“Sokakta olmak, sokağın siyasetini yapmak, sokağa çıkmak, sokağı kazanmak”… Bugün bu ifadeler bütün solun itirazsız kabul ettiği bir jargon durumunda.
Amaç elbette malumdur ve doğrudur. Siyaseti temsilî mekanizmalara hapseden burjuva siyasetine karşı, siyaseti toplumsallaştırmanın adıdır “sokak”. Bırakın toplumun değişimin öznesi olmasını; insana dokunmayan, siyaseti “siyasetçi” sınıfının faaliyetine indirgeyen anlayışlara karşı; siyasetin toplumsallaşması, toplumun siyasallaşması esasını savunmak anlamına gelir.
Yani “sokak siyaseti” basitçe “sokakta yapılan siyaset” değildir. Siyasetin böylesine vulger kavranışı bizi salonlardan çıkarır belki ama, açık havaya hapsedebilir. Akşama kadar sokakta bir standın başında akan kalabalığa söylev çekmenin, Yüksel Caddesi’nde ya da Galatasaray Meydanı’nda umarsızca “görünür olmaya” çalışmanın hüznü işte bu yanlış kavrayışın ürünü bence.
***
Bir süredir siyaseti yeniden tanımlıyor, hatta yeniden öğreniyoruz. Uzun zamandır, eyleyegeldiğimiz “atadan kalma” politik yöntemlerin bazen yanlış, bazen yetersiz olduğunu görüyoruz. Yeni muhalefet alanları, yeni siyasal özneler, yeni iletişim biçimleri, tabiri caizse bizi köşeye sıkıştırıyor. İnsanlığın özgürlük arayışında bunlar yeni imkanlar mı sağlayacak yoksa elimizi kolumuzu mu bağlayacak, şu anda tam belli değil. Sürekli hareket halindeki zeminde ayaklarımızı daha sağlam basabilmek için çok enerji harcıyoruz. Bazen el yordamıyla, bazen de sosyolojinin yardımıyla, yeni sorulara doğru cevaplar bulmaya çalışıyoruz.
Bu arayışta bence ilk sorgulamamız gereken tahayyül ettiğimiz toplumsal dönüşümün özneleri ile kurduğumuz ilişki (eğer varsa). Bu ilişkide “onlar” için iyi ve doğru olanı bilen ve “onları” buna ikna etmenin yeterli olacağını savunan “bildik sol” duruşumuzu sorgulamadan siyasete nefes aldıramayacağız. Bu tür bir kibirli duruş, toplumun kahir ekseriyetinde negatif bir karşılık buluyor.
Topluma “dokunmayı” onu siyasetimiz ile ilgili bilgilendirmek (duvarındaki yazı, sokağında patlattığımız slogan, pazarda eline tutuşturduğumuz bildiri, attığımız okkalı bir tivit, vb.) ve siyasetimize ikna olanları beklediğimiz parti ya da dernek odalarında yaptığımız siyaset sohbetleri olarak görmek ne kadar acıklı.
***
Uzun zaman önce ortaya çıkan “sokak muhalefeti” önermesi, esasen parti binalarına hapsolmuş siyasete yeni bir yön gösteriyor. Siyaset, birbirimizle yaptığımız bir iş olmaktan çıkmalı hayatla buluşmalı. Hayat ise “sokakta”.
Çünkü sokak, ideolojik hegemonyanın temsil edildiği, yeniden ve yeniden üretildiği en temel mekan. Birey sokakta teslim alınıyor, sokakta makineye çark oluyor. Zincirini kıracaksa da orada kıracak. Elbette “sokak” bir metafor. Kastedilen, aslında geçmişte “kitle çizgisi” olarak adlandırılan şey.
Uzun zamandır her solcunun açıkça ya da zımnen bildiği şey şu: Sol, şaşırtıcı bir şekilde topluma hiç dokunmadan, hatta sadece kendisiyle konuşarak bir tür siyaset yapmayı “başarıyor”. Bu hem daha korunaklı, hem de daha lezzetli. Böylece kimseyi ikna etme, sürece katma, dönüştürme ihtiyacı doğmuyor. Kadrolar, giderek daralsa da nasılsa sol içi alışverişlesağlanabiliyor.
Topluma dokunmadan siyaset yapma konforunun kaçınılmaz sonucu; hayatın güncel, gerçek ve yakıcı sorularına cevap üretme zorunluluğunu ortadan kaldırması. Böylece siyaset bizi nereye sıkıştırıyorsa, başka bir köşeye kaçabiliriz. Artık sırtımızda yumurta küfesi yok. Kıvrak manevralarla hem “görünür” olup, hem de dokunmamayı başarabiliriz. Böyle bir siyaset, “sokakta” bile yapılsa sözünün sınanmasını imkansız kılar.
Burası önemli. Çünkü siyaset kuvveden fiile terfi etmedikçe, tüy hafifliğinde ve uçucu olabilir. Onu sahici kılan etkileme, dönüştürme kabiliyetidir. Böylece “sokak” mesajını haykırdığın bir mekan değil, müttefikin ve muazırınla hemhal / harman olup, etkileşime girdiğin bir “ortam”dır. Bu anlamıyla onu “outdoor” bir mekan olarak tarif etmek imkansızlaşır. “Sokak” aslında kahve, tezgahbaşı, işyeri yemekhanesi, mahalle parkı, okul kantini, komşu sohbeti, otobüs durağı ve elbette ki yine sokaktır.
Sokağı böyle tarif edince zamana ve mekana yayılmış, böylelikle daha düşük profilli bir çerçeve çizildiği sonucu çıkmamalıdır. Esasen çatışmanın tek muhatabının “kolluk kuvvetleri” olmadığı, toplumsal hayatın her anı ve her tarafına dair mücadelelerin örgütlenip yönetilmesinden söz ediyorum.
Mücadelenin tabiri caizse sadece “askerî” bir alanda sıkışıp kalmasının umutvar olmadığı gibi aslında “devrimci” bir durum olmadığını da düşünüyorum. Bir eylemin devrimciliğini esasen, ne “en devrimci” sloganların atılması ne de otoriteyle “en çatışmacı” yöntemlerin uygulanması gösterir.
Devrimci eylemi, otorite ile devrimcinin düellosu olarak algılamıyorsak, esas olanın özne ile devrimci bir bağ kurmak, öznenin kendisini devrimcileştirmek, kollektif çıkarın örgütlenmesi ve iktidar olması için eylediğimizin toplamı olarak görüyorsak “devrimci eylemin” tek bir amacı vardır: Özneyi devrimcileştirmek. Tek ölçütü de budur!
Dolayısıyla “sokak mücadelesi” artık içi daha net doldurulması gereken bir kavramdır. Bunun ihmal edilmesi, “kendi ayağına kurşun sıkmaktan” başka bir anlam ifade etmeyecek, sol siyasetin hem toplum hem de kendini solda görenler açısından yanlış ya da eksik algılanması anlamına gelebilecektir. “Kitle çizgisinden” kopmuş, kendisini otorite ile sürgit bir düellonungereklerine göre örgütleyen ve “siyasal başarıyı” da bu düellonun sonuçları üzerinden tarif eden bir sol, herhalde sistemin de çok işine gelen bir sol muhalefet anlamına gelecektir.
Kitle çizgisi elbette mekan olarak sokakta olmayı, imza toplamayı, miting ya da basın açıklaması yapmayı engellendiğinde kolluk ile çatışmayı içerir. Ama bütün bunlardan daha fazla, daha büyük birşeydir. Eylem anlarından ibaret değildir. Değiştirmeyi hedeflediği toplumsal kesimlerin içinde yaşayan, yama gibi durmayan; böylece ayağını toplum zeminine basmakla yetinmeyip, bütün gündemi ile toplum denizinin içine dalan organik bir çalışmayı ifade eder.
Böyle algılanmadığı sürece de hangi toplumsal kesimi hedefliyorsa onun tarafından en fazla ilk ciddi krize kadar tahammül edilen bir “yabancı doku” olarak görülmesi kaçınılmazdır.
Umut yokluğu tehlikelidir. Devrimci öfkeyi, kendini de yok eden bir tür nihilizme doğru evrimleştirir. Sosyal varoluşu cemaat ilişkisine doğru daraltır. Genişleme olanağını kaldırdığı gibi genişleme ihtiyacını da kaldırır. Böylece öfkeli ve kararlı ama toplumu siyasallaştırma, siyaseti toplumsallaştırma hedefiyle ilgisiz devrimci yapılar ortaya çıkar.
Çıkış için reçeteler önermek yerine öncelikle “kitle çizgisi” ile yeniden ilişkilenmeyi öneriyorum.