“Ulus”, “Ulusalcılık”, aslında ulusal burjuvaziye ait. Daha çok ulusal sömürü ve sermaye ile ilişkilendirilebilir. Evrenselliği, vatansızlığı reddeder ve hayatı kavgayı, umudu, ütopyayı, aşkı arayışı da ulusal çitlerle sınırlar. Ve egemenler, bir biçimde koşulladığı ezilen sınıfları ve sınıfın öncülerini de bu ulusal çepere çekerek kendiyle bütünler…
Böylece ezen de ezilen de aynı refleksi göstermeye, aynı yolda yürümeye, aynı kimliği taşımaya, aynı şarkıyı söylemeye, aynı savaş’ı yürütmeye başlar…
Sınıf mücadelesinin yerini “ulusal çıkarlar”, simgeler, semboller alır. Enternasyonal renkler, refleksler görünmez olur. Dayanışma biter. Devrimcilik romantik bir karşı koyuş, bir yaratı kültürü olmaktan çıkar. Şiirsel akıcılığını kaybeder. Özgürlük için savaşmak, yeni dünyalara yelken açmak, halklarla kardeşleşmek düş olmaktan çıkar; rahatsız edici bir edime dönüşür. “Sınırları korumak” imha sürecine alınan halkları savunmaktan çok daha önemli hale gelir.
Aşk ölür…
Aşkın ölümüyle “öteki” de öldürülür. “Devrimcilik” evrensellikten ulusal sınırlara çekildikçe, “öteki”, sınır dışına itilir. Aşağılanarak yoksanır. “Öteki” ve “öteki”nin her eylemi, var olma, yaşama çabası “düzen bozucu” sayılarak tepki toplar olur. Ulusal Sınırlar dahilinde her kalkışma, her devrimci eylem, küçümsenir, “bayağı” sayılarak “bastırılmaya müstehak” görülür. Buna karşın denizaşırı her eylem, her devrimci çıkış, her sosyal dalgalanmış niteliğine bakılmaksızın alkışlanır. Enternasyonalist ödevler hatırlanır olur.
Reel sosyalizmin çözülüşüyle bu süreç daha da hızlanmış, birçok siyasal güç, devrimci akım ulusal sınırlara çekilerek, ulusal devletle buluşarak romantizmi, enternasyonalist özünü kaybetmiştir. Bunu tetikleyen başka nedenler de vardır. Başlıcaları şöyle sıralanabilir. İlki; devrimci demokratik güçlerin, ezen ulus kimliğinden sıyrılmamış, dönüşüm geçirmemiş olmasıdır. Bu durum, ezilen ulus/halk sorununa ezen ulus penceresinden bakmalarına neden olmuş, bu da enternasyonalist dayanışmadan alıkoymuştur.
Ikincisi; değişime kapalı, tutucu yapıları ve bu yapılarının yarattığı içe dönüklükle, kendine yontan, bencil, pragmatist dışavurumlarıdır.
Bu kısır, boğucu iklimde, ezilenlerin haklı devrimci eylemiyle buluşan romantizm, enternasyonalist dayanışma hayat bulmaz. Aşk yaşamaz. Yaratıcı eylemci fikirler gelişmez. Ezilen halkların özgürlüğü ve özgür geleceği için sınırlar yıkılmaz. Ulusal çitler, kararlar, politikalar, uygulamalar dokunulmaz olmaktan çıkmaz. “Ötekinin” özgürlük güzellik arayışı ilgi görmez. Trajedisi, dramı vicdanları incitmez, acısı, açlığı, yokluğu, yoksunluğu ruhları uyarmaz.
Amansız bir körleşmedir bu…
Şengal’in, Kobanê’nin yalnızlığı da bundandır. “Filistin’i, Latin’i görenler Kürdistan’ı, Rojava’yı, Şengal’i görmüyorlar” demek, körelmiş ruhlardan, vicdanlardan ilgi beklemek anlamsızdır. Ulus sınırlarına çekilmiş, ötekiyi, hakim ulus gözüyle görmeye başlamış “devrimcilik” bitmiş devrimciliktir. Türkiye “bitmiş devrimciler” mezarlığıdır. Bu mezarlıkta, aşkı, romantizmi, enternasyonalizmi, ezilen halklarla birlik ve dayanışmayı aramak yersizdir. Mevcut koşullarda gerçekçi değildir.
Gerçek şu ki Kürtler bu dramı trajediyi yaşayacak, esaret çemberinden kendi öz çabaları/ öz mücadeleleriyle çıkacaktır. Kürtler kolektif komünal güç haline geldikçe bölgesel yerel gericiliğe, uluslararası dayatmaya karşı mücadelede başarılı olacak, her parçada özgürlüğe kapı aralayacaktır. Aşk çıplak eller ve yüreklerle barbarlığa, yeni Çağ’ın en acımasız yıkım canavarına tutum almak ise, aşk, Kobanê’dir, Şengal’dir. En güzel en dokunaklı/içli romantizm, ezilen halklarla saf tutmaktır. En büyük enternasyonalizm ise Kobanê’ye yolculuktur.
(Özgür Gündem – 26 eylül 2014 – Delil Karakoçan)