DÜNYADA SERMAYE BİRİKİMİNE ODAKLI TEK SİSTEM KAPİTALİZMDİR…
Kapitalizm bir sermaye birikim rejiminin adıdır. Kapitalizmin var olma koşulu sermaye birikiminin kesintisiz sürmesidir. Bu arada sermaye birikiminin kesintiye uğraması sistemin sona ermesi anlamına gelmemektedir. Sadece sistemin tıkandığı, krize girdiği, yani mevcut koşullarda artı-değer elde edilemediği, kar etmenin mümkün olmadığı anlamına gelmektedir.
Bu durum da iki seçenek vardır, ya sistemde yeni koşullara uygun düzenlemeler yapılarak kriz atlatılacak, sistem yeniden kar eder hale getirilecektir, ya da tüm müdahale ve tedbirlere rağmen artık kar elde etmek mümkün olmadığı için sermaye birikimindeki kesinti sistemin sonunu getirecektir.
Kapitalist sistemde aslolan kar elde etmektir; diğer her şey değişebilir, dönüşebilir, ikame edilebilir. Yani sermaye birikiminin kesintisiz sürmesinin olmazsa olmazı ‘sistemin kar elde etmeye devam etmesidir’. Ama bu karın elde ediliş koşulları, yöntemleri, öncelikleri dönemden döneme, bir kapitalist safhadan diğerine değişebilir; farklı kapitalist sermaye birikim rejimlerinde farklı uygulamalar, yöntemler kullanılabilir. Bu yüzden kapitalizmde krizlerden, geçiş dönemlerinden ve farklı sermaye birikim safhalarından bahsedilmektedir.
KAPİTALİZM YAŞAMA, YAŞATMAYA, İNSANA ODAKLI BİR SİSTEM DEĞİLDİR…
Kapitalizmle ilgili bir diğer önemli gerçeklik, kapitalizmin yaşam odaklı, insan odaklı, ihtiyaçların çözümüne yönelik bir sistem olmamasıdır. Yukarıda da vurguladığımız gibi dünyada yegane amacı birikim olan, yani kar elde etmek olan tek sistem kapitalizmdir; adı üstüne Kapital biriktirme sistemi kapitalizm…
İlkel komünal sistemden günümüze kadar bütün sistemleri inceleyelim, örneğin feodalizm, ihtiyaç için üretim yapılan bir sistemdir; toplumun ihtiyacı neyse o kadar üretim yapılır, önemli olan toplumsal ihtiyaçların giderilmesidir, birikim değildir.
Herkes ihtiyacı olduğu kadar üretir, fazlasını da yine ihtiyacı olanla değiş tokuş yapar, yerine kendi ihtiyacını karşılayacak bir şey alır. Fazla masa üreten masa ustası, fazla masayı biriktirmek için değil, karşılığında buğday üretimi yapan çiftçiden karnını doyurabileceği unu alabilmek için üretir. Sistem bu şekilde, toplumsal ihtiyaca göre gerçekleşmiş basit işbölümü çerçevesinde işlemektedir.
Sosyalizmde işbölümünün ötesinde planlama ve kolektif üretim vardır; ama onda da esas amaç birikim değil yine toplumsal ihtiyaçların karşılanmasıdır. Böyle bakıldığında, gerçekten de dünyada kendini insana ya da canlıya, bunların ihtiyaçlarının giderilmesine değil de aksine bunların yok edilmesi, tüketilmesi pahasına sermaye biriktirmeye, para biriktirmeye adayan tek sistem kapitalizmdir. Bunun içindir ki kapitalizm insan seven, yaşam seven, doğa seven bir sistem değil; Ölü seven, eşya seven, tüketmeye odaklı bir sistemdir.
KAPİTALİZM EŞİTSİZLİK ÜZERİNE KURULU BİR SİSTEMDİR…
Bir başka önemli konu kapitalizmin kendini var etme koşullarını sağlamasının mutlaka sömürüye, yok etmeye, tüketmeye dayalı olmasıdır. Bu konuda en başta emek-sermaye çelişkisinden bahsetmek, birilerinin emeği sömürülmeden sermaye birikiminin gerçekleşmesinin mümkün olamadığı gerçeğinin altını çizmek gerekmektedir. Başka bir deyişle üretim sürecinde değerin bütününü aslında emek üretmektedir; ama üretim araçlarının sahibi işveren olduğu ve bütün üretim ilişkilerine yönelik kararları ve bölüşümü o belirlediği için, işveren emeğe ürettiği değerin sadece küçük bir kısmını ücret olarak vermektedir; geri kalanına kendisi artı-değer ya da kar olarak el koymaktadır.
Sermaye birikimi bu şekilde sağlanmaktadır. Yani sistem birilerinin yarattığı değere birilerinin el koyması temeline, sömürüye dayanmaktadır. Bu sömürü bu el koyma gerçekleşmeden kapitalizmin kendini yeniden üretmesi, varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Kapitalizmdeki en temel çelişki de budur zaten; yani emek-sermaye çelişkisi, emek ve sermaye arasındaki eşitsiz ilişki. Kapitalizm bu eşitsiz ilişki olduğu sürece ancak sermaye birikimine devam edebilir, ayakta kalabilir. Bu anlamda kendisinin var oluş sebebi eşitsizlik olan bir sistemde eşitliği savunmak, eşitliğe vurgu yapan söylemlerde bulunmak koca bir yalandan başka bir şey değildir. Bu arada kapitalizm sadece insanı, emeği sömürmez, doğayı, çevreyi, yaşamı, işine yarar soyut ve somut bütün değerleri, varlıkları sömürür, tüketir, değiştirir, dönüştürür, kullanır çöpe atar.
Üretim yapmak için dev sanayi tesisleri kurar havayı, suyu, denizleri kirletir; enerjiye ihtiyacı olur dereleri, toprağı kurutur, çiftçiyi ekininden, toprağından, köyünden eder; yollara, köprülere, hava alanlarına ihtiyacı olur, ağaçları katleder, kıyıları doldurur, önüne çıkan mahalleleri, evleri yıkar, insanların yıllarca emek vererek, kurdukları düzenlerini bozar, sağlıklarına, yaşamlarına kasteder. Hiçbir değere önem vermez, daha çok kar etmek için geçmişine, atasına, kültürüne, tarihine saldırabilir, yok edebilir; işine geldiğinde yeni değerler, yeni dinler, inançlar, tapılacak yeni tanrılar yaratabilir…
GÜNÜMÜZDE ‘DOĞA VE KENT’ KAPİTALİST SERMAYE BİRİKİMİ AÇISINDAN YAŞAMSAL BİR İŞLEVE SAHİP…
Kapitalizme özgü birtakım gerçeklikleri bu şekilde ortaya koyduktan sonra şimdi günümüz Neo-liberal kapitalizminin doğa, insan, kent ve yaşam ilişkilerine geçebiliriz. Bugün kapitalizmin yukarıda adı geçen olgularla eskisine göre çok farklı bir boyutta ilişki kurduğu yeni bir Sermaye Birikim Modelinden bahsetmek gerekmektedir. Kapitalizm her zaman başta insan olmak üzere, doğaya, çevreye, kente, değerlere, yaşama müdahale etmiştir; bunlara yönelik işine geldiği şekilde düzenlemeler yapmış gerektiğinde zarar vermekten, yok etmekten, tüketmekten kaçınmamıştır. Ama günümüz sermaye birikim sistemi açısından tüm bu olguların çok daha farklı bir anlamı, yaşamsal bir işlevi vardır. Özellikle de doğa ve kentin bugünkü kapitalist üretim sürecinde artık sadece sermaye birikimine hizmet eden, sürecin gerçekleştiği fiziki çevre, coğrafya veya mekan olmaktan dolayı değişen, dönüşen, kirlenen, tükenen bir olgu olmaktan çıkmış bizzat Sermaye Birikimini sağlayan üretim araçlarından biri haline gelmiştir.
Kent ve doğanın büyük bir hızla metalaştığı bu süreçte, doğa ve kent zenginliğin, zenginleşmenin bizzat aracı, en temel kaynağı haline gelmiştir; Sermaye Birikimi bizzat kent ve doğanın talanından, sömürüsünden sağlanabilir olmuştur. Eldeki yegane malzeme, Sermaye Birikim kaynağı doğa ve kent olunca, başlıca işlevi kapitalist Sermaye Birikiminin önünü açmak, önündeki engelleri kaldırmak olan Neo-liberal politikaların bugünkü görevi de doğanın ve kentin mümkün olduğunca savunmasız hale getirilmesi, imara, inşaata, sömürüye açılması için gereken tedbirlerin alınması olmuştur.
TÜRKİYE’DE KENT VE DOĞA TALANININ ÖNÜNÜ AÇAN, RANT İÇİN VATANDAŞIN EVİNİ, MAHALLESİNİ KOLAYCA GASP EDEBİLEN YASAL BİR DÜZEN VARDIR…
Günümüz Neo-liberal sisteminde ‘Kentsel Dönüşüme dayalı Sermaye Birikim Modeli’ diğer deyişle İnşaata Dayalı Kalkınma modeli dünyanın her yerinde uygulanmaktadır ama Türkiye bu uygulamalar içinde en vahşi, en ilkel yöntemlerin kullanıldığı; halka karşı en barbar en acımasız yaklaşımların takınıldığı Çin ve Hindistan gibi bir kaç ülkeden birini oluşturmaktadır. Bunda Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerinin tam oturmuş olmamasının; demokrasimizin tam kurumsallaşamamasının; kağıt üzerinde birtakım haklar var gibi görünse de uygulamada bunların hayata geçirilememesinin; örgütlenme ve ifade özgürlüğünün önünde önemli kısıtlamalar olmasının; hak arayanlara karşı orantısız polis şiddeti ve aşırı güç kullanılmasının; ayrıca vatandaşın hak arama süreçleri önünde engeller olması bir yana adalet sisteminde de büyük sorunlar bulunmasının; bir başka önemli konu da yapılan mağduriyetleri dile getirip kamuoyunun tepkisini harekete geçirmek üzere halktan, ezilenden, mağdurdan yana gerçekleri yansıtan, yayınlayan tarafsız basın ve yayın organlarının olmamasının büyük etkisi vardır. Ülkemizde İşler o noktaya getirilmiştir ki, normal bir devlette vatandaşlarının can ve mal güvenliğini sağlamakla görevli kurum ve mercilerin bizzat vatandaşın can ve mal güvenliği için tehdit oluşturduğu bir durum söz konusudur.
Bizzat devlet vatandaşın can ve mal güvenliğini tehdit eden oluşumların sorumlusu olmakta, rant amacıyla insanları evinden, yerinden, mahallelerinden edecek yasaları bizzat kendisi çıkarmakta, gerektiğinde evini terk etmek mahallesinden ayrılmak istemeyen halkı yıldırarak buradan çıkarmak için çetelerin, suç unsurların yaşam alanlarına, mahallelere peydahlanmasını desteklemektedir ya da göz yummaktadır. Vatandaşla çetelerin karşı karşıya geldiği durumlarda polisler vatandaşı koruyacaklarına çeteleri korumaktadırlar.
İstanbul’da Maltepe’de çok yakın bir zamanda böyle bir durum yaşanmıştır; iki gün önce bir vatandaşımız çeteler tarafından kentsel dönüşüm sürecine karşı mücadele içinde yer aldığı için bu çeteler tarafından önce tehdit edilmiş, sonra kurşunlanmıştır. Yine bir ülke düşünün ki, devlet vatandaşın evine, tarlasına, okuluna, parkına, bostanına, sinemasına, tiyatrosuna rızası olmadan, tepeden inme kararlarla el koyabilmekte ve yıkabilmektedir. Yaşamın sürdürülebilmesi için korunması gereken su havzalarını, tarım arazilerini, orman alanlarını, tarihi ve kültürel mirasları koruyan yasa ve kurulları devreden çıkararak buraları imara, inşaata açabilmektedir. Bu konudaki denetim mekanizmasını ortadan kaldırmak için meslek odaları ve uzman kuruluşların torba yasalarla yetkileri kısıtlanmaya çalışılmakta, yolsuzlukların, yağmacıların soruşturulamaması için bütün adalet sistemi baştan aşağı değiştirilmekte, adalet, adalet bakanlığına bağlanarak adalet bakanına, daha doğrusu başbakanın insafına bağlı bir mesele konumuna indirgenebilmektedir.
ÜLKEMİZDE TALAN VE YAĞMA HUKUKUNU MEŞRULAŞTIRAN BİR EŞKIYA HUKUKU OLUŞTURULMUŞTUR…
Ülkemizde talan ve yağma düzenini meşrulaştıran bir eşkıya hukuku oluşturulmuştur. Bu konuda yetkiler merkezileştirilmiş, bütün plan proje yapma, uygulama, denetleme yetkisi ‘Çevre ve Şehircilik Bakanlığına’ ve Başbakana verilmiştir. Artık nerelerin dönüşeceğine, hangi mahallelerin, semtlerin yıkılacağına, nerede TOKİ konutları inşa edileceğine, hangi okulun, parkın, meydanın yıkılıp AVM yapılacağına tepeden tek başına Başbakan veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı karar vermektedir. Bu kararlar orada yaşayan ve o yerlerin gerçek sahipleri olan insanlara hiç sorulmadan, rızaları olmadan hayata geçirilmektedir. Yerlerinden sürülen bu insanların sonradan ne duruma düştüğü, akıbetlerinin ne olduğu, nerelere savruldukları, nasıl yaşadıkları ne sürenlerin ne de devletin umurunda değildir.
Süreç bu derece acımasız işlemektedir. Bu ülkede bir elin beş parmağı kadar sayıda bakanın gece yarıları çıkardıkları kararnamelerle 70 milyonun hayatını kökten değiştirecek, yok edecek düzenlemeler yapılabilmekte; insanların bir ömür boyunca çalışıp didinerek kurmaya çalıştığı düzenler yine bu bir gecede çıkarılmış kararnamelerle bir çırpıda yıkılıp yerle bir edilebilmektedir. Yine bu ülkede bir avuç ranttan gözü dönmüş müteahhit, masa başında birileri için ev olan, yuva olan yerleri harita üzerinde parmakları ile işaret ederek paylaşabilmekte; gerçek sahiplerinin kanlı göz yaşları pahasına daha paralı kesimlere satıp kar edecekleri sahte cennetler inşa edebilmektedirler. Hatta bu ülkede tek bir kişinin emri ile, ülkenin bütün kolluk kuvvetleri evi için, mahallesi için, parkı için, daha güvenceli çalışma koşulları için yürüyen insanların üzerine kin ve nefretle sürülebilmekte, bundan cesaret alan kolluk kuvvetleri de mermi fişeklerini insanların tam gözlerine nişan alarak, gazlı tayzikli suları insanların tam ağızlarını hedef alarak sıkabilmektedir.
Bu ülkede gencecik insanlar nişan alınarak sıkılan bu gaz fişekleri yüzünden gözlerini kaybedebilmekte, sakat kalabilmekte, körpecik yaştaki gençlerin sorumsuzca yaşamlarına kastedilebilmektedir. Katillerine hesap sorulamamakta, yargılanmamaları, cezalandırılmamaları için her şey yapılmakta, deliller karartılmakta; hatta katilleri ödüllendirilerek, adlarına, ülkenin başbakanı kahramanlık destanı yazdıklarına dair övgüler bile düzülebilmektedir… Türkiye böylesine garip bir ülkedir işte…