Mesreh el Emel: Umudun tiyatrosu

“Işıklar söner ve sahne kapanır ama ben hala etkisindeyim tüm yaşananların, bir kadının acı çığlığı… Ve ben duyuyorum, duyurmak istiyorum ve inanıyorum ki çok şey değişecek…” diyor Mesreh el Emel oyuncusu Zeynep Kültekin. Bu sözler öylesine söylenmiş sözler değil, bağrıma hissettim son oyunlarını izlerken bu cesur, renkli ve yürekli tiyatro topluluğunun. Mesreh el Emel Arapça tiyatro topluluğu. Antakya’da doğdu ve Güney’deki Arap kültürünün sanat ile gözü, kulağı, dili olmaya aday. Başta Antakya olmak üzere özellikle 2007’den beri tüm Türkiye’de sesini duyurmaya çalışan bir tiyatro topluluğu. Sanatı kültürden, kadın sorununu ve kimlik sorununu tiyatronun özünden ayrı görmeyen ve de kültürümüzden utanıp sıkılmak yerine, dilimize ve kültürümüze sahip çıkalım diye çıkmışlar yola. Pek de iyi olmuş.

Mesreh el Emel’in son oyunu “Sarha” (Çığlık)’yı izledim geçen hafta. Sarstı beni, çokça düşündürdü. Ortadoğu’da kadın olmaktan tutun, anadilinde sanatı yaşatmanın bu ülkedeki külfetine direnmeye varıncaya kadar pek çok soru birikti kafamda. Anadilde direnmenin güzelliğini düşündüm bu oyunda. Zamanında yazmıştım anadil üzerine, bundan tam iki yıl önce. Şöyle demiştim: “Hepimiz bir “başlangıca” doğarız. Başlangıcın ilk temsili dil, bir edinme süreciyle toplumsal olana dair ilk öğrenilendir. Örneğin, dil, Lacan için sembolik düzene giriş demektir yani “baba”nın, toplumun yahut benim gözümde “politik” olanın ilk haznesidir. Dil, bizi özgürleştiren ve aynı zamanda hapseden paradoksal varoluşun ta kendisidir. Hangi dili nasıl konuştuğundan öte o dil ile inşa edilen benlik, ideolojiler, retorik, o dil ile beslenen ve o dili besleyen bütün kültürel atıflar, pratikler öylesine iç içe bir prensipler girdabıdır ki bütün bu kurumları “başka” bir dilde tecrübe ettiğinizi gördüğünüzde yaşayacağınız travma “susturulmuşluk” çığlığına dönüşür.” İşte tam buradan hareketle çok değerli bir kültürel ve sanatsal pratik Arapça tiyatro, varolmanın dayanılmaz hafifliği. Yalnızca dilden kaynaklı değil değeri. Aynı zamanda “mizah”ın yalnızca egemen toplumun elinde olmadığını göstermesi açısından önemli. Mizahın kendisi bile kültürel, dilsel sömürgenin göstergesidir. Ele geçirilmiş , hadım edilmiş dil, sizden olmayan şakalarda da vardır, şarkılarda da. Sizi size kim, ne anlatır en çok diye sorsam vereceğiniz cevap toplumsalın etkisinden uzak mıdır? Muhakkak ki değildir. Tam da bu nedenle ümit verdi bana, ne attığım kahkahaların içtenliği ne de akıttığım gözyaşları tesadüftü. Sahnede gördüğüm yok olmaya karşı bir direnişti.. Bu kadar ile kalmadı, fazlası da vardı.

İşte konuşmaktan utanan, usandırılmış, bezdirilmiş, aksanlı Türkçesi nedeniyle (daha çok) ötekileştirilen bir neslin feryadı ile birleşen kadının mücadelesi. Kendi dilinde anlattı Mesreh el Emel kadının çığlığını, toplumda “namus” belasına mahvedilen hayatları, erkek egemen sistemin azınlıkların asimilasyon korkusuyla birleşerek kadınlara sistemik şiddeti.. Bilerek ya da bilmeyerek haykırdığı diğer önemli mesele de şu. Madun halkların ezilmişliğini kendilerinin değiştirmesi fikrine olan vurgu. Ünlü postkolonyal teorisyeni çokça tartışılan Spivak, “dil”in daha baştan hep Batılı, beyaz, sömürgeci, heteroseksüel, erkek…olduğunu yazar. Bu nedenle hiyerarşik yapı her halükarda varolacağından madun halklar hep kendine ait olmayan yahut kendi kurmadığı bir dille konuşmanın açmazına hapsolacak ve hiçbir zaman kendi olarak konuşmayacaktır. Bu feminist yaklaşım madun kadınların kendilerini anlatmalarında fevkalede önemli. Yani şunu diyorum: Avrupalı modernite ve aydınlanmacı zihniyet ile “kadınlarımızı kurtarmalı, özgürleştirmeli, Arap kadınları şöyle zülum görüyor, böyle geri kalmış vs.” gibi Batılı söylemleri çürüten bir yaklaşım, öyle içten bir sanat hareketi Mesreh el Emel. Çünkü yine “ebeveyn” rolünü üstlenen egemen toplum- sanırım bizim örneğimizde Beyaz Türkler oluyor- endişe duyduğu namus problemini çözmüyor, onun yerine Arap Alevi gençleri kadınların hayatını bağırıyor seyircinin yüzüne ve hem değişimin dışarıdan gelmek zorunda olmadığını gösteriyor hem de artık kadının Arapça’da ve Arap toplumunda kurgulandığı şekilden, tıkıldığı çerçeveden çıkması için bir çağrıda bulunuyor. Yaşatmak biraz da bize düşüyor. Umuda doğru yaptığım bu küçük yolculukta, yalnızca konuşmak değil, bağırmak değil, dinlemenin de nasıl bir iktidar alanı yaratabileceğini düşündüm. Mesreh el Emel hem yazmış, hem oynamış, hem dinlemiş, hem de bağırmış…

Ben de elbette değişim için, sesimizi duyurmak için hem sanata can-ı gönülden inanan hem de emeğe, direnmeye bir o kadar inanan bir Arap kadını olarak diyorum ki “, değişimin kendisine ortaklık, dilimizde çırpınan her kelime egemenin, devletin anlamsızlaştırıldığı bir çığlığa dönüşür. Yarınlar bizi affetsin diye, mücadeleye devam.

Yoruma kapalı