Şafağın ilk ışığı henüz taş evin camsız penceresinden içeri girmemişti Hagop yatağında doğrulduğunda. Çıplak ayaklarıyla yoklaya yoklaya terliklerini buldu. Özenle örttü karısının üstünü. Aynı özenle de ayakucunda uyuyan oğlunu dürttü. Fısıltılı bir sesle –Kalk, dedi, -Kalk ve atı eyerle. Evin kapısını da aynı özenle açtı, uyuyan çocukları gıcırtıdan uyanmasın diye kapının ağırlığını tarttı, meşin menteşeye iş bırakmadı. Kendisi ayakyoluna giderken oğlu kıratın yularını bağlamış, eğerin kolanını sıkmaktaydı. Testideki buz gibi suyla yüzünü, çapaklı gözlerini, dirseklerine kadar sıvadığı kollarını yıkadı. Sabahın ayazında soğuk suyla ancak uyanmıştı. Uyanmıştı ama gözlerini açmamıştı. Yüzünü Kel Dağ’a dönüp derin bir nefes çekti. Bir nefes daha, işte bu ikinci nefeste dağ kekiklerinin ve portakal çiçeklerinin kokusunu duyumsadı. Gözlerini açtığında şafağın ilk ışıkları Kel Dağ’ın ya da fellahların deyimiyle Cebel Akra’nın doruklarına ulaşmıştı bile.
Bir kez daha hatıralar canlandı gözlerinin önünde. Sevdiklerini anımsadı, halasını, eniştesini, sonra onların kızlarını. Bu onları görmediği dokuzuncu kışın sonu. Yılda bir, bilemedin iki kez ta yakınlarına, Yayladağı’na kadar varıyor da, şu olmayan sınırı bir türlü geçemiyordu. Üstelik bu bölge Türkiye ile Suriye arasında mayın döşeli olmayan nadir alanlardan biri. O yüzden de kaçakçılık buranın günlük ticareti gibidir. Hagop buralara kadar ya tütünü bitince gelirdi, ya da sürek avına çıktıklarında.
Bu hayallerle gerisin geriye eve girdi. Karısı uyanmış, ateşi tutuşturmakla uğraşıyordu. İçliğin üzerine mintanını, iç donunun üzerine de Antakya çarşısında terzi Simon’un diktiği şalvarını giyindi. Ardından yumuşak derili çizmelerini de ayağına geçirince, yola çıkmaya hazırdı artık. Oğlu da anasının akşamdan hazırladığı giysileri kuşanmış, yaşından büyük bir adama dönmüştü. Kapı arkasına koyduğu, içinde çarşıdaki manifaturacıdan aldığı basmaların ve pazenlerin, Dapne’deki dokumacıdan aldığı gömleklik ham ipeğin, 12 habbeli fişeklerin, yine Suveydiye çarşısından aldığı el aynasının ve daha bir yığın hediyenin olduğu heybeyi eyerin tokacına astı, beri yana da ufak azık çıkınını yerleştirerek yola koyuldu.
Musa Dağın yamaçlarından yukarı köylere doğru yükseldikçe gün ağarıyor, Keldağ’ın dorukları mavi mor harelerle menevişleniyordu.
Bu yamaçlarda her taşın, her ağacın, her kuytunun ayrı bir anısı var Hagop’un hafızasında. O yüzden de kimi zaman bir çalı demetinin önünde atını durduruyor, derin hatıralara dalıyordu. Köylerini, evlerini terk edip dağa çıktıklarında yeni nişanlanmıştı henüz. Kırk günlük direniş esnasında bu yamaçlarda ayak basmadığı yer kalmamıştı. Henüz savaşın ilk günlerinde vurdukları askerlerden birinin mavzerini almış, Port Said’de Fransız zabitleri elinden alıncaya kadar da yanından ayırmamıştı. Bu çalı kümesinin ardında pusuya yatmış, on bir kişilik avcı kolunu iki arkadaşıyla buradan açtıkları ateşle öldürmüşlerdi. Peş peşe gelen mermilerden sağ kurtulan iki askeri de dere içine kadar kovalamış, orada indirmişlerdi. Tüfek de onlardan birinindi zaten. Henüz ölmemişti elindeki tüfeği çekip aldığında. Daha bıyığı terlememiş bir delikanlı. Kurşun ciğerini parçalamıştı. Kesik kesik soluyor, nefes alamıyordu. Dipçiği var gücüyle kafasına indirdi iki-üç kez. Anımsayınca içi acıdı. Ölmek üzereydi, hiç takati kalmamıştı. Direnemedi, kımıldamadı bile garip, ıhh deyip olduğu yerde ölüverdi. Şimdi içi acıdı ya, o an nasıl da mutlu olmuştu o çocuğu hakladığında. Muzaffer bir şekilde ganimet tüfeği kapıp siper aldıkları çalılığa koşmuştu. Belki de tüm bu anılara duyduğu özlemdi yolunu Musa Dağa yönelten. Aslında dağ, gideceği istikametin tam tersinde kalıyordu. Normal olarak Süveydiye’ye inecek, kısa köprüyü geçtikten az sonra da sağa giden yola sapacaktı. Ama bu oğluyla çıktığı ilk yolculuktu. Buraları görmesini arzulamış, hatta Port Said dönüşü dağda inşa ettikleri gemi kiliseye götürmek istemişti oğlunu. 1939-dan bu yana o kilise de sahipsiz kalmış, senede bir gün yapılan hac ziyaretleri de ahalinin göçünden sonra Vakıflı köydeki küçük kilisede yapılır olmuştu. Oğlunun sesiyle daldığı kötü anılardan sıyrıldı. –Baba çişim geldi, diye seslenmişti oğlu. Attan inmesine yardım etti, ardından da -Git şu taşın arkasına işe, destur demeyi unutma, diye tembihledi.
Güneş iyiden iyiye yükselmiş, ortalığı kuş cıvıltıları sarmıştı. Kekliğin bol olduğu zamandı ama oyalanacak gün değildi. Daha yol vardı önlerinde. En az bir bu kadar daha gitmeliydiler Kesab’a ulaşmak için. Atın yönünü bu kez Simon dağı taraflarına çevirdi. Asi nehrinin yatağı boyunca ilerlediler bir süre de. Musa Dağı arkalarında kalmıştı şimdi. Ormanlık vadi içindeki yoldan güneye doğru sürdükçe, o bildiği, savaştığı yerlerden uzaklaşmış, gençliğinde sadece birkaç kez sürek için geldiği yaban bir yere varmıştı. At aniden huysuzlaştı. Durdu, ön ayaklarını yere vurup şahlanıverdi. Hagop bir eliyle yulara asılmışken diğer eliyle de terkisindeki oğlunun belini kavradı düşmesin diye. Uzun, upuzun bir yılan atın ayakları önünden akıp gitti, otların arasında kayboldu. Yükseklerde, çok yükseklerde ise bir kartal kanatlarını açmış, süzülmekteydi. Önündeki düzlüğe doğru topukladı atını, oraya vardıklarında da cebinden çıkardığı mendille alnında birken terleri sildi. Soğuk soğuk terlemişti. Kendi nefesi de öldürdüğü o asker gibi tıkanıvermişti. Oğlunu indirdi önce, ardından da kendi indi atından. Cebindeki şişeye uzandı eli. Ufak bir şişeydi bu, ilaç şişesi gibi bir şey. Şişeyi başına dikip birkaç yudum rakı içti. Sonra da azık çıkınının ilmeğini çözdü eyerden. –Sen de acıktın mı? diye sordu oğluna.
Çocuk mutluydu bu gün. Babası belki de ilk kez ona her hangi bir şey sormuştu. –Acıktın mı? diye sormuştu. Oysa acıktığına da onun karar vermesine, ne zaman yiyeceğini, ne kadar yiyeceğini babasının söylemesine alışmıştı. O yüzden de cevap bile veremedi babasının sorusuna. Hoş onun da cevap beklediği yoktu zaten. Yere çömelmiş, çıkından çıkardığı birkaç haşlanmış yumurtayı, “surki” diye bildikleri baharatlı çökeleği, bostandan kopardığı domatesi, hıyarı, iki baş soğanı, bir tutam tuzu, ekmeği mendilin üzerine yaymıştı bile. Çocuk sevinçle yere çömelmeye hazırlanıyorken babasının ensesinde patlayan tokadıyla dengesini kaybetti, yere düştü. –Git atın gemini çöz önce, hayvan da otlasın, bir kendini düşünme, diye tersledi oğlunu. O an lanet etti çocuk deminki sevincine. Babasının hoyratlığı hiç değişmemişti. Bir kez daha ümidini ileriki yıllara, adam sayılacağı yaşlara erteledi. Ağabeyi Panos’un haline bakınca bu da uzak bir ihtimal gibi göründü gözüne.
Az ilerde Yayladağı’nın evleri tek tük seçilir olmuşlardı bile. Kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra atını bahçelere doğru sürdü. Köyün içinden geçip de köylülere selam vermeden geçmek yakışık almayacaktı. Artık bir an önce varmak istiyordu Kesab’a. Tam da hesap ettiği gibi olmuş, sınırı geçtikten sonra yolu çok kısa sürmüştü. Yolda rastladığı birkaç yabancı ile “Ehlen u sehlen” diyerek selamlaşmış, ardından da “Parev tsez”, “Hazar Pari” faslı başlamıştı. İyi de sınır nerede başlamış, nerede bitmişti. Bir köyden diğerine gider gibi rahat geçmişti bir ülkeden diğerine. Kasabanın sokaklarında gördüğü insanlardan çoğunun siması tanıdık geliyordu Hagop’a. Kapısının önünü süpürmekte olan bir kocakarıya Mardirlerin evini sordu. Kadın cevap vereceğine karşı eve doğru –Arşoo, kız Arşooo diye seslendi.
Birkaç dakika sonra genişçe bir iç avluda yankılanan Arşo’nun sesiydi, -Hoo, gelin hoo, Hagop dayımız gelmiş, küçük Paramaz’ı da getirmiş, koşun, gelin hoo. Sevincinden yerinde duramıyordu Arşo kız. Daha yeni onbeşine girmişti. Hagop atını bağlayacak zaman bile bulamadı. Hısım, akraba, hala çocukları çevrelediler etrafını. Her biriyle hasretle kucaklaştı tek tek. Akrabaları geride bıraktıkları her şeyin, hısımlarının, evlerinin, köylerinin, ahırlarının, kümeslerinin, evin önündeki malta eriği ağacının, hatta babalarının analarının mezar taşlarının bile hasretini Hagop’un yol yorgunu bedeninden, terinin kokusundan almaya çalışıyorlardı. Avludaki sedire doğru sürüklediler Hagop’u. Çardağın altına oturttular. Daha şaşkınlığını üstünden atamadan buz gibi turunç şurupları ikram edildi. Hagop bir kez daha davrandı cebindeki küçük şişeye. Birkaç yudum boğma rakı içtikten sonra turunç şerbeti daha da bir hoşuna gitti sanki. Çardağın altındaki sedir, sedirin önündeki masa, etrafındaki mutluluk haresi ve yüksek sesli konuşmalar, kıkırdamalar, kahkahaların dışında küçük Paramaz atı uygun bir yere bağlamakla meşguldü. O sıra duyduğu “hışşt” sesine doğru baktı. Yaşlıca bir kadın içeri gelmesini söylüyordu. Bu kadını da, avludaki diğer insanları da ilk kez görüyordu. Bir an ne yapacağını bilemeden öylece kalakaldı. Sonra yaşlı kadın bir kez daha içeri gelmesini söylediğinde çaresiz evin kapısına yöneldi. Ayağındaki lastikleri eşikte çıkararak beyaz yün çoraplarıyla içeri girdi. Bu kez kucaklanma, kokusuyla hasret giderilme sırası küçük Paramaz’a gelmişti. Yaşlı kadın önce kendisini tanıttı –Ben babanın halasıyım, diyerek. Ardından da soran gözlerle –Sen de Paramaz olmalısın diye sordu. Küçük Paramaz mahcup bir edayla susmaktaydı. Ama hala onla paylaşacak çok şey biriktirmişti yüreğinde. Yeğeninin küçük oğlunun haberini aldığında en çok da adıyla gurur duymuştu. Ve belki de o andan beri bu buluşmayı hayal etmişti. İşte şimdi o an geldi, yeğeninin küçük oğlu Paramaz karşısında ve ona adının ilham kaynağı olan Paramaz’ı kendisi anlatacak.
Küçük Paramaz tüm çekingenliğine, utangaçlığına rağmen çok özel bir çekicilik hissediyor babasının halasına karşı. Bir yandan annesinin öğrettiği tüm görgü kurallarını anımsamaya, yanlış bir hareketle anne-babasını mahcup etmemeye çalışırken, bir yandan da halanın o hoş otoritesine biat etmekte sakınca görmüyor. İşte hala oturduğu yerden kalktı, küçük yeğeninin elinden tuttu ve odanın diğer tarafına götürdü. –Tanıyor musun? diye sordu duvardaki resmi işaret ederek. İlk kez yüzünü yukarı çevirdi ve resme baktı. Ardından da başıyla onayladı. Hala şaşırdı, bunu beklemiyordu. Hayır diyecek, kendisi de önceden aklında kurguladığı cümlelerle Ermeni halkının en önemli devrimcilerinden Paramaz’ın yiğitliklerini anlatacak, sonunda da kendi isminin de bu büyük devrimciden esinlenerek konduğunu anlatacaktı. Ama Paramaz buna fırsat vermemiş, üstelik –Bu resimden bizim evde de var. Annem her zaman anlatır, tabii ki tanıyorum Paramaz’ı. Büyüyünce ben de onun gibi öğretmen olacağım, demişti bir solukta. Yaşlı hala karmakarışık duygular içindeydi şimdi. O kadar tasarladığı cümleleri söyleyememenin tasası, küçük yeğen Paramaz’ın yaşından büyük bir ciddiyetle söylediklerinden kaynaklanan sevinci şaşkına çevirmişti. Son bir hamleyle, -Peki sen bizim marşları da biliyor musun? diyerek olası bir açık bulmayı denedi. Küçük Paramaz şu kısacık sürede özgüvenini bulmuş, utangaçlığını yenmişti. –Ben bizim marşları biliyorum, diye cevapladı halasını. “Bizim” vurgusu bir anlık tereddüt yaratmıştı. Her ikisi de aynı şeye mi “bizim” demekteydiler, yoksa bu göç beraberinde ayrışma da getirmiş herkesin “bizim” dediği ayrıklaşmış mıydı? Yolu açan yine hala oldu. İlk o başladı bildiği marşları mırıldanmaya, ardından Paramaz tamamladı halasının söylediklerini. İkisi de rahatlamışlardı şimdi. Mesele yok, aynı şeylere “bizim” diyorlar.
Hagop karşılamadaki o taşkaladan nice sonra kurtuldu, halasını sordu kuzenlerine. İçerde olduğunu duyunca hemen toparlandı. Osmanlı kadınıydı hala, en yakınları da olsa hiyerarşik üstünlüğünden taviz vermez, kendisi Hagop’u karşılamaya yeltenmez, yeğeninin yanına gelmesini beklerdi. O da öyle yaptı, yanına varıp elini öptü halasının. Ama yeğeni elini öperken bile o küçük yeğeni Paramaz’la birlikte Hınçak marşları, fedai ağıtları söylemeyi sürdürüyordu.