Tatava, argoda söz kalabalığı, kuru gürültü anlamındaki sözcük. Tatava yapmak, söz kalabalığı yapmak anlamına geliyor demek ki. Kim tatava yapmakla suçlanıyor peki? Politik sözü olanlar! Tartışanlar, içim rahat değil diyenler, tereddütlerim var, kaygılıyım diyenler! CHP-MHP-Cemaat ittifakından midesi bulanan ama kendisini çaresiz hissedenler… Argo bir dile mahkum olmak istemeyenler… Neyle suçlanıyorlar aslında? Politik düşünmekle!
Gelin hep beraber tatava yapalım arkadaşlar… Çünkü HDP diyenler, gönlüm HDP’de ama AKP’den tek kurtuluş çaresi CHP mi acaba diyenler, seçimleri boykot etmeli diyenler, oyum sol cepheye diyenler; biz hepimiz politikanın söz ve eylem olduğunu biliyoruz! Politik sözümüzün tatava yapmak olarak algılandığı politika dışı bir çerçeveye mahkum olmayalım! Çünkü başımıza gelenlerin sorumlusu tam da bu bakış açısına ram olmamız! Ekonomi, ahlak, hukuk ve din tarafından içi boşaltılan, gasp edilen politik alanın şimdi de dikte edici, diyaloga kapalı, ötekileştirici bir dilin grameri ve lügati tarafından gasp edilmemesi için; politik olanın otonomisi için gelin tatava yapalım, yaptıralım…
Gerçekten de çok kaygı verici ve ürkütücü bir dönem yaşıyoruz. Ama bu döneme son vermenin yolu, kendilerinin de faşist olduğunu, en azından faşist teamüllerinin güçlü olduğunu, geçmişlerinden, icraatlarından bildiğimiz partilere oy vermekten geçmiyor. Bu Tayyip’ten kurtulma meselesini “milli bir mesele” olarak addetmiş durumda herkes… Milli olan her girişim beni en az otoriterlik ve fevrilik kadar korkutuyor. Çünkü AKP de ona karşı tek çare olarak sunulan ittifak da, bütün ittifak ve icraatlarının meşruluğunu bu müphem, şiddeti kendinden menkul “millilik”ten alıyor. Bu, bütün hak ve özgürlük mücadelelerini erteleten, sonu gelmez bir iştahla öğüten, halkların barış ve eşitlik talebini birlik ve bütünlük çizmesiyle ezen, ezilenleri birbirine düşman eden, her koşulda ve durumda güvenlik ve istikrarı merkezi ilgisi kılan ve dolayısıyla muktedirlerin keskin kılıcı olarak iş gören millilik faşizminden kurtulmadan, gerçek anlamda politika yapmanın mümkün olmadığını düşünüyorum.
Çok partili döneme geçildiğinden bu yana, her seçim döneminde içi başka başka “milli menfaatler”le doldurularak seçmene dayatılan iki kötü seçenekten daha iyi olanını seçme görevi (!), bir yandan demokrasinin, kendi tanımına aykırı olarak çoğulcu değil en iyi ihtimalle “ikici” bir rejim olarak yerleşmesinin; bir yandan da yurttaşlığın daimi bir ergenlik dönemine mahkûm edilmesinin zeminini güçlendiriyor. Şimdiye kadarki tüm seçimlerde, “yurttaşlık hakkını” milli bir görev addeden/zanneden seçmenlerin, bu demek ki çoğunluğun oy kullanma davranışı hep bu “ikici” dayatmayla karşı karşıya kaldı. İki kötüden birini seçmek zorunda kalan seçmen yurttaşın, seçimini yaparken üstlendiği sorumluluk, daima, devleti kendi çıkarları doğrultusunda kötüye kullandığını, zafiyete uğrattığını düşündüğü diğer seçenekten koruma/kurtarma “hayati” sorumluluğu oldu. Bu nedenle sandıktan çıkan sonuç ne olursa olsun iktidar hep “milli irade”ydi, devletti.
Şimdi yine oyumuzu bir hak olarak değil bir görev olarak kullanmamız yönünde milli bir baskı ile karşı karşıyayız! Oysa artık bizim, devletin cebri karşısında yurttaşlık haklarımızı isyanla, direnişle, acı çekerek, kayıplar vererek keşfettiğimiz, bütün devlet mağdurlarını iktidarlandıran, eylerken yargı gücümüzü keşfettiğimiz Gezi direnişi gibi, bir direniş deneyimimiz var! Bu deneyim, hepimizin Zamyatin’in deyişiyle “ruh çıkarmamıza” neden oldu! Hepimiz kendi derdini alıp sokağa çıkan insanlardık! Farklı toplumsal gruplar olarak birbirimizi ilk kez gördük, birbirimize ilk kez temas ettik! Birbirimizle yardımlaştık, konuştuk! Birbirimizden öğrendik! Birbirimizi anladık! Hep birlikte anladığımız şey ise, aslında devletin, yurttaş olmamızdan ne kadar korktuğuydu! Devletin, nasıl düşünmemiz gerektiğinden, nasıl yaşamamız gerektiğine varıncaya kadar her konuda bizi denetleme ve hayatlarımızı düzenleme isteği karşısında, her birimiz kendi mağarasının dışına çıkıp, diğerinin derdiyle dertlendi! Dayanışmanın güçlendiren, korkularla baş etmeyi sağlayan sarhoşluğunu yaşadık! Devlet karşısında haklara sahip yurttaşlar olduğumuzu yeni fark ediyorduk ve bir daha asla hiçbir iktidar yurttaşlarına bunu yapamayacaktı! Hepimizi özgür ve eşit yurttaşlar olarak ortaklaştıracak kamusal iyiyi arıyorduk ve kamusal iyiyi nihayet, milliliğin vesayetinden kurtarmış gibiydik!
Derken hızla, “bir daha asla hiçbir iktidar yurttaşlarına bunu yapamayacak” cümlesindeki yurttaş, “bize”; “hiçbir iktidar” ise “AKP iktidarına” dönüştü! Doğru, sokağa çıkanların çoğu zaten “AKP iktidarından” muzdaripti; ama direnirken artık devlet karşısında güçlenen yurttaşlar olmaya başlamıştık sanki!
Şimdi yine iki kötüden birini seçmeye zorlanıyor seçmenler! Mevcut iktidar karşısındaki en güçlü alternatifler belirleniyor ve tek bir milli cephe oluşturuluyor! İkicilik, sokakta haklarını keşfeden yurttaşları, sandıkta haklarından soyarak yeniden milli göreve çağırıyor! Oy kullanmayı bir hak olmaktan çıkartarak bir göreve, üstelik de bir ölüm kalım retoriğiyle kutsal bir göreve dönüştüren çağrılar, muhakeme gücümüze yeniden el koymaya çalışıyorlar! Mesele hala yurttaşlık ve kamusal iyi meselesi oysa! Kimin yönetmesini istemediğimiz değil, nasıl bir yönetim istediğimiz değil mi seçimimizi belirleyecek olan! Biz özgürlük mü istiyoruz yoksa RTE/AKP’den mi özgür olmak istiyoruz? Adaleti, barışı, halkların özgürlüğü ve eşitliğini tesis edebilecek bir politik düzen mi istiyoruz yoksa bu talebin, tıpkı şimdiki gibi, yok hükmünde olacağı milli bir düzen mi istiyoruz?
Demokratik hakların, özgürlüklerin, eşitliğin, barışın adını bile anmayan, Geziden bu yana sokakta direnenlerin AKP faşizminden kurtulma isteğini kendisine tahvil ederek, seçmenlerine yalnızca bu negatif özgürlüğü vaat eden milli ittifak partilerinden her hangi biri, benim herkes için, bütün halklar için, engelliler, yoksullar, işçiler, öğrenciler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, LGBTİ bireyler, duyum yetisine sahip olan olmayan tüm canlılar ve dahi doğa için talep ettiğim hak ve özgürlüklerin hiç birini, kendi politik tasarruflarının ilkesel çerçevesi olarak bile benimsemiyor! Evet, ben de Recep Tayyip Erdoğan’dan ve AKP’ den kurtulmak istiyorum. Ama benim kurtulmak istememin nedeni, tam da az önce saydığım politik taleplerim! Oysa dediğim gibi, bu talepler, söz konusu ittifak partileri ile gerçekleştirilemez! Onlar ne halkların eşitliğine, ne barışa, ne farklılığa, ne doğaya, ne canlılara, ne de bu son “tatava yapma bas geç” çağrılarında açık olarak ortaya çıktığı üzere, hak ve özgürlüklere sahip çıkıyorlar! Ben AKP’den kurtulmayı isterken, kurtulmayı istediğim şey açık olarak, benim politik taleplerimi tehdit olarak gören faşizm! Bu nedenle de bir yurttaş olarak, hak ve özgürlüklerden yana oy kullanmaya karar verdim. Bu kararımı belirleyen politik gerekçelerimi yukarıda ifade etmeye çalıştım. Oy hakkımı ise, politik taleplerimin hemen hepsini kendi politik talebi olarak sunan, dolayısıyla anti-faşist bir politik programa sahip olan bir partiden yana, HDP’den yana kullanacağım. Gezi’nin yanı sıra, ondan daha uzun ve daha köklü bir geçmişe sahip olan Kürt özgürlük hareketinin bakiyesini miras alan HDP, benim için gerçek sol bir seçenek. Kürt direnişi ile Gezi direnişi arasındaki mesafeyi aşabilecek, Kürt özgürlük hareketinin kazanımları ile Gezi direnişindeki yeni politik imkânları uzlaştırabilecek potansiyellere ve güce sahip olduğuna inandığım tek parti HDP olduğu için, HDP’ye oy vereceğim. Yeni bir parti olduğu ve çok kısa olan seçim sürecinde kamusal görünürlüğü, milliyetçi/milli/ulusalcı/bürokratik saldırılarla engellendiği için diğer partilerle eşit şartlara sahip değil… Aslında bütün fiziksel ve sözlü saldırıların amacı, HDP’yi bir seçenek olmaktan çıkartmak.
Ama bana göre, gerçek bir sol seçeneği şimdi güçlendirmezsek, bir dahaki sefere diye bir şey olmayabilir… İktidarı değil güçlü bir muhalefeti önemsiyorum. HDP+BDP bu seçimlerde %10 barajını geçerse, gönlü HDP’de olan ama CHP’ye oy vermek zorunda hisseden, iktidar olamayacağı için HDP’ye oy vermekten imtina eden herkes için gerçek bir alternatif yaratılmış olacak… Bu, gönlü HDP’de olanlara bağlı… Bu sanal kamusal platformda tartışan, tereddütlerini ifade eden herkesin, sol politik değerleri benimsediğini, barış içinde, özgür, eşit ve adil bir politik alan için emek ve mücadele verdiklerini biliyorum. Ama çaresizlik ve umutsuzluk öyle karanlık bir atmosfer yarattı ki bu iyi insanlar bu karanlık içinde bir çıkış aramaya çalışıyorlar.
Ben de korkuyorum. Ama umutsuzluk beni her şeyden daha fazla korkutuyor. Ben “Pan’ın Labirenti” filmindeki küçük kızı örnek aldım kendime. Yaşam alanın korkunç, kanla bezenmiş, gökyüzünü görmeni engelleyen, ufkunu daraltan duvarlarla çevrilmişse ve dışarıya açılan kilitli tek kapı aslında aynı türden başka duvarlarla çevrili bir haneye açılıyorsa, yapman gereken tek şey duvara tebeşirle kendi kapını çizip oradan dışarı çıkmaktır. Bu yüzden işte, bütün iktidar hayal gücüne diyorum… Bu yüzden birinin kilidi açarak beni “içeri” alması yerine, kendi seçeneğimi yaratmaya, onu güçlendirmeye, “dışarı” çıkmaya çalışıyorum… Kendim ve çocuklarım için… Öğrencilerim için… Hiç tanımadığım gençler için… Onların da aynı seçeneksizliğe ram olmamaları için… Onlara bir gelecek borcumuz olduğu için… Onları milliyetçi, ırkçı, ayrımcı, seçkinci, devletçi, militarist, ötekileştirici söylemlerin kucağına terk etmemek gerektiğini düşündüğüm için… HDP yerine çaresizlik içinde CHP’ye oy vermeyi düşünen arkadaşların da benim gibi düşündüklerini biliyorum. Ama ben İzmir’de CHP’li bir belediyede yaşıyorum ve İzmir’in adının faşizmle birlikte anılır oluşunun tesadüf olmadığını yaşayarak öğrendim.
Görüldüğü üzere, politik gerekçelerime eşlik eden bireysel- ahlaki gerekçelerim de var! Bireysel olarak yeni bir faşizmin kapısını aralama sorumluluğuyla yaşayamam… Bu bir cellattan kurtulmak için, bir başka cellattan yardım istemek gibi bir şey olur ve bu defa masum hiç kimse kalmaz! İki faşizmden birini seçmek, bizi kendimizle yaşayamayacak insanlar haline getirebilir… Hangi faşizmin daha yararlı olacağına ya da hangisinin daha zararlı olduğuna dair bir muhakeme, benim muhakeme gücümü infilak ettirir! Hem de Ermenisinden Kürdüne, Alevisinden Süryanisine, çocuğundan yaşlısına, farklı iktidarlar tarafından ama aynı faşist devlet aklı mantığıyla katledilen ölülerimiz hala adalet beklerken! Hiçbirinin hesabı sorulmamışken! Ehven-i şeri seçmek, Arendt’in dediği gibi, kötüyü baştan kabullenmektir. Bu durumda, ben kendi adıma, ömrüm boyunca bir katille, kendimle birlikte yaşayamayacağımı biliyorum.
Bana göre, AKP’den kurtulmak için kurulan “bas geç” ittifakın galibi, ezilen halklar, işçiler, mazlumlar, mağdurlar olmayacak! Faşizm olacak! Fark etmez nasılsa ikisi de faşizm ama bu bizimki diyecek olan var mıdır?