Mahalle Dayanışmalarından, Mahalle Sendikalarına – Hikmet Durukanoğlu

Gezi hareketiyle ilgili şimdiye kadar bir çok yorum yapıldı, yapılıyor, yapılacakta. Gezi karşımıza pratik bir olgu olarak çıktı ve şimdiye kadar var olan bütün teorik, düşünsel oluşumları yadsıdı. Yani toplumumuzda egemen olan bütün düşünce kalıplarını alt üst eden  bir toplumsal pratiği, hep birlikte yaşadık.

Şimdi önümüzde duran sorun, yapmış olduğumuz bu pratiğin teorisini oluşturmaktır. Yani ne olduğumuz anlamak ve  bu doğrultuda da yaşadığımız toplumsal sorunlara çözümler üretebilmek. Bu da açıkçası kolay bir süreç değil, belki de en kolayı Gezi hareketiydi diyebiliriz.

Ama her ne olursa olsun, zorda olsa aşmamız gereken bir sürece girmiş bulunmaktayız.

Özellikle 80’den sonra ülkemizdeki en sağından en soluna kadar bütün siyasi oluşumlar, sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri, sendikalar doğrudan ya da dolaylı olarak sermayenin bir şekilde kontrolü altına girdiler. Bundan dolayı da geniş yığınların örgütlenme taleplerine yanıt veremediler. 80 öncesinden işçilerin %70 i sendika üyesi iken bu oranın 80 sonrasında %5 lerin altına düşmesi durumun ne kadar vahim olduğunu göstermektedir. Durum böyle olunca yani geniş yığınların var olan sistemden kaynaklı rahatsızlıklarını dile getirebileceği başka bir mecra olmayınca mecburen insanlar sokaklara döküldü. Zaten sistemin bizi soktuğu bu çıkmazdan çıkmak için başka da seçeneğimiz yoktu.

Gezi’nin her ne kadar sınıfsal karakteri görülmek istenmese de örgütsüz işçi sınıfının hareketi olduğunu kimse yadsıyamaz. Sonuçta oraya giden gençler işçi sınıfının çocuklarıydı ve hatta kendileri de işçi olan gençlerdi. Özellikle 80’den bu yana çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, güvencesizleştirilmesi çalışanların sınıf algısını da alt üst etmiştir. Düzenli bir işte çalışmayan, hatta sendikaya üye olmayan bu kesim, kendisini işçi olarak görmekte zorlanmakta ve literatürde artık bu kesim prekarya olarak da tanımlanmaktadır.

Sarphan Uzunoğlu, Gezi’nin sınıfsal çözümlemesini yapmış olduğu Prekarya Güneşi Selamlarken adlı çalışmasında, Tanıl Bora’nın yapmış olduğu prekarya tanımını şöyle aktarır;

Prekarya, yani: “Güvencesiz çalıştırılan, deyim yerindeyse kronik geçici işlere mahkûm, bir işe sahip olmakla işsizlik (veya işsizlik tehdidi) arasındaki müphem alanda bulunanlar… Bugün emek süreçlerinin esnekleşmesiyle her iş güvencesizleşiyor, ‘prekerleşiyor’, böylece nesnel-potansiyel olarak bütün çalışanları prekaryaya dahil eden bir eğilim var. Bir de sömürüden bile dışlanan, ‘lüzumsuz’ addedilen nüfus var ki, insanlığın çoğunluğunu oluşturuyor.”[1]

Her ne kadar Gezi parkındaki insanlar farklı renklerde, farklı kimliklerdeymiş gibi gözükseler de onlara “nasıl geçindiklerini, nasıl çalıştıklarını?” sorduğumuzda, muhtemelen prekarya tanımına uygun işlerde çalıştıkları ortaya çıkacaktır. Her halde, olayın Taksim’de Gezi Parkı’nda patlamış olması da bir tesadüf değildi. Aslında örgütlü işçi sınıfının 1 Mayıs’ta başlattığı eylemlilikler, prekarya olarak da tanımlanan örgütsüz işçi sınıfı tarafından Gezi’de devam ettirilmiştir.

Şimdi biz Gezi boyunca “ne yaptık?” sorusunu yanıtlamaya çalışalım…

Öncelikle kendiliğinden bir üst irade (lider, önder) olmaksızın gelişen bir hareket. Bu da var olan düşünce kalıplarımıza ters düşen bir şey, ama olabildiğini gördük. Hareket boyunca bireyler arasındaki uyum ve  eşgüdüm için de  bir üst iradeye gene ihtiyaç duymadık. Gene her hangi bir sorun çıktığında bir üst iradeye ihtiyaç duymadan öz denetim mekanizmalarımızı çok rahatlıkla geliştirebildik. En önemlisi de kolektif emeğin neler yapabileceğini gördük. Bireysel olarak yapmakta çok zorlanacağımız işleri, kolektif çalışmayla ne kadar rahatlıkla yapabildiğimizi ve bunu yaparken de ne kadar mutlu olduğumuz fark ettik.

Birde şimdiye kadar sistemin bize dayatmış olduğu etnik, dini ve siyasi ayrışmaların aslında bizim için çok da önemli olmadıklarını gördük. Şimdiye kadar çok ayrı  gibiymiş gibi görünen anlayışta, düşüncede  olan insanların aslında birbirleriyle hiç de problemleri yokmuş  ve de rahatlıkla bir araya gelebiliyorlarmış. Yani aramızdaki ayrışmaların ne kadar suni olduğunu açık ve net  bir şekilde de anlamış bulunmaktayız.

Peki bizi bir araya getiren neydi? Daha önce hiçbir şekilde bir arda bulunamayacağımızı düşündüğümüz  insanlarla bizi bir araya getiren neydi?

Karl Marks, toplumsal değişim ve dönüşümlerin yani tarihin temel hareket dinamiklerini açıklarken şöyle der: “Bütün insan varlığının, dolayısıyla bütün tarihin basit açıklaması, insanlar yaşayacak durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler önermesindedir. Yaşamak; yemek, içmek, bir barınak, giyim ve buna göre daha birçok şeyler demektir. Onun için ilk tarihsel hareket, bu ihtiyaçları karşılayacak araçların üretimi, yani maddesel yaşayışın üretilmesidir. Bu, gerçekten, binlerce yıl önce olduğu gibi, bugün de, sadece insan yaşayışının sürdürülmesi için saati saatine, günü gününe yerine getirilmesi gereken tarihsel bir harekettir ve bütün insanlık tarihinin temel hareketidir.”

İnsanlık yaşamı üretmek için nasıl tarihsel hareket içerisine giriyorsa, aynı şekilde yaşamı korumak içinde tarihsel hareket içerisine girer. Aslında Gezi sürecinde bizim yaptığımızda buydu. Ülkemizde sermayenin yaşam alanlarımıza müdahalesi, kırsal alanlarda HES lerle, maden aramalarıyla (siyanürlü altın arama çalışmaları)   oluyorken kentlerde de mahallelerimize, parklarımıza, bostanlarımıza, ormanlarımıza,  okul ve hastane gibi kamusal alanlarımıza yönelik oldu. Gerek kırsalda,  gerek kentlerde  başta kadınlar olmak üzere tarihsel görevlerini yerine getirip, yaşam alanlarımızı korumak için küçüklü büyüklü mücadeleler içerisine girdiler. İnsanlık hiçbir zaman yaşamın yok edilmesi ile karşı karşıya geldiğinde teslim olmamıştır. Eğer öyle olmuş olsaydı insanlık olarak bugünlere gelemezdik. Gezi de şimdiye kadar yapılan bütün bu mücadelelerin taçlandığı mücadele olmuştur.

Karadeniz kadınlarının Anzer yaylalarında açmış oldukları bir pankarta “Çaylar bitti biz gelduk, burası size Anzer, bize Taksim” diyerek, Gezi’nin kendilerinin vermiş oldukları mücadeleyle de ne kadar ilgili olduğunu vurguluyorlardı.

Gezi hareketi boyunca tepkilerimizi dillendirirken çok somut olarak AKP karşıtlığı ön plana çıkmış olsa da olayın maddi boyutunu, hepimize ait olan hem kamusal bir alanımızı hem de yaşam alanımızı koruma isteğimiz ve irademiz oluşturmaktadır.

Yatay ve eşitlikçi örgütlenmelere doğru…

Gezi ve sonrasından gelişen mahalle dayanışmaları, park forumları gene toplumumuzda hakim olan düşünce kalıplarıyla açıklayamadığımızda bir gerçek. Yaşadıklarımızı tam olarak anlamlandıramadığımız ve de tanımlayamadığımız için hala ruhlar aleminde dolaşmaktayız.

Yaşadıklarımız bizi duygusal olarak her ne kadar mutlu etmiş olsa da doğru yaptığımıza inansak da artık ruhlar aleminden çıkıp, bilinç dünyasına geçmemiz gerekiyor. Yani yaptıklarımızın bilincine varamazsak ne bireysel olarak ne de toplumsal olarak bir gelişim sağlayamayız ancak olduğumuz yerde sayarız.

Gezi bize şimdiye kadar egemen olan bütün düşünce kalıplarımızı sorgulattığı gibi, var olan örgütleri ve en önemlisi de örgütlenme modellerini de sorgulatmaya başladı.

Artık hiyerarşik, yukarıdan aşağıya örgütlenme modelleri bireylerin örgütlenme ihtiyaçlarına yanıt vermedikleri bir gerçek.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde örgüt, “Ortak bir amacı veya işi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kurumların veya kişilerin oluşturduğu birlik.” olarak tanımlanıyor. Bu birlikteliğin nasıl ve ne şekilde olacağı konusunda bir bilgi yok.

Şimdi öncelikli olarak birileriyle ortak bir amaca yönelmek ya da ortak bir işi yapmak istediğimizi bilebilmemiz için bireyler arasında iletişimin yani bilgi alış verişinin olması  gerekiyor. İnternet çağı ile birlikte, her bireyin bilgiye eşit ve ucuz bir şekilde ulaşma olanağı doğdu. Artık herkes herkese çok rahatlıkla ulaşabiliyor yani çoğunluğun birbirine ulaşabilmesi için geleneksel medya araçlarına gerek kalmadı. Sosyal medya araçları bu anlamda bireyler arasındaki ilişkiyi, iletişimi eşitlikçi bir temelde sürdürme olanağı yarattı. Sosyal medya ile birlikte bireyler arasındaki iletişimin eşitlenmesi yani sanal ortamda bireyler arasında gelişen eşitlikçi ilişkiler hem Gezi de hem de Gezi sonrası süreçlerde kendisini gerçek dünyada da göstermeye başlamıştır. Mücadelenin hala dinamiğini yitirmemesini de sanırım bu eşitlikçi ilişkilere borçluyuz. Eşitlikçi ilişkilerin bizi gerçekten üretken ve direngen kıldığı da bir gerçek.

Gezi parkının dağıtılmasından sonra gelişen eylemlilikleri kısaca hatırlayalım. Gezi parkının son haftasından park mahallelere ayrılarak her mahalle kendi arasında süreci değerlendirmek üzere forumlar yapmaya başlamıştı. Ki o dönemde de Taksim Dayanışması hükümetle görüşmeler yapıyordu ve genel olarak örgütlü yapılarda artık parkın boşaltılması ve tek bir çadırla sembolik olarak eylemin devam ettirilmesi düşüncesi hakimdi. Ama parktaki mahalle forumlarında parkın boşaltılmaması, eyleme hep birlikte parkta devam etme kararı çıktı ve bundan sonra da polisin aşırı güç kullanmasıyla park dağıtıldı. Şu da açık bir gerçektir ki eğer Gezi parkından kendi irademizle çıkmış olsaydık, Gezi sonrası mahallerimizdeki parklarda sürdürdüğümüz birlikteliklerimiz asla olmazdı. Buna en basit örnek Tekel işçilerinin kendi iradeleriyle çadırlarını söküp eylemlerini bitirmelerini gösterebiliriz. İşçi sınıfı kendi eylemini, kendi iradesiyle böylelikle çöpe atmış oldu ve Tekel direnişi çadırların sökülmesiyle birlikte bitirildi. Neyse ki hatalarımızdan ders çıkarmışız ki Gezi parkında bu hatayı yapmadık.

Peki Gezi parkının dağıtılmasından  sonra ne oldu? Gezi parkındakiler yarım kalan forumlarını tamamlamak için önce Abbasağa parkında forum yapmaya başladılar ve oradan da yurdun dört bir yanına bu forumlar yayıldı.

Abbasağa parkında forumlara başlayanların bunu tüm yurda yayma gibi bir misyonları var mıydı? Tabii ki hayır. Onlar sadece Gezi’de yarım kalan forumlarını tamamlamak istemişlerdi. Peki diğer parklarda forumlara başlayanlar Abbasağa parkının yaptığını bir talimat olarak mı algılamışlardı? Tabii ki hayır. Sadece Abbasağa parkında yapılanları doğru bulanlar diğer parklarda forum yapmaya başladılar. Aslında burada olan neydi? Abbasağa parkı topluma bir önermede bulundu ve bu öneride sosyal medya araçları sayesinde herkese yayıldı. Bu öneriyi doğru bulanlarda kendi mekanlarında bu öneriyi hayata geçirmeye başladılar. Bütün Türkiye parklara dolmadığına göre bu öneriyi doğru bulmayanlar da vardı ve onları da kimse bir şeye zorlamadı. Gerek duran adam eylemi olsun, gerek yeryüzü sofraları eylemi olsun aynı bu şekilde gelişmiş ve yaygınlık göstermiş olan eylemliliklerdi.

Gezi sonrası bir yılı aşkın bir süre mahallelerimizde yapmış olduğumuz forumlarla yeni toplumsal deneyimler kazandık. Henüz daha farkında olmasak da yeni bir mahalle kültürünün temellerini hep birlikte attık.  Oluşturduğumuz birliktelikler son derece açık yapılar olduğu için bu durumun, olumlu olumsuz bir çok sonucunu da birlikte gördük.

Demokratik işleyişleri hayata geçirmekte ne kadar zorlandığımızı, hatta demokratik işleyişin ne olduğunu dahi bilmediğimizi anladık. Lider eksenli örgütlenme anlayışıyla sistem o kadar çok beynimizi yıkamış ki ısrarlı bir şekilde kendi gerçeğimizi göremez hale geldik. Aramızda, biraz donanımlı olanlar hemen liderliğe soyundular, donanımlarıyla birlikteliklerimize çok katkı sunabileceklerken sırf bu egemen anlayışı aşamadıklarından dolayı hem kendilerine hem de birlikteliklerimize zarar verdiler.

Neyse ki insanlarda çok bilinçli olmasa da bu tür davranışların onaylanmaması sevindirici ama yerine bir şey de koyamayınca üzücü bir şekilde parklardan çekilmeye başladılar. Gezi sonrası parklarda yaşadıklarımızı bir geçiş süreci olarak değerlendirmekte fayda var. Evet eski söylemleri, davranış kalıplarını benimsemiyoruz, ama şu an yenisini de üretemiyoruz. Yenisini üretemeyince de zaman zaman parklarda, dayanışmalarda eski alışkanlıklarımız hemen nüksetmeye başladı. Bu da sanırım kaçınılmaz bir durum, ama artık geriye dönüş yok,  bu geçiş sürecini, sağlıklı bir şekilde hep birlikte atlatmamız gerekiyor, başka da seçeneğimiz yok.

Bir de, kapitalist sistemin bizi ne kadar deforme ettiği, her ne kadar birlikteliklerimizi dayanışma olarak tanımlasak da rekabetçi anlayışı aşmakta ne kadar zorlandığımız,  diğer bir gerçekliğimiz olarak karşımıza çıktı. Gezi tabii ki sihirli değnek değildi ve hemen değişip dönüşeceğimizi beklemek de tabii ki  doğru değil. Sermaye işçi sınıfını özellikle rekabet ortamı içerisine sokarak kendi sömürüsünü hem gizler hem de sürekliliğini sağlar.

Aslında işçi sınıfı olarak, duygusal olarak da olsa rekabetin bizleri ne kadar yıprattığını bunu aşmamız gerektiğini, dayanışma kavramını ön plana çıkartarak ortaya koyduk. Rekabet ortamını aşmak bir süreç sorunudur ve bu süreç de başlamıştır. K. Marks “İnsanlık hiçbir zaman, çözemeyeceği sorunları önüne koymaz” demişti. Madem biz bunları sorun etmeye başladık, demek ki çözüm sürecine de girmiş bulunmaktayız.

Artık öyle ya da böyle ister duygusal olarak ister tepkisel olarak bir araya geldik ve bu birlikteliklerimizi de öyle ya da böyle bir şekilde sürdürdük. Ama insan olarak bilinçli varlıklarız ve bilincimiz devreye girmeden daha fazla gelişim göstermemiz imkansızdır.

Şimdi önümüzde duran sorun,  bizi bir araya getiren maddi koşulları göz ardı etmeden, bu maddi koşullar temelinde birlikteliklerimizi doğru tanımlamak ve aramızdaki eşit ilişkileri teminat altına alan, aynı zamanda  demokratik işleyişi kişilerin inisiyatifi ile değil tüzük ile teminat altına alacağımız  kurumsal yapıları inşa etmemiz gerekmektedir. İnsanlık boşu boşuna kurumlara geliştirmedi. Çünkü tepkisel tavırlarla sorunlar çözülmüyor sadece biraz daha erteletilmiş olunuyor. Her ne kadar sistem bizi sürekli anlık düşünmeye ve davranmaya zorlasa da bizler bu süreci aşabilmek için uzun vadeli düşünmek ve  kendimizi ona göre organize etmek durumundayız.

Evet, var olan kurumsal yapıların işlevsizliği bir gerçek,  kurumlarımızı işletemediğimiz de ayrı bir gerçek. Çünkü kurumları işletebilmek tamamen uzun vadeli düşünebilme ve ona göre hareket edebilme yeteneği ile ilgili bir şey ve o da maalesef bizde yok. Tabii ki bu durum kaderimiz değil, kendimizi aşmak durumundayız.

Mahalle Sendikalarına Doğru…

Şimdi neden sendikal örgütlenme sorusunu yanıtlamaya çalışalım.

Önce sendikaların insanlığın gündemine ilk olarak nasıl girdiğine bakalım. Bunun içinde  kapitalizmin ilk gelişmeye başladığı yere yani Avrupa’ya gidelim.

İnsanlık olarak, kapitalist sisteme emeğin ücretlendirilmesiyle birlikte girdik. İşçiler kendi emeklerine biçilen ücretin çok çok üzerinde üretim yaptıkları için, artı değer olarak da tanımlanan aradaki fark patronların elinde birikmeye başladı. Bu sermaye birikimi de toplumda yeni sınıfların oluşmasına neden oldu. Bir yanda sermayeyi elinde bulunduran burjuva sınıfı ile diğer yanda emeklerinden başka satacak şeyleri olmayan işçi sınıfından oluşan, kapitalist toplum şekillenmeye başladı. Birbirinin karşıtı olarak gelişen bu iki sınıf, doğal olarak  aralarında sürekli çıkar çatışması  olmuştur ve kapitalist devam ettiği sürece bu çatışmalarda sürecektir.

İşçi sınıfı, kapitalizmin ilk dönemlerinde, sermaye ile girmiş olduğu bu savaşımda, kendi yaşam kaynağı olan emeğini korumak ve özellikle grev zamanlarında geçimlerini sağlayabilmek için kendi aralarında yardımlaşma sandıkları şeklinde geçici birlikler  oluşturdular. İlk zamanlar sadece greve gidecekleri zaman oluşturulan bu geçici birliktelikler, daha sonra kalıcı birliktelikler olan sendikalara dönüşmeye başlamıştır.

Bu konu ile ilgili olarak K. Marks; “İngiltere’de işçiler, kısa ömürlü grevlerden başka bir amaç taşımayan ve bu sona erince kendisi de kaybolan geçici birliklerle yetinmemişlerdir. İşverenle olan mücadelelerinde işçilere kale vazifesi gören sürekli birlikler, sendikalar oluşturulmuştur. Günümüzde bütün bu yerel sendikalar, Birleşik Sendikalar Ulusal Topluluğu çatısı altında bir araya gelmektedirler.”[2] der ve sendikaların doğuşu ve gelişimi için de şöyle devam eder;

“Sendikaların doğuşu, kendilerini hiç olmazsa esir durumundan bir parça olsun kurtaracak pazarlık koşullarına sahip olabilmek için işçilerin kendi aralarındaki kaçınılmaz rekabeti en azından sınırlandırmak için başvurdukları kendiliğinden girişimlerden kaynaklanır. Demek ki sendikaların ilk hedefi, günlük ihtiyaçlara, sermayenin ardı arkası kesilmez saldırılarını engelleme yollarıyla, kısacası ücret ve işgünü uzunluğu sorunlarıyla sınırlı kalmıştır.

Sendikaların bu eylemi yalnızca meşru değil, aynı zamanda gereklidir de. Günümüzün üretim sistemi son bulmadıkça bu eylemden vazgeçilemez. Tam tersine bu eylem tüm ülkede sendikaların kurulması ve birleşmesiyle genelleştirilmelidir. Sendikalar, buna karşılık, kendileri de  farkına varmadan  ortaçağ belediyeleri ve komünlerinin orta sınıfa sağladığı cinsten örgütlenme merkezleri oluşturmuşlardır. Sendikalar emek ve sermaye arasındaki gerilla savaşları bakımından gerekliydiler, ücretli emek ve sermaye egemenliği düzenini değiştirmenin örgütlü araçları olarak daha da gereklidirler.”[3]

K. Marks, sendikaların sermayeye karşı vermiş oldukları mücadelede başarısız kalmalarının nedeni için de;   “İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir araç olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar… İşçiler pankartlarına tutucu bir söylem olan ‘adil iş gününe karşı adil ücret!’ yazacaklarına, şu devrimci sloganı yazmalıdırlar; ‘Ücret sistemi kaldırılsın!’”[4] der.

Şimdi, TDK sözlüğünde sendika, “işçilerin veya işverenlerin iş, kazanç, toplumsal ve kültürel konular bakımından çıkarlarını korumak ve daha da geliştirmek için aralarında kurdukları birlik.” olarak tanımlanmakta.

Sizlerde haklı olarak, ortada fabrika yok, işçi yok, işveren yok, nereden çıktı bu mahalle sendikası diyebilirsiniz. Hani, Gezi ile birlikte düşünce kalıplarımızı yıkmaya başlamıştık ya şimdi de devam ediyoruz.

Sendikanın tanımındaki işçi ve işvereni daha genel anlamda emek ve sermaye olarak düşünebiliriz. Böylece, emek ve sermayenin birbirlerine karşı girmiş oldukları çıkar savaşımında, kendilerini korumak ve güçlendirmek için kurdukları birlikler ya da örgütler de sendikalar olarak karşımıza çıkar.

Kapitalist sistemde emek ve sermayenin ilk çatışma alanı, doğal kaynak olarak da tanımlayabileceğimiz insan emeğinin sömürüldüğü yerler olan fabrikalarda,  maden ocaklarında kendisini gösterdi.

Şimdilerde ise  sadece emeğimizin sömürüsüyle yetinmeyen sermaye diğer bütün yaşam alanlarımıza da el atmaya başladı. Nasıl ki emeğimizin ücretlendirilmesi sermaye birikiminin önünü açmışsa, aynı şekilde doğal kaynaklarımızın sermaye birikimine neden olabilmesi için öncelikli olarak ücretlendirilmesi yani metalaştırılarak alınır, satılır hale getirilmesi gerekir.

Daha sonra da sermaye, satın alma (özelleştirmeler) yoluyla, doğal kaynaklarımızı yavaş yavaş ele geçirir ve bunlar üzerinden de yeni kazanç alanları oluşturur.

Tabi her şey kendi karşıtıyla birlikte geliştiğinden sermaye gerek kırlarda, gerek kentlerde kendisini büyütmek için alanlar açarken, kendi karşıtı olan hareketlerin de gelişimine neden oluyor.

Sermayenin doğal kaynaklarımıza, yaşam alanlarımıza, kentlerimize yönelik yapmış olduğu bu saldıralar karşısında, insanlar (işçi sınıfı da diyebiliriz) çevre, su, kent vb. platformlarda bir araya gelerek mücadele etmeye başlamışlardır. Doğal olarak,  emek ve sermaye arasındaki çatışma da kendisini fabrikaların, işyerlerinin dışında, doğada, yaşam alanlarımızda, kentlerimizde göstermeye başlamıştır.  İlk kez Gezi ile birlikte sermayeye karşı mücadele ederken oluşturmuş olduğumuz birlikteliklerin adı da platformdan, dayanışmalara doğru evrilmiştir. Bu da güzel bir gelişim, dayanışmaların, kurumsal halinin sendikalar olduğunu düşünürsek doğru yolda ilerliyoruz demektir.

Mahalle sendikalarına gelecek olursak; bizlerin kentlerdeki en küçük yaşam alanlarını başta evlerimiz olmak üzere mahallelerimiz oluşturmakta. Özellikle kentlerde yoğun nüfus artışıyla birlikte mahallelerimizdeki evlerin, arsaların ekonomik değerleri yükselmeye başladı. Bu da sermaye için yeni bir rant, yeni bir kar alanı anlamına gelmekte.

Devlet mekanizması da sermayenin güdümünde olduğu için devlet, kentsel dönüşüm politikalarıyla hepimize ait olan kentimizdeki, mahallemizdeki başta kamusal alanlar (okul, park, bahçe, bostan, vb.) olmak üzere sermayeye peşkeş çekilmeye başlandı. Kentsel dönüşüm içerisinde sadece kamusal alanlarımız değil, bizlere ait olan özel mülkiyetlerimiz olan evlerimizde  girmekte. Yani elimizdeki tapuların hiçbir kıymeti harbiyesi yok, evinizin bulunduğu bölge riskli alan ilan edildiği anda evlerimize el konulabiliyor.

Artık, sermayenin saldırılarına karşı emek cephesi olarak savunma refleksiyle, anlık ve tepkisel olarak oluşturduğumuz birliktelikleri (platform, dayanışma vb.) daha kalıcı ve mücadeleyi sürekli kılacak olan kurumsal yapılara   dönüştürmeliyiz.

Platform, dayanışma gibi birliktelikler son derece açık yapılar ve bireyler arasındaki ilişkileri belirleyen ve demokratik işleyişi güvence altına alan tüzük gibi  bağlayıcı ilkeler olmadığı için, kendi kendimizi bilerek ya da bilmeyerek çok rahatlıkla terörize edebiliyoruz. Bu da bizi sermayeye karşı vermiş olduğumuz mücadelede zayıf düşürüyor. Hatta sermayenin bir şey yapmasına gerek kalmadan, kendi kendimizi bitirir hale geldik.

Genelde bizler birlikteliklerimizi tanımlarken, kendimizi, doğayı, çevreyi, insanı, hayvanı seven ama sermayeyi de doğa, çevre, insan ve hayvan düşmanı  gibi duygusal tanımlamalar yapıp, mücadelelerimizi de  bu  zeminlerde yürütüyoruz. Sermayenin motivasyonunu böyle duygusal zeminlerdeymiş gibi algılarsak, sorunun çözümünde de çok büyük yanlışlıklara düşeriz. Sermayenin tek motivasyon kaynağı vardır o da paradır. Ortalıkta bahsedilen rakamlar o kadar büyüktür ki bu rakamların olduğu yerde, ne duygu, ne din, ne iman ne de vicdan  kalır. Bundan dolayıdır ki oluşturmuş olduğumuz ekonomik değerlerin farkına varabilmemiz için,  ekonomik temelli örgütlenmelere gitmemiz gerekir. Bu da sendikal örgütlenmeye tekabül ediyor. Böylelikle birlikteliklerimizin  maddi zeminini yitirmemiş oluruz. Sadece bu maddi zemine takılı kalmak da bizi, sadece ücret sendikacılığı yapan işçi sendikaları gibi güdükleştirir. Ama bu sağlam maddi zemin üzerinde, sorunlarımızın çözümüne yönelik daha sağlıklı politikalar geliştirebilmemizin önü açılmış olur. Toplumsal sorunların çözümünde, uzun vadeli düşünemezsek ve de  herhangi bir  gelecek öngörümüz olmazsa  verdiğimiz mücadeleleri, biz değil sermaye yönlendirmiş olur. Bunun önüne geçebilmek için  gerekli mekanizmaları oluşturmak gerekir. Bu da kurumsallaşmaktan geçer.

[1] http://sarphanuzunoglu.com/post/60529631279/prekarya-gunesi-selamlarken

[2] K. Marks, Felsefenin Sefalati’nden alıntı, Sendikalar Üzerine, Bilim Yayınları

[3] K. Marks, Geçici Genel Konsey Delegeleri için Direktifler(1866, Cenova kongresi), Sendikalar Üzerine, Bilim Yayınları

[4] K. Marks, Ücret, Fiyat, Kar’dan alıntı, Sendikalar Üzerine, Bilim Yayınları

Yoruma kapalı