Yıllar önceki bir İstanbul Bienali’nin başlığı ‘Poetic Justice’ yani ‘Şiirsel Adalet’ idi. Poetic sözcüğü köken olarak Grekçedir ve ποιέώ fiilinden gelir. Ποιέώnun başlıca anlamları ise yapmak, oluşturmak, kurmak, yaratmak, doğurmaktır. Yani poetik olan aslında yaratılmış, ortaya çıkarılmış olan şeyle ilgilidir. Sözcüğün isim anlamları da eser, şiir, yaratı, şair anlamlarına sahiptir zaten sözcüğün batı dillerinde şiir, şair olarak yer edindiğini biliyoruz. Şiirin bir yaratım, yapma (belki de Edip Cansever bundan dolayı şiir yazılmaz yapılır demiştir) ortaya çıkarma olduğu düşünülürse sözcüğün filolojik tarihsel varlığının bu kökeniyle birlikte seyrettiğini söyleyebilirz. Yani şiir, şiirsel gibi sözcükleri kullandığımızda aslında hep yaratmak, üretmek, yaratıcılık gibi bağlamlara yaslanıyoruz. Belki de o Bienal poetic sözcüğünün bu bağlamlarından dolayı başlığını ‘Şiirsel Adalet’ olarak değil de ‘Yaratıcı Adalet’ olarak koysaydı daha iyi olurdu.
Adalet kavramının çok uzun tarihine eğilmeyeceğiz. Yalnızca politik olarak somutlaşmış bir durum söz konusu. O da adalet kavramının 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl boyunca hep sosyalizmle güncellendiği ve dolayıma sokulduğudur. Elbette ki kavram sosyalizmin malı değil. Ancak değindiğimiz zaman dilimi içerisinde, ulusal kurtuluş hareketleri de dahil kavram çoğunlukla sosyalist düşünce ve hareketlerin belirleyiciliği altında. Sosyalizm en temelde bir adalet tasarımıdır. Ancak onu bir tasarım olarak farklı kılan şey, adaletsizliğin mutlak anlamda yok olmasının girişimi olması. Yani o gerçekleştiğinde belki de adalet kavramı diye bir şeyin artık güncellenmesine ve dolayıma sokulmasına gerek kalmayacak bir zemin tasarımı olması. İnsanların sosyalist deneylerin başarısızlığına dönük derin hayalkırırklığı da aslında bilinçaltımızdaki bu koddan kaynaklanıyor olabilir. Bizi hayal kırıklığına uğratan şey adaletin mutlak bir biçim almasına dönük istencimizin olumsuzlanması olabilir. Aslında insanları hayal kırıklığına uğratan sosyalizmin kendisi ve onu yıkılışı değil, kollektif ve tarihsel bilinçaltımızda duran adalet duygusunun zedelenmesi. O duygunun korunabilmesine dönük olan mutlak ve nihai iddialara sahip bir girişimin, o duyguyu iddia ettiği gibi koruyamadığını şimdilik görmüş olmamız.
Bugün sosyalizm daha can alıcı bir şekilde insanlığın gündemindedir. Ancak tüm bunlara rağmen sosyalizmin hala düşünmesi gereken çok şey vardır. Bunlardan en temel olanı da yeni adalet biçimleri yaratma konusu olmalıdır. Sosyalizm, kapitalizmin yeniden ve yeniden üreterek yerleştirmiş olduğu yaşam ve deneyim biçimlerinin insanda sağladığı yabancılaşmayı ancak bizzat bu yaşam ve deneyim biçimlerini şoklayacak yaratıcı adalet biçimleri ortaya koyarak çözebilir. Çünkü kapitalizm artık onu dışarıdan bir kuvvet uygulayarak parçalamak olanaklarının yanı sıra onu içeriden şoklayarak felç edebilme olanaklarını sunacak denli olgunlaşmış ve tarihselleşmiştir. Bu söylediğim hemen kapitalizm içi çözümler önerdiğim şeklinde yorumlanabilir. Ve bunun pratiğinin uzun bir zamandır belli politik özneler aracılığıyla uygulandığı belirtilebilir. Oysa söylediğim bu değildir. Sosyalistler poetik olan hangi varlık koşullarına sahipse, o varlık koşullarına sahip olabilecek olan adalet biçimleri ve bu biçimlerin içinden geçmeyi deneyen adalet deneyimleri yaratmaya çalışmalıdırlar. Bu deneyimler hem yaratılmış olmalıdır hem de kavramın kendisi hakkında yeni olanaklar, sezgiler ve duygular uyandırma bakımından ilham verici olmalıdır. Bu da analitik siyasetten sentetik siyasete geçmeyi şart koşar. Analitik siyaset, sosyal yaşamımızdaki tüm ilişki ağını tıpkı analitik yargılar gibi öznenin yüklemde zaten içerildiği bir çözümselliğe sahipmiş gibi bir epistemolojiyle okur. Bundan dolayı da sosyalist hareketin içinde, örneğin bir kadın sorununda, ya sınıf indirgemeci (yani kadın sorununun zaten sınıf sorununda içerildiğini ifade eden analitik politik hareket noktası) ya da sınıf indirgemeciliğe tepkiden dolayı doğan yarı feminist bir kadın politikası (yani kadın sorununun bizzat zaten kadın olmaklıkta içerilen bir özgünlüğü olduğu yollu analitik politik hareket noktası) görürüz. Ancak kadın sorununun bağlanabileceği bir cinssizlik politikası teşebbüsüne yani sentetik politik bir teşebbüse tanık olmayız. Oysa kapitalizm günümüzde insanı artık somut bir genellikte değil somutlanmaya muhtaç olan soyut bir ayrıntısallıkta ele geçirmektedir. Ve adaletsizliğin insan bilincine normalleştirildiği irrasyonel kendiliklerin yeri de tam burasıdır. Bu kendilikler en küçük mülki ilişkilerden psiko-sosyal tiplerimizin en genel dışavurumlarına kadar dizelenebilir. Bundan dolayı sosyalizm, tam da buralara girebilecek ve buraları şoklayarak insan bilincine normalleşetirilen adaletsizlik zeminini insan bilincine yabancılaştıracak adalet biçimlerini de yaratmanın, hiç olmadı bunun teorisini yapmanın derdine sahip olmalıdır. Yani sosyalizm artık adaletin şiirini yazmaya ya da Edip Canseverin ifadesiyle yapmaya başlamalıdır. Çünkü sosyalizm bugüne dek hep düzyazıda kaldı.