerde hem de dışarıda zora sokacak bir baskı dönemi başlayacaktır. Bu durum demokratik çözüm sürecinin ruhuna da terstir ve çözüm sürecini de bitme noktasına getirir. Bu uyarıları AKP hükümetine her defasında yaptık, fakat hükümetin demokrasi ve özgürlükten anladığı şey ile bizim anladığımız şey aynı değil. Hükümet kendini koruyacak, güçlendirecek, kendi iktidarını, kendi egemenlik tekelini daha da perçinli hale getirecek değişimi demokrasi olarak görüyor. Yani AKP Hükümeti kendini koruyabiliyorsa Türkiye ilerliyor demektir. Çünkü kendilerini yeni Türkiye’nin inşasının müttehitti olarak görüyorlar. Dolayısıyla müttehitti korursan, inşaatı da korursun anlayışıyla sürekli kendilerini koruma altına alan, toplumu korumak yerine sürekli devleti, iktidarı güçlendiren bir anlayışla aynı kısır döngü içerisinde dönüp demokratikleşme adı altında tekrardan baskıcı devleti inşa etmeye doğru gidiyorlar. Bu özgürlük ve demokrasiden ne anladığınızla ilgili bir mevzudur. AKP’nin bakış açısı, paradigması, dünyayı okuma şekli, özgürlüklere, demokrasiye ilkelere yaklaşımı son derece çıtası düşük bir bakış açısı ve perspektiftir. O nedenle kendilerini dünyanın en demokrat devleti olarak görüyorlar. Buna inanmışlar. Buna samimiyetle inanıyorlar. Yanlış bir anlayışla çözüme gitmek istiyorlar.
Sayın Öcalan bir halk önderi olarak 15 yıldır tutulduğu bir hücrede büyük bir ciddiyetle çözüm önerileri geliştiriyor. Ve bu son geliştirdiği çözüm süreci, İmralı’daki ilk çözüm arayışı değil. Daha öncede kısıtlı imkanlarına rağmen tarihi sorumluluğunun gereği olarak, önderlik ve öncülük sorumluluğunun gereği olarak üzerine ne düşüyorsa yaptı. Ve bunları büyük bir ciddiyetle yaptı. Risk alarak birçok handikabı da, kendi inisiyatifle aşarak bu günlere geldi. Yani sürecin selametini provokasyonlarla bozmaya çalışan tüm güçlere karşı kendisi büyük bir direniş gösterdi orada. Hükümette buna uygun bir ciddiyet bulunmamaktadır. AKP’nin bu kadar ciddi yaklaşan, önümüzdeki yüz yılı hesaplayıp, yüz yıllık bir çözüm politikası geliştiren bir lidere karşı yaklaşımı son derece çiğdir, ucuzdur ve basit yaklaşımlar sergilemektedir.
Şimdi bir müzakere olacaksa bunun mekanizmaları, araçları, yöntemi, usulü bunlar tartışılmadan, hayata geçmeden nasıl olacak?” Bu konuda bile hükümet son derece ciddiyetsiz ve korkak yaklaşmaktadır. Sekretarya meselesi öğle büyük bir krize dönüşecek bir mesele değil. İmralı’da görüşmeler olacaksa, bu müzakere formatına dönüşecekse, bunun yolu yöntemi bellidir. Bunun dışında bir müzakere yürütemezsiniz ki. Sekretarya olmadan, gözlemci bir güç olmadan, taraflar yol haritalarını, çözüm paketlerini bir birlerine sunmadan, bunlar tartışılmadan, tutanak altına alınmadan bir müzakere yürür mü, yürümez. Şimdi devlet biz müzakere yürüteceğiz diye yarım ağız bir beyanda bulunuyor, taahhütte bulunuyor, hem de bunun gereklerini yerine getirme konusunda inanılmaz korkak, yine siyasi çıkarlarını düşünen, o hesabı yapan bir yerden yaklaşıyor. Ama bugün İmralı’da ciddi bir mevzuyu çözmek üzereyiz. Dolayısıyla bu işin sekretaryası, gözlemci heyet, bunların hepsinin olması zaten normaldir. Kamuoyu neden tepki göstersin. Yani konuşma, diyalog, müzakere, kamuoyunun karşı olduğu, barış arayışı kamuoyunun tepki gösterdiği bir durum değil ki. Hükümet bu konuda kendi kamuoyunu hazırlamak yerine, sürekli ‘2 kişi mi gidecek, 3 kişi mi gidecek, bu gider, bu gidemez’ gibi ucuz yaklaşımlarla, gayri ciddi yaklaşımlarla meseleyi zamana yayıyor. Karşısında ki muhatabın, Sayın Öcalan’ın ciddiyetine denk bir ciddiyetle yaklaşmıyor. Hükümet bu müzakere sürecinden gerçekten de tarafların tümünün tatmin olacağı bir hıza, tutum içine bir türlü girmiyor. Önümüzdeki günlerde bunların tümü hayata geçmek zorunda. Sayın Öcalan’ın bu yönde beklentileri ile çağrıları ortadadır. Müzakerenin bir an önce başlaması için, hızla ve seri yürünmesi için kendisi hazır olduğunu belirtiyor. Muhatabı hükümet, devlet eğer bu konuda aynı ciddiyetle yaklaşırsa kısa süre içerisinde mesafe alınabilir. Önümüzdeki günler bunların hepsinin netleşeceği günler olacak.
Çok iyi biliniyor ki, Rojava devrimi başından itibaren boğulmaya çalışıldı. Türlü senaryo ve komplolarla Kobanê kuşatılmaya, Rojava tümden boşaltılmaya, boğulmaya çalışıldı. Oradaki devrim süreci daha ayakları yere basmadan bitirilmek istendi. Çünkü bölge, Ortadoğu dizaynı içerisinde Rojava gibi bir modele kendi projelerinde yer yok. Halkçı bir model, demokratik bir model, katılımcı bir model, antikapitalist bir model, çevreci bir model, kadın özgürlüğünü esas alan bir model, inançları, kimlikleri bir arada eşit temelde yaşatmayı ve yönetmeyi tavsiye eden bir model. Ve bunu pratikte hayata geçirme denemeleri yapan, başarılı denemeler ortaya koyan bir model bu. Bu modelin büyük emperyal güçler açısından cazibesi yoktur. Yani bunu boğmak, bitirmek onlar açısından ideolojik bir mevzudur. Fakat durum öğle bir noktaya geldi ki, denedikleri bütün yollar boşa çıktı. Geçmişte El-Nusra çeteleri desteklendi, ÖSO’ya bağlı güçler Kobanê’ye saldırıldı. Kürtler birbiri içerisinde kendilerine düşürülmeye çalışıldı. Kürt hareketleri karşı karşıya getirilmeye çalışıldı. Ambargo uygulandı. Uluslararası alanda Rojava temsilcilerinin tanınmadığı bir süreç yaşandı. Muhatap alınmadılar. Bunların hiçbiri para etmedi. Büyük ülkeler kendi kamuoyu nezdinde zora girdiler. Çünkü Rojava’da meşru bir direniş var ve bu meşru direniş uluslararası güçler tarafından IŞİD’e karşı korunmuyorsa, desteklenmiyorsa bu onları zorlayan bir durum oldu. Bütün bunlar Rojava direnişi etrafında kenetlenmiş direnişin yarattığı sonuçlardır, kazanımlardır.
Oradaki demokratik modelin ısrarla korunacağı bir hazırlığın hızlıca yapılması lazım. Rojava devriminin içini boşaltacak müdahaleler başarılı olursa devrim çöker. Şimdi önümüzde orta ve uzun vadeli tehlike budur. Rojava ile uluslararası koalisyonun ideolojik bakış açıları aynı değildir. Bu çatışma bence önümüzdeki günlerde kendini hissettiren bir noktaya gelecek. Bunun aşabilmenin diplomasisini Kürt hareketleri şimdiden yapmalıdır. Bunun için de Kürt halkının birlikteliği önemlidir. Kürt siyaseti olarak Duhok Anlaşmasını çok önemsiyoruz. Görünen o ki, Rojava’da birlikte hareket etmeyi sağlayacak olan Duhok Anlaşması başarılı bir şekilde pratikleşirse Kürtler kendi aralarındaki sorunları çözme konusunda artık daha rahat hareket edecekler. Kapılarının çoğu açılmış olacak. Duhok’taki anlaşma, dört parça Kürdistan’daki tıkanmaları aşabilecek önemli ve kritik bir anlaşmadır. Kürtler bu noktanın peşini bırakmamalıdır. Bu anlaşmanın gereklerini herkes yerine getirmelidir. Duhok Anlaşması, tek başına Kürtlerin birliğini ifade etmiyor. Ama bu Kürdistan Ulusal Kongresi’nin önünü açacaktır.
6-9 Ekim Kobanê serhildanı sırasında ve sonrasında Hür Dava Partisi ile bizim tabanımız arasında çatışmalar oldu. Kürt hareketi ile Hizbullah arasında 90’lı yıllarda yaşanan çatışmanın yeniden mi başlayacağı kaygılarına yol açtı. Karşı karşıya geliş konusunda Demokratik Toplum Kongresi ve arabuluculuk misyonu üstlenen kimi sivil toplum örgütlerinin bu konudaki temasları kamuoyuna yansıyor. Birbirini anlama açısından diyalogun önemlidir, olası çatışmaların, gerilimlerin önüne geçmek için bu diyalog kanallarını doğru kullanmak gerekiyor. Hem parti olarak, hem de diğer bileşenler olarak HÜDA-PAR’a dair bir tehdit yada hedef gösteren açıklamalarda bulunmadık. Bu da herkes tarafından biliniyor.
Bunun tek bir örneğini yok. Aynı şekilde HÜDA-PAR çevresinin de çok dikkatli davranması lazım. Onlarda bütün bu olan bitenlerden bir provokasyon kokusu alıyorlarsa, bunu bu şekilde değerlendiriyorlarsa daha serinkanlı tespitler ve açıklamalarla meseleye yaklaşmaları gerekir. Burada mesele, mevzu intikam meselesi değildir. Böyle yaklaşılırsa, provokasyona açık bir zemin, yara sürekli açık tutulmuş olur ki, bu tehlikeli bir durumdur. Bizim halkımızın, partimizin, partililerimizin kimseye düşmanca bir tutumu olmaz, olmamalıdır. Özellikle gençler, bu konuda çok dikkatli davranmalıdır. Bu tür provokasyonları yapmak isteyenlere karşı serinkanlı olmalı ve önleyici tedbirler alınmalıdır. HÜDA-PAR çevresi de DTK’nin bu girişimi ile daha sağlıklı bir diyalogla bütün bu meselelerin çözülebileceği zemini yaratmalı ve buna katkı sunmalıdır” (DİHA)