Cumhurbaşkanlığı seçimine giderken iki ciddi siyasi hata ülkenin sırtına yükleniyor. Bunlardan birincisi cumhurbaşkanının parti başkanı olması ya da parti ile çok yakın ilişki içinde bulunması, ikincisi ise, cumhurbaşkanlığı makamını icranın başı gibi kullanma hırsıdır. Bu iki hata, hem parti ve siyasileri yıpratır, hem de ülke siyasetine çok büyük zarar verir.
Bir defa, cumhurbaşkanlığı yüksek yargıdan önceki en üst düzeyli denetim makamıdır. Yasama organının onayladığı yasa tasarılarını, anayasanın genel hükümleri ile ilgili değişiklikler ve bütçe tasarısı dışında, cumhurbaşkanının parlamentoya geri gönderme yetkisinin olması bir kontrol işlevidir. İktidar partisi başkanının bu makama gelmesi, zaten parlamentonun çalışmadığı ve kabinenin lider hakimiyetinde baskılanması durumunda, devlet işlerinde tüm kontrol mercilerinin dumura uğratılmış olacağını gösterir.
Bu sistem AKP zihniyetine, daha doğrusu lider anlayışına uygundur, ancak demokrasi felsefesine aykırıdır.
1950 yılında büyük bir oyla iktidara gelmiş olan Demokrat Parti yönetiminde Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı olması, muhtemeldir ki, 1958 darbesine giden yolda önemli bir etken olmuştur. Zira, yasama organı ve yürütme üzerinde hiçbir denetim mekanizmasının bulunmaması siyasetçinin her istediğini yapabilme hırsının denetimsiz kabarmasına neden olmuştur. O meşum gidişatı, maalesef, darbe durdurdu. Keşke darbe olmasa idi, demeden önce, niçin oldu da öyle bir sonuç ortaya çıktı diye düşünmemiz gerekiyor. Yoksa, Türkiye’nin geleneğinde darbeler vardır, İttihatçıların mantığı darbeye yatkındır gibi bilimsel hiçbir değeri olmayan ifadelerle fiili oluşum yorumlanamaz. AKP’ye böylesi prim veren ampul aydınları ve onlara kanan halkımız nasıl bugünden fazla mutlu değilse, cumhurbaşkanlığı konusunu da aynı basiretsizlikle götürürse, hem millet içinden çıkılamaz bir despotik rejime sürüklenir, hem de olası sonuçla ulusun itibarı sarsılır.
Sarkozy’i mahkum eden sistem, doğal olarak kendi hukuk sistemi ile Türkiye’nin sistemini karşılaştırarak, ülkemizi bir yere koymaya yeltenir. Bu lekeyi ülkenin üzerinden kazımak zorundayız.
Yasalarda bazı hükümler devamlı uygulamaya yönelik olmayıp, semboliktir ve arızı uygulamaya tabidir. Tabii ki, cumhurbaşkanı kabineye de ara sıra başkanlık yapabilir. Ama bu durum belirli bir rutine ulaşırsa, ya cumhurbaşkanına ya da başbakana bütçeden fazla para veriyoruz demektir, zira bunlardan biri işlevsizdir. Yeni cumhurbaşkanı devletin başıdır, ama rutin anlamda icranın başı değildir, bu hüküm semboliktir. Eğer böyle olsa idi, yasa taslaklarının son tasdik merci cumhurbaşkanlığı makamı olmazdı. Öyle anlaşılıyor ki, AKP bir kült olarak bu işi kotarmaya soyunmuştur. Başbakanın ağzından düşürmediği “dava partisi” ifadesi, açıklanmadığı sürece meşru değildir. Hatta davanın meşruiyeti alınan oyların tümü ile de kanıtlanamaz. Zira AKP’ye giden oyların hepsinin dava konusunda bilgili ve bilinçli olarak verildiği kanıtlanmadıkça, dava denen olgu salt birkaç parti kurucusunun kafasında gezinen bir hırs olmanın ötesine geçemez.
AKP’nin cumhurbaşkanını açıklarken sadece yarışın adil olmasına riayet etmesi yetmez, aynı zamanda ya dava her ne ise açıkça topluma anlatır ya da var olan anayasal düzen içinde işlerin yürütülmesi yoluna girer. Yeni anayasa yapılırken kafalardaki dava tartışılır ve toplumun nitelikli çoğunluğunun kabulü alındıktan sonra ancak dava uğruna icraata kalkışılır.