Seçim sonuçları üzerine: ‘Üç taktik’ – Ergin Yıldızoğlu

Gereğinden fazla kötümser olabilir ama, şöyle düşünüyorum. “Gezi Olayı”, “sol” üzerinde dönüştürücü bir etki yapamadı. “Gezi Olayı”nın yarattığı şokun arkasından gelen yerel seçimleri AKP “kazandı”; koşullar aynı kalmak koşuluyla (ceteris paribus ) genel seçimleri, cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazanır.  
Ceteris paribus yapının bir “durumuna” varsayım olarak işaret eder. Öyleyse bugünkü “durumu” bozmak, bu “durum”dan yeni olasılıkların gündeme gelmeye başladığı bir “duruma” geçmek gerekiyor.

Seçimlerden sonra, dikkatler hemen AKP’nin oyları üzerine yoğunlaştı, AKP’ye oy verenlerin gerekçeleri tartışıldı. Bu önemli bir tartışmadır ama, yapının ceteris paribus varsayımının geçerli olduğu “durumu”ndan çıkmak için yapılması gerekenlere ilişkin ipuçları vermez. En fazla, “yapının tanımlayıcı özelliklerini değiştirmeyen bazı önemli değişiklikler yapılabilir” varsayımının geçerli olacağı bir “durum”a açılır.

Yeni bir “durum”a geçmek isteyenler için öncelikle bakılması gereken yerin “sol”un kendisi ve AKP’ye oy vermemiş olan kesimler olduğunu düşünüyorum. Bence , “sol”da ve bu kesimler içinde yaratılacak, momentum kazanacak bir hareket, yapının bugünkü “durum”unu değiştirmeye başlayabilir.

Bu saptamalar “kim bakacak” sorusu üzerinde düşünmeyi gerektiriyor. “Kim bakacak?” sorusunun cevabını ararken bence, “sol” hareketten başlamak gerekiyor.

Sol hareket, cumhuriyetçi popülistlerden Kürt hareketine, sosyal demokratlara; çevrecilerden LGBT’ye, anarşistlerden komünistlere kadar geniş bir “siyasi” etkinlikler alanını kapsıyor. Dikkatle bakınca, “sol”un, tamamının çalışanların yaşam koşullarını iyileştirmeyi, belli alanlarda bireylerin özgürlük alanlarını genişletmeyi amaçlamakla birlikte, aslında iki akıma ayrıldığı kolaylıkla görülebilir. 

Birinci akım bu iyileştirme, genişletme etkinliğini kapitalizmi hedef almadan, ya da düşünmeden, kimi zaman düşünemeden sürdürmeye; “siyaseti” devlet iktidarı değil parlamento, seçimler ve demokrasi bağlamında düşünmeye öncelik veriyor, ya da bununla sınırlayarak hayata geçirmeye çalışıyor. Bu akım kapitalizmi bir yapı olarak düşünmüyor, dolayısıyla “yapısal belirleyiciliğin” etkisi içinde hareket ediyor. Bu hareket belki yapının “ceteris paribus” varsayımının geçerli olduğu “durum”undan çıkabilir ama yapının, “önemli değişikliklere karşın/ya da sayesinde tanımlayıcı özelliklerini korumaya devam etme” varsayımının geçerli olduğu “durum”un içinde kalır.

İkinci akım, kapitalizmi bir yapı olarak düşünür, hedefi bu yapının dışına çıkmak, bu yapıyı aşmaktır. Bu akım “siyasi” etkinliğinin hedefini seçimler ve hükümet olarak değil, devlet iktidarı olarak düşünür. Demokrasinin aynı zamanda bir diktatörlük olduğunu da unutmaz.  Bu nedenlerle de bu akım, çalışanların yaşam koşullarını iyileştirmeye, bireylerin özgürlüklerini genişletmeye ilişkin taleplerini, yapının istikrarını bozacak,  belirleyicilik gücünü kıracak, yapının dışına uzanan olasılıkların gündeme gelmesine yol açabilecek biçimde saptamaya çalışır.

Birinci akım esas olarak “kapitalist gerçekçi” bir solu, ikinci akım komünist hareketi (komünistler, anarşistler) tanımlar. Benim düşündüğüm “üç taktik” tartışması da öncelikle bu ikinci akıma ait bir tartışmadır.

Bu bağlamda ilk “taktiğin”, ikinci akımın bir bütünsellik kazanması, “ilkelliği” aşmasıyla ilgili olabileceği söylenebilir. Burada acilen gerekli olan tek bir siyasi partide, örgütte birleşmek değil, parçalar arasındaki bağlar yoluyla birlikte davranmanın kalıcı biçimlerini inşa etmektir. Bu bağları kurmak ve kalıcılaştırmak için siyasi mücadele (devlet iktidarını arzulayan bir haklar ve özgürlükler mücadelesi) alanı içinde sürdürülebilir bir ortak dil ve hafıza inşa etmek gerekecektir. Bu öncelikle, parçalar arasındaki tüm iletişim kanallarını, tüm tartışma alanlarını açık tutarak, gittikçe artan oranda yenilerini kurarak gerçekleştirilebilir. Bu sırada, birinci akımdan ikinciye sızmaları, gelecek olası dayatmaları, siyasi şantajları, bu iki akımın birbirine karışmasını, önlemeye, demokratizm ile komünizm arasındaki çizgiyi korumaya çalışmak da gerekecektir.

İkinci taktik,  komünist hareketin birinci akımla kuracağı ilişkilerin mantığının, ilkelerinin, pratiklerinin oluşmasına ilişkindir. Bugün ve daha uzun bir süre (yapının sınırlarına yakınlaştıkça değişmek üzere) birinci akım, tüm “kapitalist gerçekçi” özelliklerine karşın ikinci akımın düşmanı değil, birlikte davranması gereken bir müttefiki olarak kalmaya devam edecektir. Birinci akımla kurulacak ilişkilerin söylemi, dili ve pratik etkinlikleri bu varsayımla inşa edilmelidir. 

Üçüncü taktik, konjonktürlere (seçim, grev, ekonomik kriz, siyasi skandal gibi),  sarsıcı toplumsal patlamalara, hatta ender “Olay”lara (Gezi isyanı gibi) bağlı olarak, “sol”un bir bütün olarak, AKP’ye oy vermeyen kesim içinde momentumu sürdürülebilecek bir hareket oluşturmaya yönelik, somut olaylardan, günlük sorunlardan hareketle “kampanya” faaliyeti yürütme çabalarına ilişkindir. 

Bu “kampanya” faaliyeti, açısından seçimler, somut günlük olaylardan biridir. Solun (genel olarak) birlikte mi tavır alacağı, yoksa ikinci akımın birliği bozarak  ayrıca ilerlemeye mi çalışacağına ilişkin karar, bir somut olayın, yapının içindeki konumunun, olası etkilerinin analizinden, yapının ufkuna ne kadar yakın veya uzak olunduğuna ilişkin bir çözümlemeden geçecektir.

Geride bıraktığımız seçimlerde, bu üç taktik etkin biçimde kullanılamamış. Sol, tanımlanabilir bir küme olarak kendini kuramamış. Bu yüzden parçalarının matematik toplamından (bu büyüklüğü düşünebilmek için serbestçe yapılan son 1 Mayıs’ın kitlesine, “Gezi” olayı sırasında hareketlenen çokluğa bakabiliriz) daha büyük bir etki yapmak bir yana,  etkisi parçalarının matematik toplamına bile erişememiştir.

AKP dönemi boyunca yaşananlardan, hep AKP’yi sorumlu tuttuk; ona yalakalık eden entelijensiyayı, umut bağlayanları suçladık; hep AKP’yi analiz ettik. Bunları yapmaya da devam edeceğiz, ancak, “kendimize” giderek daha fazla bakmamız gerekiyor.

Birgün Pazar

Yoruma kapalı