Neden oyum HDP’ye?- Seyfi Öngider

Hiçbir yerel seçim 30 Mart seçimleri kadar “yerel” olmaktan çıkmamış, 30 Mart kadar Türkiye’nin siyasi geleceğini etkileme gücüne sahip olmamıştır. Yerel seçimleri bu hale getiren ve AKP’nin 12 yıllık iktidarı için bir tür referanduma dönüştüren ise bizzat Tayyip Erdoğan’dan başkası değil. 30 Mart’tan sonra Ağustos’ta cumhurbaşkanlığı seçimi – ve eğer daha erkene alınmazsa- gelecek Haziran’da da milletvekili seçimleri olduğu dikkate alındığında, Erdoğan’ın kendine göre bir “oyun planı” veya bir tür stratejisi olduğunu düşünmek gerekir. Erdoğan’dan başlayarak Egemen Bağış, Mehmet Ali Şahin, Nurettin Canikli, Şamil Tayyar gibi önde gelen AKP’lileri 14 yaşında bir çocuğun polis tarafından öldürülmesini bile savunmaya zorlayan bu “plan” hiç kuşkusuz insani değil, siyasi olarak ne olduğunu görmek için ise artık günler kaldı.

Yine mi mağdur?

Eğer Erdoğan’ın bir planı varsa bunun ilk ayağında yine “mağduriyet” yer alıyor; 2002’den beri her seçim öncesinde mağdur olmanın veya gözükmenin meyvelerini devşiren AKP bu seçim öncesinde de “mağdur olmak” için elinden geleni yaptı. 2002’deki seçimden önce Erdoğan yasaklıydı; 2007 seçiminden önce 27 Nisan e-muhtırası vardı ve cumhurbaşkanı seçimine müdahale edilmişti. 2011 seçimi öncesinde ise Ergenekon, Balyoz gibi “askeri darbe” tehdidini içeren davaların gölgesinde askeri vesayet tartışmaları vardı. İşte bu geleneğin devamı olarak bugün de The Cemaat’le girişilen iktidar kavgası bir mağduriyete dönüştürülmeye çalışıldı, çalışılıyor.

17 Aralık’taki yolsuzluk operasyonunun arkasının geleceğini bilen Erdoğan “İstiklal Savaşı” başlatırken iddiaların da hepsini inkâr etti ve 17 Aralık’ı Gezi’nin devamı yeni bir “komplo”, bir “darbe teşebbüsü” ilan etti. Yıllardır iktidarı paylaştığı ortağının elinde ne gibi silahlar olduğunu iyi bilen AKP açısından bu savunma yöntemi- insanların aklıyla, zekâsıyla alay etmesine rağmen- hiç de etkisiz olmadı ve yine kendisine göre bir siyasi sistematiğe sahipti. Bu İstiklal Savaşı’nın “topyekûn savunma” yöntemi sadece çok sayıda yolsuzluk-rüşvet iddiasının her biriyle tek tek uğraşmayı gereksiz hale getirmekle kalmıyordu, aynı zamanda, yine uluslararası güçlerin de işin içinde olduğu bir “darbe tehdidi” inandırıcı oluyor ve dolayısıyla Erdoğan yine çeşitli güçlerce engellenen “mağdur lider” haline geliyordu.

Gerilim kime yarıyor?

Darbe tehdidi karşısında kendini savunduğunu söyleyen Erdoğan’ın siyasette gerilimi alabildiğine tırmandırması doğal. Gerilim tırmanınca kutuplaşmanın da yoğunlaşması ve AKP’nin oluşturduğu kutupta Erdoğan’a inanmaya hazır olanların sayısının artması veya pek azalmaması da kaçınılmaz. Hele de dinleme kayıtlarının ardı arkası kesilmeyince Erdoğan’ın anlattığı komplo-darbe masallarına inananların sayısı arttı. “Bu kadar da olmaz artık” denilecek türden öyle pislikler ortaya dökülüyor ki, inanmamak değil inanmak daha zor!

Öte yandan, bunların montaj veya dublaj olduğunu ispatlamak teknik olarak çok kolay olmasına rağmen AKP hiç de bu yola gitmiyor ve Erdoğan’ın “tevil yollu ikrar” konuşmalarının da gösterdiği gibi, dinlemelerin hepsi gerçek, hepsi doğru. Yine de yaratılan gerilim-kutuplaşma sonucunda hâlâ büyük bir kitle bunlara inanmakta zorlanıyor ve eğer bu pisliği örtbas etmek AKP için bir “başarı” ise evet bir “başarı”dan da söz edilebilir. Her türlü pisliği, olumsuzluğu Cemaat’e yıkan AKP hâlâ “ak” olduğunu iddia ederken buna inananların hiç de az olmamasına yaslanıyor.

Bu arada gerilimin tırmanması Kürt sorununun barışçı çözümünü temel alan süreci de tehlikeye atıyor elbette ama AKP bunu da kendi yararına kullanıyor. Hem kendi yarattığı gerilimden dolayı demokratikleşme adımları atamadığını iddia ediyor, hem de süreç tehlikeye girmesin diye Kürtlerin bir kez daha kendisine oy vermesini istiyor ve bekliyor.

İşte böyle bir “oyun planı” olduğu anlaşılan AKP’nin gerilim ve kutuplaşma stratejisi en azından muhafazakâr-milliyetçi çoğunluğun büyük kısmının oyunu getireceğini öngörüyor. Ve artık ne kadar güvenilir olduğu hayli tartışmalı anketler AKP’nin oyunun fazla düşmediğini ileri sürüyor. Bakalım, göreceğiz…

Tuzağa düşmeyen kim?

Gerilimin tırmanması ve kutuplaşma AKP’nin böyle çok yönlü işine yaramasına rağmen CHP’nin buna kendine ait bir “oyun planı” ile cevap verdiği söylenemez. Bu gerilim-kutuplaşma sonucunda hayatını kaybeden Berkin’in ve Burakcan’ın babasının sergilediği sağduyulu tutumun Erdoğan’ı nasıl çaresiz bıraktığı ve saldırganlaştırdığı görüldü; ancak “Gerilim bana da yarar” diye düşünen CHP kutuplaşmanın diğer ucu olarak oy devşireceğini hesaplıyor. Bu arada MHP’ye ve Cemaat aracılığıyla muhafazakâr kitleye yanaşarak oylarını artıracağını umuyor ve bütün hesabını da Ankara ve İstanbul belediyelerinin kazınılması üzerine yapmış görünüyor. Bu iki kent kazanılırsa Erdoğan’ın gideceğini düşünen CHP kazanamazsa ne olacağını ne kadar hesapladı, bilinmez. Ama meydanlarda Erdoğan’dan aşağı kalmayan bir sertlikte konuşan, gerilimi tırmandıran Kılıçdaroğlu gizli ortağı Bahçeli’ye de hiç bakmıyor galiba. Berkin Elvan’ın mezarına bilyelerin neden konduğunu Erdoğan’a izah eden bir MHP lideri var karşımızda ve “vatandaşın sağduyusuna” seslenmenin mükâfatını beklediğinin de üzerinde oyla alabilir.

Doğrusu, BDP-HDP hattının bu gerilim tuzağına düşmemeye özen gösterdiği söylenebilir. CHP ve MHP kadar dinlemelere abanmayan BDP-HDP sözcülerinin çözüm sürecine AKP’ye rağmen sahip çıkışları, “AKP hükümeti olmasa da bu süreç devam eder” mesajları vermeleri ve Türkiye’nin yeniden inşasına vurgu yapmaları çok önemli ve güven verici.

Türkiye bir cenderenin içine bizzat iktidar partisi tarafından itilmişken buradan çıkış yolu kim tarafından ve nasıl bulunacak? CHP-MHP-Cemaat bloğu ülkeyi bu ortamdan çıkarabilecek bir anlayışa ve programa sahip değil. Bu bloğun güçlenmesi gerilimi düşüren değil daha da tırmandıran bir sonuç getirecektir. Oysa AKP’nin tuzağına düşmeyen ve ülkenin yeniden kurulması gerektiğini anlatmaya çalışan BDP-HDP hattının güçlenmesi bu cendereden çıkmak için büyük bir fırsat yaratacaktır. Aynı zamanda bu gerilim ve kutuplaşmaya bir toplumsal itiraz olarak kullanılacak BDP-HDP oyları ne kadar çok olursa “siyasetin anahtarı”nın BDP-HDP’nin eline geçmesi o kadar mümkün hale gelecektir. 30 Mart gecesi karşımıza çıkacak en iyi tablo, AKP ciddi bir oy kaybına uğrarken, BDP-HDP’nin ise ciddi bir oy artışı yapmasıdır.

12 Haziran 2011 seçimlerinin iki galibi vardı: AKP ve BDP; galip sayısının teke indirilmesi için aradan geçen üç yıl içinde yeterince bedel ödendi…

Yoruma kapalı