Sayın Gültan Kışanak’ın geçtiğimiz günlerde bir gazete röportajında ifade ettiği “petrolden pay istiyoruz” sözleri neredeyse infial yaratmıştı. Hem sağdan, hem sözde “sol”dan, hem devletten, hem de sermayeden yükselen salvolarla “yok daha neler” diyen sesler birbirine karıştı. Kışanak’ın ifadeleri içinde buhar olansa, yaşam alanlarının ve doğanın tüm varlıklarının sermaye birikimine bağlanıp çalınmasıyla yaşamsal olanın kirletilmesi ve bölgede kurulu bulunan enerji santrallerinin elektrik üretirken bölge halkının karanlıkta yaşadığı gerçeğine vurgu yapan sözleriydi.
Sayın Kışanak, belediye başkanı seçildikten hemen sonra yaptığı diğer bir açıklamada ise Dicle nehrinin artık nehir değil dereye dönüştüğünü söylemişti. Nehirlerin üzerine kurulu bulunan barajların buna neden olduğuna dair vurgularda bulunarak, gerçeklere işaret etmişti. Şu an Türkiye’nin dört bir yanında kuraklığın önemli bir sorun olduğu yönünde tartışmalar yaşanmakta. Enerji bakanı ise barajlarda enerji üretimi bakımından henüz tehlike olmadığını fakat olmayacağı anlamına gelmediğini söyleyerek, enerji çeşitliliğinin gerekliliğine vurgu yapmaya çalışmaktaydı. Şunu çok iyi biliyoruz ki bu söylemin ardında nükleer santrallerin ve termik santrallerin gerekliliğinin vurgulanması hesapları yatmaktadır. Sermayenin dolayısıyla onun hükümetinin suya bakışında “su=enerji” ve “su=ticari meta” denkleminden öte hiçbir anlam yoktur.
Şırnak Enerji Bölgesi mi!
Şırnak’ta enerji meselesi ile ilgili yaşanan süreci herkes biliyor. Bölgede 3 adet termik santral “komşu” ülkelere enerji satmak için harıl harıl çalışıyor. Komşu ülkeler derken bunun devletler arası bir ticari faaliyet olmadığını öncelikle vurgulamamız gerekir. Burada komşu şirketler ile Şırnak’ta faaliyet gösteren şirketler arasında yaşanan bir “al gülüm ver gülüm” ilişkisinden söz ediyoruz. Bölgede yeni kurulmuş olan “Şırnak Çevre Platformu” 4. ve 5. termik santrallere karşı bir mücadele başlatmış durumda. Şırnak’ın derdi sadece termik santraller değil, onlarca tünel tipi HES, 7 adet büyük baraj vs. ile bölge adeta abluka altına alınmış durumda. Peki, bu üretilen enerjinin bölge halkına bir getirisi var mı? Tabii ki yok. Örneğin; Ciner gurubunun kurduğu termik santralde yaşanan işçi direnişinde gerçekler açıkça göz önüne serilmişti. Bölge halkına iş kapısı olarak sunulan termik santrallerde çok az sayıda bölge insanı temizlikçi ya da hamal olarak çalıştırılmaktadır. Nedeni ise bu santrallerde sadece teknisyenlerin çalışabilir olması. Direniş, hem ücretlerin düşüklüğü hem de temizlik işleri gibi işlerde çalışan çok az sayıdaki bölge insanının işten çıkarılması nedeniyle yaşanmıştı. İş kapısı diye propaganda edilen şey yalandan ibarettir. Yaşananlar, halkın işsizlikle boğuştuğu çaresiz durumundan faydalanılarak santrallerin inşa edilmesi sürecinde olası tepkileri azaltmak amaçlı kullandıkları adice yalan ve yöntemden başkaca bir şey değildir.
AKP hükümetinin ve dolayısıyla sermayenin bölgedeki muradını ortaya koyan açık bir süreç Şırnak’ta yaşanıyor. Geçmiş yıllarda yüzlerce köyü zorla boşaltılan binlerce insanın göçe zorlandığı Şırnak, bugün farklı bir biçimde baskı ve zulme uğruyor. Dayatılan şey doğal alanların sermaye birikimine eklemlenerek bölgenin insansızlaştırılması sürecidir. Şırnak’ta inşa edilmesi planlanan ve adımları atılmış olan 7 adet baraj ve onlarca tünel tipi HES’te sadece enerji üretmeyecek. Aynı zamanda sınır güvenliği adı altında emperyalizm tarafında bir asır önce bölünmüş olan Kürt halkının Güney’le bağının koparılması işlemi gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Yüzlerce mağarada var olan geçmiş arkeolojik izler su altında bırakılmaktadır. Aynen Zeugma’da, Allianoi’da ve sırasını bekleyen Hasankeyf’teki gibi! İlave olarak barajlarda üretilen elektrikten sonra Ortadoğu’da ve Türkiye’de, yarın Kıbrıs’a döşenen boru hattı gibi ulaşabildiği her yerde suların çeşitli amaçlarla pazarlanması ve bu nedenle kontrol edilmesi planları ağırlıklı olarak yapılmaktadır.
Hewsel’de yaşananlar halen gözlerimizin önünde duruyor. Eğer direniş ortaya konmasaydı bugün Hewsel bahçeleri tamamen yok olmuştu. Seyre daldığımız benzer hallerde örneğin İstanbul 3.köprü gibi doğal alanları yok eden saldırılara karşı yeterince tepki ortaya konmadığında yaşananlar ortada. Milyonlarca ağaçtan oluşan orman varlığı yok oldu. İçinde yaşayan binlerce canlı göç etmek zorunda kaldı. Boğazı yüzerek geçen domuzların fotoğrafı beynimize bir daha silinmemek üzere kazındı. Gezi direnişi ve Hewsel’de ortaya konan iradenin bizlere gösterdiği yegane şey, sermaye saldırıları karşısında en az onlar kadar agresif olmak zorunda olduğumuzdur. Savunmaya çabaladığımız ve asla vazgeçemeyeceğimiz olan, bizlerin yani insanların ve doğada yaşayan binlerce canlının hakkı olanı savunmaktır.
Sevgili Gülten Kışanak bana kalırsa az bile istedi. Şirketler Türkiye’nin her bölgesinde yaptığını burada da gerçekleştirmektedir. Bölge halkına verdikleri hiçbir şey yokken alıp götürdükleri insanlığın yaşamsal olanını yani suyunu, toprağını çalıp, kirleterek gitmektedirler. Peki, ne için? Bir avuç para babasının biraz daha palazlanıp büyümesi için. Tüm dünyada emekçi halkların kanını emerek semirenler aynı zamanda doğayıda emip zehirlemekteler. Başbakan 1 Mayıs’ta Taksim’e gitmek isteyenlere “şımarıklar” diyerek hakaret ediyordu. Biz de sermayenin ve onların iktidarlarının şımarıklıklarının artık canımıza tak ettiğini ve 1 Mayıs’ta mutlaka Taksim’de olmamız gerektiğini haykırıyoruz…
Özgür Gündem / 29 Nisan 2014