Türkiye, birinci tur oylaması 10 Ağustos’ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi sathı mailine girdi epeydir. İktidar partisi Başbakan Tayyip Erdoğan’ı, CHP ve MHP ile kimi sağ partiler Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, Halkların Demokratik Partisi (HDP) ise Selahattin Demirtaş’ı aday gösterdi.
Bu seçim, cumhurbaşkanını seçmenin ötesinde anlamlarla yüklü. Yani sadece cumhurbaşkanı seçilmeyecek, bir bakıma siyasal sistem de seçilecek. Ama sadece basit bir siyasal sistem meselesi değil; sınıfsal ittifakları (iç ve dış unsurlarıyla), ideolojisi, siyasal partileri ve devlet kurumlarıyla sermayenin yeni rejiminin nasıl şekilleneceği, bu seçimle somutlaşmaya başlayacak.
Mevcut Başbakan’ın seçilmesi, Erdoğan ve AKP merkezli, onların İslamcı-Türkçü ideolojik renginin ağır bastığı, iktidardaki konumlarının görünür gelecekte az çok güvence altına alındığı bir yeni rejim kurulmasının önünü açacak. Erdoğan seçilirse, kuşku yok, kendisini “demokratik yollarla seçilmiş sultan” gibi görecek ve ona göre davranacak.
Yani doğulu despot/baba rolünde şahikalar yaratacak: Kadınların, gençlerin, kendisinden farklı yaşam tarzları olanların hayatlarına (dövmelerine bile) daha fazla karışacak; geri adım atmak zorunda kaldığı kürtaj ve sezaryen yasağını yeniden gündeme getirecek; her gün birkaçı iş cinayetlerinde ölen işçilere “bu işlerin fıtratı böyle” demeyi sürdürecek; sadece emekçileri, ezilen kesimleri değil, sermaye gruplarını da yeri gelince fırçalayıp yeri gelince “şefkatle kucaklayacak” (tabii bunu ne zaman ve neden yapacağını kimse bilmeyecek!); Kürt sorununun çözümü adına yılda birkaç hak kırıntısı bahşedip Kürt halkını susturmaya çalışacak; Alevi düşmanlığını sadece Türkiye’de değil, bölgede de derinleştirecek vb.
Sınıf gerçeklerinin çelik kuralı
Tayyip Erdoğan’ın planlarını köklü biçimde bozacak temel güç, emekçilerin ve ezilenlerin (işçiler, Kürtler, kadınlar, Aleviler, gençler…) mücadelesidir elbette. Ama Erdoğan/AKP merkezli bir yeni rejimin geleceğini belirleyecek bir o kadar önemli unsur, egemenler arası ilişki ve çelişkilerdir. Meseleyi “insan” olarak Tayyip Erdoğan’ın “fıtratı” (İslamcı gençlik liderliği, Milli Görüşçülük, Kasımpaşalılık, iktidar zehirlenmesi vb) gözden kaçırılarak ele almak yanlış olacağı gibi, tahlillerimizi sınıfsal zeminden koparmak yüz kat daha yanlış sonuçlar verir. Güçlü belagati ve sağlam imaj çalışması, ekonomideki talihi (iktidarı boyunca kimi dışsal olumlu rüzgarlardan yararlanması), muhalefet yokluğu vb nedenlerle arkasına aldığı büyük kitle desteği elbette Erdoğan’a önemli bir manevra alanı sağlıyor; ama küresel ve yerel sermayenin “ölümüne kâr” kuralı, çelik halatlarla onu kıskıvrak bağlıyor.
Zaman zaman -devletin göreli özerkliği çerçevesinde- sermayeye posta koyuyor olması (Gezi İsyanı sırasındaki “faiz lobisi” atağı örneğin), olsa olsa arızi bir durumdur ve tükürdüğünü yalamak zorundadır. Nitekim, hedef aldığı Koç grubunun fabrika açılışına koşa koşa giderken, bu çelik sınıf kuralına boyun eğmek zorunda olduğunu, finans kapitalin çıkarlarına dokunmaya kalktığında iktidarda kalamayacağını hatırlamıştır. Ya da birileri ona hatırlatmıştır. Tayyip Erdoğan kimi durumlarda ruhsal dengelerini kaybetmiş görünse de ve kapitalizmin rasyonellerini çiğneme eğilimine girse de, aklını tümüyle yitirip siyasi intihara gitmeyecekse, küresel ve yerel (özünde bir) sermaye sınıfının çıkarlarını sonuna kadar koruyan bir yeni rejim kurmak zorundadır. Geri kalanı (yeni rejimin ideolojik ve politik unsurları) ise pazarlığa tabidir!
Sultan Erdoğan
Bu sınıf gerçeğini not ettikten sonra şu güncel olasılıklara değinebiliriz: Erdoğan’ın planı, önce cumhurbaşkanı seçilmek; ardından halkoyuyla seçilmenin “meşruiyeti” ve 12 Eylül Anayasası’nın tanıdığı geniş yetkileri kullanarak fiilen başkanlık yapmak; sonra mevcut parlamenter sistemde ortaya çıkacak olan yetki karmaşası ve iki başlılık durumunu gerekçe göstererek başkanlık sistemine geçişi zorlamak gibi görünüyor.
Bu planı gerçekleştirdiği takdirde, ABD’deki gibi dengeyi sağlayan güçlü yerel iktidarların ve (burjuva) demokratik kurumların olmadığı ülkemiz koşullarında, ortaya çıkacak olan, demokratik (seçilmiş) Sultan Erdoğan’ın diktatörlüğüdür.
Ekmeleddin komedisi
“Sosyal demokrat”, yenilikçi, modern, Kemalist CHP, faşist MHP ile birlikte Tayyip Erdoğan’ın karşısına çıkara çıkara onun 3. sınıf taklidi olabilecek bir başka İslamcı/muhafazakarı çıkardı: Ekmeleddin İhsanoğlu. Hayattaki en büyük “başarısı” ve kariyeri Amerika’nın anti-komünist yeşil kuşak projesi çerçevesinde gerici Arap/İslam diktatörlüklerinin oluşturduğu İslam Konferansı Örgütü’nün başkanlığını yapmak olan İhsanoğlu, daha baştan Erdoğan’la siyasi konularda tartışmayacağını (yani etkiye sütlüye karışmayacak bir cumhurbaşkanı adayı olduğunu!) ilan etti.
Peki siyasi sistemin en tepesindeki mevki için bu kadar renksiz birinin aday olarak çıkarılmasının hikmeti nedir? Bu, öncelikle CHP’nin son yıllarda kendini kaptırdığı “AKP/Erdoğan seçilmesin de kim seçilirse seçilsin” politikasının bir ürünü. “Akılcı” düşününce, oy hesapları yapınca gerçekten de MHP’yle uzlaşmaktan başka bir çare yok! Eh MHP’yle uzlaşmak zorunlu olunca da, Mustafa Sarıgül’den Mansur Yavaş’a, Lütfi Savaş’tan Ekmeleddin İhsanoğlu’na en ilkesiz, kişiliksiz, muhafazakar adaylara varırsınız; başka türlü uzlaşma olmaz çünkü. Böylesine küçük hesaplarla hareket eden CHP, gerçekten demokrat (burjuva anlamda bile olsa) bir çizgiye girip solundaki güçlerle işbirliğine cesaret edebilse, belki ilk seçimlerde çok büyük bir başarı sağlayamaz ama emekçi ve ezilen kitleler nezdinde bir “umut” haline gelebilirdi. Her halükarda CHP’nin kuyruğuna takılmaya meyyal “ulusal rüzgarların etkisindeki” solcularımız bir yana, ilkeli bir ittifak için ısrarla CHP’nin kapısını çalan HDP’ye “Sizinle yan yana görünemeyiz, biz sizi tanımayalım ama siz bize oy verin” utanmazlığıyla cevap vermeleri, CHP yöneticilerinin bir demokratik ufkunun ve en ufak bir cesaretinin olmadığını gösteriyor.
Dümeni demokratlıktan yana değil egemenlerin en gerici/faşist seçeneklerinden yana kıran bir CHP ve tescilli faşist MHP’nin bu ülkeye demokrasi ve özgürlük adına verebileceği, vaat edebileceği bir kırıntı bile olamaz. En ufak bir gelecek vizyonları yok; sadece reaksiyoner bir politika yürütüyorlar. Onların halk nezdinde bir inandırıcılığı olabilir mi? Kaldı ki İhsanoğlu ve Erdoğan’ın muhafazakarlık, emek ve halk düşmanlığı, sermaye hizmetkarlığı ve ABD işbirlikçiliği bakımından hiçbir farkları yok; birincisinin ikincisine göre son derece tecrübesiz ve beceriksiz olması dışında. Gerçekte sermaye partileri iki yüzü olan tek bir adayı destekliyor. Bu nedenle de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerçekte iki aday var: Tayyip İhsanoğlu ve HDP’nin adayı Selahattin Demirtaş.
Halkların, emekçilerin, ezilenlerin adayı Selahattin Demirtaş
Geçtiğimiz haftalarda yapılan HDP Olağanüstü Kongresi’nde Eş Genel Başkanlığa seçilen Selahattin Demirtaş, Erdoğan-İhsanoğlu’nun tam tersi bir profil çiziyor. BDP ve HDP Eş Genel Başkanlığı yapanDemirtaş, bu partilerin demokratik, özgürlükçü,
gerçek laik, inançlara saygılı, emekçilerden ve ezilenlerden yana programlarının başarılı bir savunucusudur. Tayyip İhsanoğlu ne kadar sermayenin ve emperyalizmin hizmetkarıysa Demirtaş o kadar halkların, emekçilerin ve ezilenlerin hizmetkarı; Tayyip İhsanoğlu ne kadar din temelli muhafazakarsa, Demirtaş o kadar özgürlükçü; Tayyip İhsanoğlu ne kadar dini referanslı bir siyaset
yapıyorsa, Demirtaş o kadar laik bir çizgi izliyor.
Erdoğan ve İhsanoğlu’nun temsil ettiği otoriter, muhafazakar, sömürücü ve baskıcı siyasal sistemin karşısında Demirtaş, emekçilerin ve ezilenlerin önceliği, hakların kardeşliği, inanç özgürlüğü, demokrasi temelinde, insanlığın nihai kurtuluşunun yolunu açan bir siyasal düzeni temsil ediyor. Bu kez emekçiler ve ezilenler seçeneksiz değil. Halkların, inanç topluluklarının, işçilerin, yoksul köylülerin, kadınların, gençlerin, LGBTİ’lerin, engellilerin tek adayı Demirtaş’tır. Bu seçimin tek solcu ve demokrat adayı Demirtaş, bütün gücümüzle desteklenmeyi hak ediyor.
AKP Ortadoğu batağında
Daha düne kadar ortalıkta gerim gerim gerinerek dolaşan, “Türkiye nizam verici, kural koyucu ülkedir” diye caka satan AKP dış politika yöneticileri, bugün yenilgi üstüne yenilgi alıyor, dünyada ve bölgede rezil oluyor. Libya’da önce “NATO’nun orada ne işi var?” deyip sonra kuzu kuzu Batılı ittifaka katılmalar, Suriye’de Esad iktidarını birkaç haftada devireceğini sanıp hezimete uğramalar, Mısır’da Mursi’nin tek, tecrit edilmiş savunucusu kalmalar, Irak’ta “kırmızı çizgiler”i yutmalar, başa geçirilmiş çuvalları hazmetmeler… Daha pek çoğu sayılabilir.
10 Haziran günü ani bir harekatla Musul’u ele geçiren Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD), hızlı biçimde yayılarak Bağdat’a ve İran sınırına kadar uzanan bölgede Sünni Arap ağırlıklı yerleşim birimlerini işgal etti. Çoğunluğunu Şii askerlerin ve komutanların oluşturduğu Irak merkezi ordusu neredeyse ciddi bir çatışmaya girmeden Samarra-Bağdat’a kadar geri çekildi. Başta Kerkük olmak üzere Kürdistan şehirlerini kontrol altına alan Kürtler ise IŞİD militanlarıyla yer yer çatışmaya girse de esas olarak kendi bölgelerini korumakla sınırlı bir tutum aldılar.
IŞİD, yayılmasını sürdürerek Irak’ın Sünni Arap nüfusunun yaşadığı (Bağdat dışındaki) neredeyse tüm alanlarını ve Suriye-Irak sınırını ele geçirdi. En önemlisi de petrol boru hatlarına ve önemli petrol çıkarım bölgelerine el koydu. Bu gelişmeler sonucunda Irak fiilen üçe bölündü: Şii Arap ağırlıklı orta ve güney Irak, Sünni Arap ağırlıklı orta ve batı Irak, kuzeyde Kürt ağırlıklı Kürdistan. Bundan sonrası, bu üç fiili devletin resmiyet ve uluslararası tanınırlık kazanmasından ibaret olacak. Kuşkusuz bu süreç öyle kolay ve çabuk gerçekleşmeyecek; ama gidiş bu yöndedir.
IŞİD Türkiye’yi esir aldı
Bütün bunlar olup biterken Türkiye ne yaptı, nasıl bir tutum aldı? Hiç! Görünüşe bakılırsa, Musul’daki TC diplomatik misyonu ve korumalarını esir alan IŞİD Türkiye’nin Irak politikasını da esir almış oldu. 1 aydır konsolosluk personelini kurtarmaya çalışan Türkiye, Irak göz göre göre parçalanırken, “hamisi olduğumuz” Türkmenler ve sadece Şii oldukları için binlerce insan kafaları kesilerek, korkunç yöntemlerle katledilirken, camiler ve türbeler bombalarla yok edilirken tek bir kelime etmiyor, kılını kıpırdatmıyor. IŞİD, 50 personelini elinde tuttuğu TC ile bir yandan pazarlık yaparken, diğer yandan bu önemli gücün hareketsiz halde kalmasını sağlamış gibi görünüyor. Tabii bu durum Türkiye dış politikası açısından rezilliğin daniskasıdır.
Diplomatlarını çetelerin elinden 1 aydır kurtaramayan ve hayati önemdeki Irak politikası felç olan bir Türkiye! Ama her görünene de inanmamak gerekir. Her şeyden önce, konsolosluk çalışanlarının rehin alınma olayında bir gariplik var: IŞİD’in Musul’u işgal edeceğini sağır sultan bile duymuşken TC misyonunun duymaması mümkün mü? Yok araç gelmemiş, yok geç kalınmış! Bunlar palavradır. Belli ki Türkiye Dışişleri Bakanlığı IŞİD’cilerin “dost” diplomatlara dokunmayacağına inanmış; muhtemelen güvence de alınmıştır. Belki de güvenceyi verenler (Tarık Haşimi ve aşiretler?) ile rehin alanlar ayrı gruplardır.
Ama giderek ortak bir kanaat haline gelen görüş şudur: Türkiye, 50 rehinenin can güvenliğini, IŞİD Irak’ın Sünni Arap kesimine el koyarken sessiz kalabilmenin bahanesi olarak kullanıyor. Görünenlerin gerçeği yansıtmadığının açık bir kanıtı da geçtiğimiz günlerde ortalığa saçıldı. Meğer 10 Haziran’da başlayacak IŞİD saldırısı, 1 Haziran’da Amman’da yapılan, ABD, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve diğerlerinin katıldığı bir toplantıda planlanmış. Meğer Musul’daki TC diplomatları bu yüzden bu kadar rahatmış!
Skyes-Picot’nun ruhuna fatiha
Gerçekte Sünni Arap aşiretlerin (başta Duleymi, Şammar, Tıkriti, Duri aşiretleri), Baas artıklarının, Selefi-mücahit yerli ve enternasyonal grupların vb bir koalisyonu olan İslam Devleti (IŞİD artık bu adı kullanıyor), Suriye ile Irak’ın Sünni Arap nüfusun
yaşadığı çok geniş bir bölgesini elinde tutuyor. Petrol kaynaklarına, rafinerilerine ve boru hatlarına hakim olan örgüt, açıkça bir devletleşme çabası içinde. Artık Suriye-Irak sınırı kalkmıştır. Ve dolaylı ve örtülü biçimde ABD bu durumu onaylamaktadır.
Keza Güney Kürdistan’da (Irak’ın kuzeyi) bölgesel yönetim bağımsızlık için referanduma gitmeye hazırlanıyor. Çok ilginçtir, aynı dönemde AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkının bulunduğundan söz ediyor. İsrail ise, beklendiği gibi bağımsız Kürdistan’ı destekleyeceği açıklaması yapıyor. Her ne kadar ABD Kürtlere “durun, yapmayın” dese de, bağımsızlık ilanı olursa sert bir tutum alması beklenmiyor. Belki de “İstemem, yan cebime koy” mesajıdır bu.
Kuşkusuz biz komünistler ulusların kendi kaderini tayin hakkını ikirciksiz biçimde savunuruz; ama emperyalistlerin ve bölgesel gerici devletlerin (İsrail, Türkiye vb) koruması altında ilan edilecek bağımsızlığın gerçekte fiilen bağımlılığa, tekçi, asimilasyoncu ve antidemokratik, emek düşmanı uygulamalara yol açacağını da biliriz. (Bkz. bu sayıdaki Ayşe Sandıkçı’nın yazısı.)
Barzani’nin kontrolünde yeni bir “ulus-devlet” kurulmasına çalışılırken, gerçekte Sykes-Picot anlaşmasını fiilen çoktan çöpe atmış olan Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin bir kolu Rojava’da apayrı, demokratik ve özgür bir dünya kurmaya çalışıyor. Halkların kardeşliği, kadınının özgürleşmesi, özyönetim gibi ilkeler temelinde kurulmakta olan Rojava, bölgedeki siyasal ve dinsel gericiliğe, emperyalizme, ırkçılığa karşı bir set oluşturuyor. Rojava’nın Kürt, Arap, Süryani, Türkmen halkları kardeşçe, özgür bir geleceğe giden yolda yürüyor.