4. Bölüm
Buraya kadar Kürt sorununu çeşitli yönleriyle inceledi kitap. Ermenilik, nicelikçe ve nitelikçe Kürtlük ve Kürdistan’da sınıf ilişkileri gibi ana konularda yazılan bölümlerden sonra sıra Türk finans kapitalinin sömürgeci politikalarının Kürdistan’da doğurduğu sonuçlara geldi. Kıvılcımlı bu sonuçları, “Tepkiler” ve “İsyanlar” ana başlıklarıyla değerlendiriyor. Değerlendirmelerinden sonra da “Parti ve Doğu” başlığında Parti’ye tutulacak yol ve Kürdistan kurtuluş mücadelesine yapılacak katkılarla ilgili önerilerini sıralıyor. Şimdi biz de bunlara bakalım:
“Tepkiler” başlığında öncelikle Kürt halkının sosyal psikolojisi üzerine görüşler öne sürülür. Çeşitli olumsuz ve olumlu örneklerden sonra şu teşhise varılır.
“Kürdistan halkının, belki de kapitalist mantığından bambaşka, bizim düşünüş tarzımızdan apayrı bir ‘yoğurt yiyişi’ var. Bundan ne netice çıkar? Kürdistan halkını zıtlıklar içinde kıvranmaktan kurtararak ona ‘kurtarıcı kılavuz yoldaş’ olacak sınıf ve örgütlerin; eğer deyim caizse ‘Kürtçe konuşmaları’ icabettiği… Maalesef tarih öncesinden ortaçağa kadar doğal ve sosyal parçalanışlarla başka başkalaşmanın çeşitlerine uğrayan insanlık, kapitalizm zamanında da, bir rejimin eşitsiz gelişimi yüzünden, ekonomik ve sosyal uluslararasılaşma eğilimine rağmen, insan yığınları arasında, zıtlıklı farklılaşmayı arttırmaktan geri kalmadı. Onun için, mantıktan, mantık öncesine kadar uzanan bir dizi düşünüş tarzlarında rastlayacağımız örnekleri ve nüansları hesaba katmaya mecburuz.” (s. 165)
Günümüzü de anlamamıza yarayacak biçimde şu öngörülü saptamaları yapar sonra da:
“Kürdistan halkı hayatın o kadar doğal çocuklarıdır ki, onlar için ölmek ve öldürmek en basit bir mücadele şekilleridir. Bütün zulüm görenler gibi şu kötü hayattan iyice bıkmış olan Kürdistan köylülüğüne göre, yaşamakla ölmek bir birinden pek ayırt edilemeyen iki biçim zaruretten başka bir şey değildir. Onlar için çarpışırken ölüm korkusu yoktur.
“Kemalizmle uzlaşmış ve bu uzlaşmanın kaymaklı tadına konmuş olan, Kürt ağalarla, Kürt burjuvaları bir tarafa bırakılırsa, Kürdistan halkı içinde mevcut sosyal ilişkilerden ‘İllallah’ demeyen bir tek fert yoktur. Orada herkes, Lenin’in deyimi ile istemiyoruz, tahammül edemiyoruz, diyor. Bunun anlamı malum.” (s. 166)
Yine “Tepkiler” konusuna devam ederken, tepkileri 2 başlıkta görür. 1) Anarşik tepkiler, 2) Siyasi tepkiler.
“Anarşik tepkiler” derken, ” Ezilen köylünün, ilk tepkisi silahını alıp, dağa çıkmaktır.” (s. 167) diyerek başlar lafa. Daha çok bireysel ya da küçük grupların haksızlıklar karşısında öç alma duygularıyla dağda “eşkıya”lık yapması kastedilir burada. Fakat Kürdistan’daki eşkıyalığın, yine kızgınlıkla dağa fırlayan yoksul Türk köylüsünün eşkıyalığından daha dehşetli olduğunun da altı çizilir.
Buradaki asıl önemli tepkiler, siyasi tepkilerdir. Bu tepkilerin karakterini de “Kürdistan’da gelmiş geçmiş bütün siyasi örgüt ve faaliyetlerin ruhu Kemalizmle henüz uzlaşmamış Kürt ağalığı ve beyliğinin ideolojisi olmuştur” (s. 171) diyerek belirler. Yıl 1932. Ayrıca bu siyasi hareketin örgüt biçimini de tanıtır bize: “Bu kısaca karakteristiğini yaptığımız siyasi örgüte örnek, Şeyh Sait isyanlarından sonra “Güney sınırları” civarında teşekkül eden “Hoybon” (Kürdistan Kürt Muhipleri [Sevenleri] Cemiyeti)dir.” ( s. 172) Hoybon Cemiyeti’nin sınıfsal karakterini de; ” … büyük ağalığın örgütü niteliğinden henüz sıyrılamamış olan Hoybon Cemiyeti” diye anar. Bu karakterinden dolayı da bu Cemiyet, içlerinde Kürtlük davasını samimice savunanlar olmasına karşın, emperyalizmle el ele vermekte beis görmez.
Geliriz o zaman kadarki Kürt isyanlarına:
Kıvılcımlı bu bahse, “İsyan, ezilen Kürdistan köylüsünün yemek içmek kadar zaruri ihtiyacı ve her günkü meşguliyetidir.” (s. 181) diyerek başlar. Bundan sonra da o zamana dek olan Kürt İsyanlarının en belli başlıları olan Şeyh Sait ve Ağrı Dağı isyanlarını inceler. Kendi kaleminden aktaralım:
“Ruhani ağalığın idaresinde ve şeyh “Sait” ideolojisi altında patlak verdi. Fakat, Doğu Vilayetlerinin (mesleksiz + hizmetkâr + ameliye + miriyvo) yığınlarının o müthiş zaptolunmaz çığı, çarçabuk bütün ağırlığını hissettirdi. Yukarıda kaydetmiştik: Şeyh Sait isyanı birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı olan ruhani ağalıkla fani ağalığın arasını daha belli bir surette açmaktan, sonra fani ağalığın Kemalizmle el ele vererek ruhani ağalığa karşı son bir darbe indirmek istemesinden başka bir neticeye varmadı. Hatta, sübjektif iddiaları bir tarafa bırakır da objektif durumu göz önüne koyarsak, Şeyh Sait isyanı her şeyden evvel fani ağalığın, uhrevi ağalığa karşı kurduğu bir tuzaktır. Çünkü Şeyh Sait ile birlikte isyan meselesi etrafında konuşan ve isyanın merkez komitesi rolünü oynayacak olan öteki üç beylikten ikisi, Şeyh Sait’ten ayrılır ayrılmaz her şeyi Kemalizme haber verirler. Ve bu ihbarı yapanlar uhrevi değil fani ağalardır.” (s. 183)
Ağrı dağı isyanını da her iki isyanı kıyasladığı bir paragrafla anıp geçelim:
“İki doğu isyanı arasındaki fark, dünya içindeki mevkilerinden çok, bir memleket içindeki özellikleri bakımındandır. Şeyh Sait isyanı, din kisveli ağalığın açıkça geçmişe doğru kıyametli bir koşusu idi. Ağrı dağı isyanı, daha çok Kürdistan’daki Kemalizmle uzlaşamayan (burjuva + ağa) unsurlarının, fakat daha modern olan burjuva sloganlarını yani milliyetçilik prensiplerini ideoloji edinerek harekete geçmesi ve halkın hoşnutsuzluğundan istifadeye girişmesi idi. Nitekim Kemalist basınında yayınlanan Ağrı Dağı bildirileri, açıkça Kürt milliyetini öne sürüyordu.” (s. 189-190)
Ve nihayet kitabın son bölümüne geliyoruz: PARTİ VE “DOĞU”
Bu başlıkta Kıvılcımlı bütün tahlillerinin sonucunda Kürt ulusal kurtuluşu için strateji önerilerini ve bu stratejide Türkiye Komünist Partisi’nin tutması gereken yolu formülleştirir. Unutmayalım sene 1932, yer Elazığ cezaevidir. Kaynaklar çok sınırlı olmasına karşın, bugün bile aşılamamış tahlillerin ardından önerilerini getirir.
“Kürdistan’ın kurtuluşu, burjuvazinin eseri olamaz, Kürt burjuvazisinin Kürt milliyetçiliğini az çok tanıyoruz, Kürdistan halkı, ondan ümidini tamamıyla kesmek üzeredir. Türk burjuvazisinin Kürdistan’da onlarca yıllık hakimiyeti, eski devirleri gölgede bırakacak derecede bir sömürge soygunundan başka ciddi bir netice vermedi. Gerçi ara sıra Kemalizmin Doğu’da derebeyliğe atıp tutan palavralarını herkes işitti. Fakat herkesin bilmediği ve işitmediği gerçeklik, Kemalizmin ve Cumhuriyet devlet cihazının Kürdistan’daki klan-derebey sistemine yapışırcasına adapte olması, ağalıkla ve bir kısım en kalın Kürt burjuvalarıyla el ele vererek, aman vermez bir surette Doğu Vilayetleri çalışkan halk tabakalarını soyuşu ve en barbar sömürge usûlleriyle ezişidir. (s. 207)
Demek ki kim olurlarsa olsunlar, Kürdistan hakim sınıflarından öncülük, hatta katkı beklemek boşunadır.
“Kürdistan halkının kurtuluşundan vazgeçmek, devrimden vazgeçmektir. Türk burjuvazisi anti-emperyalisttir. Devrimi tutmak için her pahasına olursa olsun Türkiye’de Kemalizmi tutmak lazımdır. Şu halde Kemalizme karşı olan mazlum Kürt halkının kurtuluş hareketi duraklasın… ve ilh. tezi, partimiz için pek de yeni bir tez olamaz… Mazlum bir halk kitlesini Kemalizme feda edebilenler için, esasen fedakarlığın ucu bucağı yoktur “ ( s. 208)
Demek ki ne olursa olsun Kemalizm’den medet ummak bir yana, ondan kesin kopuş lazımdır.
“Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu demek, ayrı bir devlet teşkil etmeye kadar bütün mazlum Kürtlüğün kendi kaderine, siyasi bağımsızlık derecesinde kendisinin sahip olmak hakkı, yalnız Türkiye’deki Kürtlerin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün bir tek sosyal ve siyasi yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun mefkûreleştirildiği (ülküleştirildiği, idealleştirildiği) gün, Irak ve Suriye’de de, Kürtleri, eski zamanın “koç başı” gibi sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkarı olan emperyalizm, Kürtlükten layık olduğu silleyi yemiş olacaktır.” (s. 210-211)
Demek ki Kürdistanı bir bütün olarak görüp, tümünün kurtuluşu için strateji-taktik ve örgüt geliştirilmelidir. Bu da ancak tekmil Kürdistan için tek bir komünist parti öncülüğünde olacaktır.
Ve sonuçta:
“Kürdistan’da (Merkez Komite)’sinden (Hücre)lerine kadar bütün unsurları ile tam Bolşevik bir parti yaratmakta, Türkiye işçi sınıfının keşif koluna önemli mecburiyetler gelir dayanır. Herhangi siyasi akımlar içinde taktik bakımından yönelişlerde aldanmamak, harekette kitlelerin yanlış sürüklenişlerine meydan bırakmamak ve hatta kapılmamak için, bağımsız Kürdistan Komünist Partisine doğru gelişmek idealdir. Böyle bir örgüt, partimizin gizli faaliyet tecrübelerinden çok istifade edebilir. Mamafih partimiz özde kardeş olmakla beraber, önce ana örgüt, sonra ağabey örgüt olduğuna göre, Kürdistan’ın yeni yerel ve özel şartlarına göre büsbütün mahsus (spesifik) savaş şekil ve sloganları bulmakta, özellikle ilk zamanlarda, bütün kuvveti ile ve imkanlarıyla uğraşmalıdır.” (s. 214-215)
Ne yazık ki bugün Türkiye sosyalistleri olarak Kıvılcımlı’nın “ağabey örgüt” dediği örgütlenmenin çok uzağındayız. O zaman da görev kendiliğinden belirmez mi?